2009 krizinden bu yana küresel ölçekte yükselen sağ siyasetten söz ediliyor.
Gerçekte olan ise sağın yükselişi değil tam tersine krizi…
Alabildiğine pompalanan ırkçılık, din, kimlik politikaları, Batı-Doğu, Hıristiyanlık-İslam karşıtlığına rağmen kitleleri dalgalandıran bir sağdan söz etmek mümkün değil.
Eskisi gibi kurumlar ve devlet adına konuşan merkez sağ kalmamış, yerini doldurmaya aday neo-sağcılık da anti-politikaya sarılmış: yer yer devrimci solun anti-kurumsal yıkıcı söylemini taklit ederek, bir şey inşa eden değil var olanı yıkmayı/bozmayı hedefleyen, spekülatif bir çizgide hareket ediyor.
Bazı ülkelerde 20. yüzyıldan miras ulus-devlet yapısının bozulmasından kaynaklı kurumların savunmasızlığından ve siyasal sistemin zaaflarından faydalanarak iktidara gelen bir takım sağ fenomenler var; ama kitlelere nüfuz etmiş, örgütlü bir sağ yükseliş yok.
Yeni-muhafazakarlık (neo-con) denilen Sağ’ın son 40 yılda hızla küresel ölçekte egemen ekonomi olan neoliberalizmin bir sonucu olduğuna kuşku yok.
Ardı ardına gelen ve durdurulması olanaksız neoliberal krizler neticesinde; ulusal ekonomilerdeki gelir uçurumu ve ülkeler arasındaki fark her defasında onlarca kat derinleşiyor.
Bunun tek tek ülkelerde orta sınıfın buharlaşması gibi sosyal sonuçları oluyor.
Sınıfsal yapının değişimine, küresel tarım tekellerinin toprak üzerindeki egemenliğiyle halkın topraksızlaşması eklendiğinde kültürel kriz ortaya çıkıyor.
Emperyalist askeri müdahalelerle yaratılan kitlesel göç akımlarıyla bu sosyo-ekonomik ve kültürel kriz kültürel çatışmaya dönüştürülüyor.
Böylece ulusal yapıda yıkıma toplumların kimlik krizleri eşlik ediyor.
Sınıfsal çatışma, akademi ve medya merkezlerinde ana akım olan sol-liberalizmin pompaladığı kültür politikalarıyla soğruluyor.
İşte neo-sağcılık küresel ekonomik neoliberalizm ve emperyalist askeri müdahalelerin yarattığı bu koşullardan besleniyor.
Aslında neo-sağcılığa “küresel” yakıştırması yaygınlığından ziyade küresel sermayenin yoğunlaştığı AB-ABD Atlantik merkezinde ortaya çıkmasından kaynaklanıyor.
Brezilya, Hindistan gibi bölgesel güçlerdeki sağ iktidarlar her ne kadar muhafazakarlıkta küresel neo-sağcılıkla ortaklaşsa ya da popülist milliyetçilik yapsa da batıdaki benzerleriyle aynı cephede bütünleşemeyecek çelişkiler taşıyor.
Bunun en net ifadesi Rusya ile güçlü bağları ve BRICS gibi küresel güneyin parçası olmalarıdır.
Zira küresel neo-sağcılık, dizginsiz emperyalist askeri müdahalelerde ve bağnaz bir Hıristiyanlıkta anlamını buluyor.
Bu açıdan Türkiye’deki sağ Avrupa sağının hiçbir kanadıyla ortaklaşamaz.
Çevresindeki tüm alanın doğrudan emperyalist askeri müdahalelerin hedefi olması Türkiye’nin bütünlüğünü korumasını zorlaştırıyor. Milyonlarla ifade edilen göç akımlarına maruz kalması bir tarafa sonu gelmeyen bu çatışmalar Türkiye ekonomisinin gelişme koşullarını tahrip ediyor.
Sadece Gazze’deki korkunç kıyım ve yıkım bile Türkiye’nin iç siyasi dengelerini bozmaya yetti.
Bu koşullarda Türkiye’deki sağın neoliberal ekonomiye ideolojik bağımlılığı küresel neo-sağcılıkla bütünleşmesi için yeterli değil.
Bu gerçeklere rağmen bazı ideologlar Türkiye’deki sağın “küreselleşememesinden” şikayetçi.
Onlara göre, Türkiye Sağ’ı Batılı neo-sağcılıkla bağlar kurarak küreselleşebilir. Ancak bu şekilde “aşırı yerellik” batağından kurtulabilir.
Bu tam bir Batı merkezli bakış açısı.
Oysa Türkiye’de gerek İslamcı gerekse milliyetçi sağın kitleselleşmesindeki en önemli etken yerel olmasıdır.
Aslında sağın bu küreselci ideologları “eşekten düşmenin teorisini” yapıyor.
Çünkü Türkiye’de sağı çökerten aşırı yerelci olması değil: AKP iktidarında küresel piyasaya tam bir teslimiyet getiren neoliberal politikalardır.
AKP halka bir şeyler verirken bile bu anlamda hiç hedefinden ayrılmadı ve Kemal Derviş’ten devraldıkları iktidarı şimdi Mehmet Şimşek’le nihayetine erdirmek üzereler.
Şimşek, Türkiye Sağının küllerini bir daha birleşemeyecek şekilde rüzgarda savuruyor.