Geçen haftaki “Türkiye’deki Sınıf Çelişkisinin Bir Görünümü Olarak: ‘Anti-Sosyal’ Yardımlar” başlıklı yazımda [1] ülkemizdeki kaynak aktarımının ve bölüşüm ilişkilerinin gün geçtikçe daha da çarpıklaşan ve egemen sınıfların lehine genişleyen imtiyazlarından bahsetmiştim. Bu kapsamda, sosyal hizmet ve sosyal yardım ödeneklerinin kamu bütçesindeki payının gün geçtikçe azaldığı, buna karşın büyük sermaye şirketlerine verilen destek ve muafiyet primleriyle sermaye gruplarının büyüme oranlarını Türkiye’nin büyümesinin sekiz katına kadar çıkardıklarını aktarmaya çalışmıştım.
Bu hafta da bu konuyu devam ettireceğim. Zira, İşsizlik Fonu giderleriyle alakalı geçtiğimiz günlerde yayınlanan veriler, Türkiye’de gün geçtikçe sertleşen sınıf çelişkilerinin görünürlüğüne daha da dikkat çekmemize olanak sağlıyor.
“İŞVERENE” DESTEK FONU
1999 yılında işsiz kalan yurttaşlara gelir sağlamak amacıyla kurulan İşsizlik Sigortası Fonu günümüzde kuruluş amacının oldukça uzağında kalmış bulunuyor. Türkiye İş Kurumu’nun (İŞKUR) verilerine göre, 2023 yılında 189,9 milyar liraya ulaşan işsizlik sigortası fon gelirlerinin 27,4 milyar lirası işçilerden; 54,8 milyarı işverenlerden, 27,4 milyarı ise devlet katkılarından oluşuyor. Bu fon gelirlerinden işçilere ödenen işsizlik ödeneğinin payı yüzde 18,5 iken işverenlere yapılan desteklerin oranı ise yüzde 67 olarak saptanıyor. Üstelik geçtiğimiz şubat ayında Resmî Gazetede yayımlanan karara göre işverenlere verilen bu payın 2024 yılı itibariyle daha da artması öngörülüyor.
2016 yılında fon giderlerinin yüzde 30,5’inin işsizlik ödeneğine ayrıldığı görülürken işverenlere yapılan teşvik ödemesinin oranının yüzde 20,4’te kaldığı görülüyordu. 2017’den sonra ise bu denklem işsizler aleyhine dönmeye başladı. 2017 yılı, Türkiye yakın tarihi için önemli bir kırılma yılı oldu. İşsizlik Sigortası Fonu giderlerinde yaşanan dönüşüm kapsamında 2017 yılının önemini açmaya çalışalım.
SARAY REJİMİ, SERMAYE VE EMEK
Egemenliğin saraydan ve tek adamdan alınarak ulusa verilme mücadelesinin bir serüveni olan milli demokratik devrim geleneğimiz, AKP iktidarlarının karşı-devrim yıllarında önemli tahribatlar aldı. Kumpaslar, anayasa değişiklikleri, baskı, emperyalist planlara sadakat ve en nihayetinde 2017 yılında gerçekleştirilen plebisit ile başkanlık sistemine geçilmesi, cumhuriyet devrimimizin tüm kazanımlarını ortadan kaldırmak için tabuta çakılan son çiviyi teşkil ediyordu. Devletin tüm kamu kurum ve kuruluşlarıyla yeniden “saray” etrafında yapılandırılmasını ve yeniden üretilmesini öngören rejim değişikliği, AKP ve MHP’nin temsil ettiği bu dönemin “MC” koalisyonuyla hayata geçirildi.
Gerçekleşen bu dönüşüm, sınıf mücadelesinden ve Türkiye’deki sınıf dinamiklerinden bağımsız gerçekleşmedi. 1980’den itibaren emeği baskılamak amacıyla güçlü yürütme talebini sıkça vurgulayan sermaye grupları, 1990’lı yılların koalisyon hükümetleriyle geçen parçalı yapısının ardından bu özlemlerine 2002 yılında tek başına iktidara gelen AKP hükümetiyle kavuştu. AKP, ulusal ve uluslararası sermayenin özlemlerine verilen bir cevaptı. Nitekim Türkiye’de cumhuriyet kazanımlarının törpülenmeye çalışıldığı her uğrakta AKP ve sermaye gruplarının ittifakı sağlandı. Bunun en tipik örnekleri, “vesayeti kaldıracağız” söylemleriyle “çözüm süreci” denilen yıkım faaliyetlerinin ardından 2017 referandumu sürecinde yaşandı. Sabancı Holding’in sahibi Güler Sabancı, “istikrar ve güçlü yürütme” vurgularıyla başkanlık sistemine desteğini sundu. Tayyip Erdoğan, referandum öncesi katıldığı TÜSİAD toplantısında açık açık patronlara dönüp, olağanüstü halin uzatılma sebebinin grevleri ve işçi eylemlerini önlemek olduğunu deklare etti ve bunun karşılığında referandumla rejim dönüşümünün tamamlanabilmesi için patronlardan destek istedi.
2017 yılından itibaren Türkiye’de cumhuriyetin güçler ayrılığına dayanan kurumsal yapısının çöküşü ile emeğe yönelik saldırıların yoğunlaşma hızı eşzamanlı olarak artmaya başladı. İşsizlik Sigortası Fonu da bu kapsamda işsiz kalan yurttaşlara verilen ödenek olmaktan çıkarılarak işverenlere teşvik primlerine dönüştürüldü. Ekonomik krizin tüm faturası emekçilere yıkıldı ve halihazırda verilen desteklerden mahrum bırakılanlar da yine emekçiler oldu.
SOSYALİZMDE ISRAR
Özetlemeye çalıştığımız bu Türkiye fotoğrafı, kapitalist sistemin kar ve rant hırsıyla dünyayı içerisine sürüklediği yıkım projesinin şüphesiz ayrılmaz bir parçasıdır. Tüm dünyada ama özellikle emperyalist finans merkezlerine bağımlılığı bulunan bizim gibi küresel güney ülkelerinde emekçilere dönük baskının şiddeti gün geçtikçe artmaktadır. Doğal kaynakların sermayenin rant merkezleri haline getirilmesiyle yükselen iklim krizi, insanı insanın canavarı olarak gören bireyci liberal mantığın bencilliği aşılayan ideolojik saldırıları ve en temel ahlaki duruşların dahi ortadan kaldırılarak insanın kendisine ve çevresine yabancılaşma süreçleri sürdürülemez boyutlara varmaktadır. Böylesi bir dünyada ve ülkede sosyalist olmak ve sosyalist kalmak, insan olmakta ve insan kalmakta ısrardır. Bundan dolayı günümüzde sosyalist olmak politik bir konumlanışın çok ötesinde ahlaki bir duruş ve sorumluluk anlamına gelmektedir.
Bunun için insanlıkta ısrar edeceğiz. Sosyalizm de ısrar edeceğiz.
[1] Selim Kalender, “Türkiye’de Sınıf Çelişkisinin Bir Görünümü Olarak: Anti-Sosyal Yardımlar”, Yarınlar, 08.03.2024. Bağlantı için bknz: https://yarinlar.com.tr/turkiyede-sinif-celiskisinin-bir-gorunumu-olarak-anti-sosyal-yardimlar/
Author Profile
Latest entries
- Yazarlar23/04/2024Yaşıyor mu 23 Nisan?
- Yazarlar16/04/2024Küresel sermayeye teslim olmak
- Yazarlar01/04/2024Türkiye’nin seçimi yeni başlıyor
- Yazarlar27/03/2024Parti ve teori