Tüm dünyanın Mona Lisa tablosuyla tanıdığı ünlü ressam Leonardo Da Vinci, aynı zamanda çağının önemli matematikçi ve filozoflarından biridir. Kuramsal bilgisini pratik sanatıyla buluşturan Rönesans aydınının, teorinin önemini vurguladığı şu cümleleri anlamlıdır: “Her kim ki teorisiz pratik tutkunudur; o, dümeni ve pusulası olmayan bir gemiyle yol alan ve asla nereye gittiğini bilmeyen bir denizci gibidir.” Gün geçtikçe karmaşıklaşan toplumsal yapının içerisinde teorinin önceliğine yapılan bu vurgu günümüzde de dikkate alınması gereken bir gerçeklik sunmaktadır. Nitekim Da Vinci’den yüzyıllar sonra bilimsel sosyalizmin kurucuları da gerek ortaya koydukları eserlerle gerekse de kendi yaşamlarıyla “teorisiz pratiğin mümkün olamayacağını” vurgulamışlardır. İçinde bulunduğu koşulları ve düzeni değiştirme kaygısı taşıyan her devrimci bilinç, değiştireceği şeyi anlama ve çözümleme kaygısı taşır. Verili bulduğumuz koşulların temel dinamiklerini anlama ve onu en nihayetinde “nasıl” ve “ne” ile değiştirebileceğini öğrenme süreci ise ancak teorinin yol göstericiliğinde mümkündür.
Teori, verili koşulları anlama ve değiştirme kaygısı taşıyan bir grup meraklı ve heyecanlı insanın kendi zihinsel faaliyetleri sonucu ortaya çıkmaz. Onu ortaya çıkaran yaşamın dayattığı ve insanlığın önüne koyduğu maddi koşullardır. İnsanlık tarihindeki bütün ilerlemeler, bu maddi koşulların ortaya çıkardığı sorun ve bu sorunların ortaya çıkardığı imkanların devrimci aktörler tarafından çözümlenmesiyle gerçekleşmiştir. Marx’ın Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’indeki ifadesiyle; “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar ancak onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar.”
İnsanları bir araya getiren ve bayrak açtıkları düzene karşı örgütlü bir güce ulaşmalarını sağlayan ise “devrimci partidir”. Örgütsüz ve partisiz devrimci olmaz. Düzenin tüm imkanlarını elinde bulunduran muktedirlere karşı bir araya gelemeyen insan veya insan grupları kısa süre içerisinde dağılmaya ve yenilmeye mahkûm olur. Parti, yaslandığı teorik birikimle bir araya getirdiği devrimci kadroların kolektif bilincini besler ve onları hedefe yönlendirir. Bunu yaparken yaşamın dayattığı maddi koşulları sürekli takip eder. Çünkü her şey gibi yaşam da sürekli hareket halindedir ve değişmektedir. Teorinin tarihin kendisi tarafından sınanması, bu değişimlere karşı ortaya koyduğu açıklama gücüyle test edilir. Hayatın diyalektik akışına karşı tutuculaşan ve içinden geçilen anı yakalayamayan anlatılar zamanla birer dogma ve dinsel inanışlara dönüşür. Devrimci parti adeta birer tekke, devrimci kadrolar ise müritler haline gelir.
Bilimsel sosyalizmin her durumda ortaya koyduğu “somut durumun somut tahlili” yaklaşımı ve açıklama gücünü maddi koşulların sürekli değişen diyalektiği içerisinde kavraması, ortaya çıkışından iki yüz yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen iç tutarlılığının ve dünya çapındaki kitlesel gücünün devamlılığını sağlamıştır. Post-Sovyet döneminde bilimsel sosyalizmin maruz kaldığı saldırılar gerek teorik gerekse de pratik alanda bir geri çekilişi mümkün kılsa da özellikle kapitalizmin ve küresel emperyalist sistemin içerisinden geçtiği kriz ortamı bilimsel sosyalizmin kuramsal ve eylemsel gücünün önemini kanıtlamaktadır.
Bu çerçevede günümüz dünyasını anlamaya çalışmak önemlidir. Haftalık köşe yazısının sınırlarını aşabilecek kadar detaylı anlatılması gereken bu konu özelinde temel notları paylaşmak yerinde olacaktır.
