Yarınlar Haber’in köşe yazarları 31 Mart yerel seçimlerinden aylar önce ekonomik krizin seçim sonrası derinleşeceğini ve mutlak yoksullaşmanın hiç olmadığı kadar artacağını haber veren uyarı yazıları kaleme almışlardı. Nitekim seçimin üzerinden henüz bir ay dahi geçmeden ortaya çıkan iktisadi tablo bu öngörülerin ne denli haklı olduğunu ortaya çıkarmaya başladı. Döviz kurlarındaki artış rekor seviyeleri görürken Türk Lirasının değer kaybı devam etti. Geçtiğimiz günlerde TÜİK tarafından açıklanan işsizlik oranları, özellikle Türkiye’deki genç işsizliğin resmi rakamlarda dahi gizlenemeyen bir sorun olduğunu yeniden tescilledi. 31 Mart seçim sonuçlarıyla birlikte siyasal meşruiyetini sorgulanabilir kılan AKP, ekonomi politikalarındaki istikrarsız görüntüsünü daha fazla gizleyemiyor. Sıkışan iktidarın her zaman olduğu gibi yine imdadına yetişen ise küresel sermayenin kurumları ve onların başını tuttuğu kredi muslukları oluyor. Mehmet Şimşek’in göreve getirilmesinde bu musluklara daha fazla ulaşma arzusu yattığını biliyorduk, siyasal iktidarın bu amacının kirli sonuçları gün yüzüne çıkmaya devam ediyor. Bakan Mehmet Şimşek tarafından kamuoyuna duyurulan Dünya Bankası’ndan 18 milyar dolarlık kredi alınması bu güncel gelişmelerden biri.
KÜRESEL SERMAYENİN KAPI BEKÇİLİĞİ
Bakan Şimşek, Anadolu Ajansı muhabirine yapmış olduğu açıklamada “Dünya Bankası ile yürütülen güçlü iş birliği kapsamında gelecek 5 yıllık döneme ilişkin mali iş birliği programı oluşturulduğunu belirterek Dünya Bankası’nın ilk 3 yıl içinde ülkemize ilave 18 milyar dolarlık finansman sağlayacağı ülke iş birliği çerçevesi programının, Bankanın İcra Direktörleri Kurulunda görüşülerek yürürlüğe girdiğini” belirtti. Böylelikle OVP’nin açıklanmasından itibaren Türkiye’ye aktarılan toplam kaynak tutarı 35 milyar dolara yükselmiş oldu.
Bu süreci, 1958 yılında Demokrat Parti ile Uluslararası Para Fonu (IMF) arasında imzalanan stand-by anlaşmalarının bir devamı olarak değerlendirmek isabetli olacaktır. Çünkü gerek Dünya Bankası gerekse de IMF, 1944 yılında imzalanan Bretton Woods Anlaşması’yla kapitalist küresel sistemin düzenleyici kurumları olarak ortaya çıkan sermayenin kapı bekçisi iki yapı olarak kurulmuşlardır. Kuruldukları günden bu yana amaçları özellikle üçüncü dünya ülkelerini ve halklarını kapitalist-emperyalist sistemin merkezlerine bağımlı kılmak olmuştur. Türkiye’nin de İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist-emperyalist sisteme entegre olmasından bu yana IMF ile 19 adet stand-by anlaşması imzaladığı bilinmektedir. Hatırlanacaktır ki, son IMF kredisi AKP iktidarı döneminde 2013 yılında ödenmiştir. O dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan “Türkiye’yi IMF’den çıkardık” diyerek sahte bir zafer havası estirmeye çalışmıştır. Aynı Recep Tayyip Erdoğan hükümeti bugün ise Afrika ülkelerinden Dünya Bankası’na uzanan “sadaka ekonomisinin” yürütücüsü konumundadır.
Siyasal ve ekonomik çıkmazını küresel sermayenin kurumlarının kapısında arayan Türkiye’nin borçlanmaya dayalı yapılandırma programlarının sürdürülebilir olmadığı ve ülke bağımsızlığını tehlikeye attığını iktidar yetkilileri de gayet iyi biliyor. İktidarlarının devamlılığını sağlamak dışında bir motivasyonu olmayan AKP’nin ülke bağımsızlığı ve emekçi lehine kalkınma gibi bir hedefleri olmadığı çok açık. Mehmet Şimşek’in Dünya Bankası’ndan alınan kredi açıklaması yeniden bu gerçeği görmemize olanak tanıyor. Türkiye’nin bağımsız ve başı dik bir ülke olarak var olabilmesinin yolu küresel sermayenin hükümranlığı altında borçlanmaya dayalı kısa vadeli çözümlerden değil, devletçi ve kamucu bir iktisadi anlayışın bağımsızlıkçı bir siyasal irade eliyle yürütülmesinden geçiyor. Küresel sermayeye teslim olan AKP’nin ve “alternatifi olarak pazarlanan” muadillerinin böylesi bir siyasal vizyona sahip olmadıkları Mehmet Şimşek güzellemeleri ve Dünya Bankası’ndan alınan kredileri alkışlamalarından anlaşılmaktadır.