Batılı bir akım olan neo-sağcılık başından itibaren bir taban örgütlenmesi yaratmak için enerjisini harcamadı ve sadece merkezi hedefledi.
Mevcut merkezi, 21.yüzyılı anlamamakla ve 20.yüzyıldan kalma işe yaramaz ekonomi politikalarında ısrar etmekle suçladı. Sermayenin kulağına hoş gelecek, devletin ekonomideki rolünü küçümseyici söylemlerle öne çıktı. Bu retorik medya ve sermaye tarafından piyasacı tabirle “satın alındı”.
Diğer yandan neo-sağcılığın özellikle Avrupa sahnesinde yer yer faşizm emareleri sergilediğine tanık olduk. Fakat bu emareler mülteci sorunu ya da pandemi döneminde aşının zorunlu olması gibi meselelerin gölgesinde gerçekleştiği için “dolaylı” biçimde yansıdı.
Bunu bir tür “takiye” olarak değerlendirmemek lazım. Zira “tarihsel faşizm” 1945 yenilgisinden beri kendini her boyutuyla yeniledi.
Faşizm uzun bir dönem iktidarı ele geçirme düşüncesini terk edip sadece iktidara ideolojik açıdan nüfuz etme yöntemini benimsemişti.
Ancak faşizmin geçmişten bugüne miras olarak aldığı en önemli özelliği her şeyi kendine mal etme kapasitesidir. Bu anlamda sadece din ve milliyetçilikle ilgili enstrümanları değil anarşizm, feodalizm, sosyalizm ve kapitalizmle ilgili olanları da kullanmayı iyi becerir.
Avrupa’da artık 80’lerin-90’ların gettolaşmış neo-faşistleri yerlerini sendika, akademi ya da bürokrasi kadrolarına bırakmış durumda.
Bana göre, neo-sağcılık işte bu neo-faşist hareketin tecrübesine, ruhuna ve kadrolarına sahip çıktığı için 21.yüzyıl faşizminin ta kendisidir.
Neo-Sağcılık neo-faşizmin yarım bıraktığı her şeyi kaldığı yerden bugüne taşıyor.
Örneğin biyolojik ırkçılığın yerini evrensellik karşıtlığı aldı. Ama aynı zamanda faşizmin etkin bir “uluslararasılaşma” siyaseti ortaya çıktı.
İşte geçen yazıda bahsettiğim Türkiye sağına örnek olarak sunulan “Küresel Sağ” kavramı da buradan türedi.
Küresel neo-sağın sayısız örgütlenmesi var ama bunların en önde geleni Muhafazakâr Siyasi Eylem Konferansı “CPAC”.
CPAC, 70’lerin ortasında Reagan’ın adaylığını destekleyecek Cumhuriyetçiler içindeki muhafazakar birliği için oluşturulmuştu. O tarihlerden bu yana da sembolik bir oluşumdan başka anlam taşımıyordu. Ancak Trump muhafazakar nostaljiden başka bir şeyi ifade etmeyen bu oluşumu kendi adaylığı öncesinde 2010’da yeniden harekete geçirdi.
İşin ilginç yanı Trump’un CPAC’daki liderliğinin sponsoru GoProud adında bir eşcinsel gruptu. Bunlar “Trump için LGTB” hareketini başlattılar. Hatta 2014 yılında CPAC, “American Atheists”e bir davetiye bile göndermişti. Fakat bu derneğin Hıristiyanlık karşıtı söylemleri sebebiyle davetiye geri çekildi.
CPAC içinde hatırı sayılır ölçüde feminizm, ırksal azınlıklar, yeşiller ve “transgender” taraftarı görüşlere sahip neo-sağcılar bulunuyor. Kuşkusuz gelenekten gelen neo-sağcılar bu görüşleri baskı altında tutmaya çalışıyorlar ama Steve Bannon gibi danışmanlar hareket içinde bu tip “alternatifleri” canlı tutmaya çalışıyor.
Neo-sağ içindeki bu görüşler ayrıntı gibi görünse de hareketin kapasitesi yansıtıyor. Yani karşımızda geleneksel görüşlerle kendini sınırlamış bir faşizm yok.