KAPİTALİST DÜZENİN “ÇOKLU KRİZİ”
2023 yılının ocak ayında gerçekleşen Davos Zirvesi’nde en çok kullanılan, Gazeteci Thomas Fazi’nin ise küresel sermayenin amiral gemisi Financial Times gazetesinde 2023 yılının en önemli kavramı seçtiği “polycrisis (çoklu kriz)” kavramı, günümüz kapitalist-emperyalist sistemin içerisine girdiği meşruiyet kaybını ortaya koymaktadır. Post-Sovyet döneminde tek kutuplu dünya düzenini tahkim etmeye çalışan ABD güdümlü Batı emperyalizminin zayıflamasıyla görünürleşen bu “çoklu kriz” ortamı, Thomas Fazi’nin isabetli yorumunda bahsedildiği üzere “Batı’nın kaybolan meşruiyet ve otorite kaybını normalleştirici” bir yanıt olarak kullanılmaktadır. Böylelikle kapitalist-emperyalist sistemin krizi genelleştirilip doğallaştırılarak tüm “insanlığın krizi” olarak ideolojik bir biçim almaktadır. Böylesi kriz anları istisnai devlet biçimlerinin ve yönetme pratiklerinin olağanlaşmasına da imkân vermektedir. Sisteme yönelik öfkenin sağ popülist veya faşist olarak tanımlanabilecek parti veya liderleri büyüten bir siyasal sonuca yol açması Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkede rastlanılan bir momenttir. Muhtemeldir ki, yerel seçim sonuçlarında daha net göreceğimiz üzere Yeniden Refah Partisi ve Zafer Partisi gibi partilerin alacağı oy desteği bu küresel dalganın Türkiye özelinde de yükselerek devam ettiğini görmemizi sağlayacaktır.
Diğer taraftan, kriz anları turnusollerin belirginleştiği ve kapitalist-emperyalist sistemin krizine karşı safların netleştiği olguların ortaya çıkmasını da sağlamaktadır. İsrail’in Filistin soykırımı veya Rusya’nın NATO tarafından çevrelenmesi konusunda ortaya konan siyasal tavırlar Türkiye’deki devrimci merkezin neresi olabileceğini görmemizi sağlamaktadır. DEM Parti’nin yayın organı Yeni Yaşam Gazetesi’nde, 13 Aralık 2023 tarihinde Meriç Gök imzasıyla çıkan “Solun Antisemitizmi” başlıklı yazı bu bakımdan oldukça dikkat çekicidir. Yıllardır Filistin’e uygulanan soykırım ve sistematik göç görmezden gelinerek İsrail’e yönelik Türkiye’deki sosyalistlerin haklı tepkileri “antisemitizmle” damgalanmaktadır. Sol ve sosyalizmle en ufak bir ideolojik bağı kalmamış ve açıktan açığa Kürt faşizmini harlayan kimlik siyasetinin emperyalizmin aparatı görevi Filistin Davasında da karşımıza çıkmaktadır. Filistin’e karşı ABD ve İsrail’in yanında olanların mitinglerinde Deniz Gezmiş bayrağının yakılması kendi içinde tutarlılık kazanmaktadır. Bu bakımdan, Filistin halkıyla dayanışmak için FDHKC kamplarına katılmış yurtsever bir devrimcinin bayrağına dahi tahammül edilememesi normaldir. Kimlik siyasetini ön alan ve bunu yaptığı ölçüde de kapitalist-emperyalist sistemin çoklu krizini görünmez kılarak temel çelişkiyi “kültür-kimlik mücadelelerine” dökmeye çalışan parti ve siyasal hareketlerin Türkiye’de devrimci bir merkez oluşturabilme ihtimalleri yoktur.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız ve yazı kapsamına alamadığımız tüm konularda bilimsel sosyalist teorinin öğreticiliğinde kapitalist-emperyalist sistemin çözülüşünü gören, saflaşmaları ve yeni küresel sistemin dinamiklerini okumaya çalışan, bunu yaparken ülkemizin devrimci tarihsel birikimi ve emekçi halkımızın özverisinden başka bir siyasete dayanmayan genç ve alnı ak Sosyalist Cumhuriyet Partisi’nin siyasetini ve çıkışlarını daha yakından takip etmek gerekiyor. Yazıya başladığımız anlatımla tamamlayalım; Devrimin yolu teori ve partiden geçiyor ve bu yol Sosyalist Cumhuriyet Partisi’ne çıkıyor.