CPAC, Trump liderliğinde her yıl düzenli olarak toplanıyor ve her buluşmada yeni katılımlar gerçekleşiyor.
Geçtiğimiz Şubat sonunda Maryland’da gerçekleşen bu yılki konferansta CPAC’a İspanya’nın neo-sağcı Vox partisinin lideri Santiago Abascal ve eski İngiltere Başbakanı Liz Truss gibi başka yabancı siyasetçiler de katıldı. Daha önceki toplantıların yıldızı Macaristanlı Orban iken bu yıl Arjantinli Javier Milei ve El Salvador başkanı Bukele oldu.
Yukarıda isimleri geçen aktörler neo-sağcılığın “anarko” yapısı hakkında bir fikir veriyor.
Aslında bu aktörlerin hiçbiri aynı düşünmüyor ve dahası temsil ettikleri ülkelerin koşulları birbirinden tamamen farklı.
Örneğin Orban daha geleneksel sağ çizgiye sahipken Milei sağ kesimde bile saçma sayılan anarko-kapitalist fikirleri savunuyor.
Popülist milliyetçiliği emperyalist müdahaleleri meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramayan İngiltere’deki Liz Truss’un İspanya’da Franco’yu bile rahmetle aratan faşist görüşlere sahip Vox Partisi ile hiçbir alakası bulunmuyor.
Daha da önemlisi bunların birbirine doğrudan bir faydası da yok. Diyelim Trump iktidara gelince Arjantin’e para akıtmayacak. Ya da Vox’un İspanya’da iktidara gelmesinin İngiltere’deki muadiline bir yararı olmayacak.
İşte bu sahnede neo-sağcılık adeta bir dahaki büyük savaşa kadar kabileyi oyalayacak bir pagan ayinine benziyor. Neyi savunduklarının bir önemi yok; önemli olan yeterince güçlü görünmek. Çünkü güç kafa karıştırıcı bir şey.
Tek yetenekleri de bu: Kafa karıştırmak, toplumların algısını bozmak. Ve bunu yaparken sosyal medya araçları onlara mükemmel bir hizmet sunuyor.
Öte yandan şunu da eklemeliyim ki neo-sağcılığın merkeze yerleşmesi birden değil zaten uzun yıllardır sürmekte olan “otoriter uzlaşma”nın bir neticesidir. Merkez sağ 2001 sonrası emperyalist müdahalelerle paralel biçimde kademeli olarak radikalleşti. Bununla beraber muhafazakar siyaset giderek daha otoriter bir pozisyon belirleyerek “neo-con”uluğu benimsedi.
Son yıllarda ise neo-con’culuk ve neo-sağcılık arasındaki mesafe hızla kapandı. Macaristan’da Orban uzun siyasi kariyerinin zirvesine böyle ulaştı. İtalya’daki Meloni yönetimi büyük oranda bu ikisinin uzlaşmasına dayanıyor. Almanya’da yakın bir gelecekte Nazi yanlısı partinin Hıristiyan Demokratlar ve Liberallerle koalisyon kurması bekleniyor.
Macaristan ve El Salvador dışında bu neo-sağcı liderlerden hiçbirinin oyu %30’u geçmiyor. Orban ve Bukele’nin şansı 3-5 milyon seçmene sahip küçük ülkelerde politika yapmaları. Bu ikisi elde ettiği desteği neo-sağcı görüşlerden çok iktidardaki yönetme becerilerinden alıyor.
Neo-sağ kitleleri örgütleyerek değil eski sağı yutarak güçleniyor. Üstelik geleceğe dair tutarlı bir doktrine sahip olmadan bunu gerçekleştiriyor. Bu hem neoliberal sistemin hem de sağın içindeki derin ideolojik krizin göstergesi.
Ayrıca neo-sağcılık kitlelerin ihtiyaçlarına cevap verebilme kapasitesinden yoksun. Bu yüzden yalnızca komplo, çatışma ve savaşla iktidarlarını sürdürebilir.
Bu neo-sağın neden batılı olduğu sorusuna ve gerçek misyonuna dair bir cevap oluşturuyor: Atlantik cephesinin emperyalist arzularını kışkırtmak.