Batı kaynaklarında sıkça Macaristanlı Orban ile Erdoğan’ı özdeş tutan yorumlara rastlıyoruz.
Orban’ın neo-sağın önde gelen temsilcisi olduğuna şüphe yok. Bu yüzden Türkiye’deki küreselciler Orban’ı sağa örnek alınması gereken bir lider olarak sunuyorlar.
Belki Erdoğan, şu “BOP eş-başkanlığı” hikayesinde olduğu gibi AB üyeliği hayalini de pazarladığı ilk yıllarında Orban’ın yaptığını başarmaya çalışmıştı.
Ancak ilk yazıda da açıklamaya çalıştığım gibi ne Türkiye Macaristan olabilir ne de Erdoğan Orban.
Nihayetinde Erdoğan, Batının önünde rahatsız edici bir gölgeye dönüşürken Orban onların yaramaz çocuğu olarak yoluna devam ediyor.
İkisinin toplumu kültürel çatışma ile kutuplaştırma, “popülist milliyetçilik”, Putin’le arayı bozmama, NATO ve AB ile pazarlıkçı tutum gibi benzer yönleri var.
Fakat Orban’ın Batı Kampının merkezinde neo-sağcı akımın temsilcisi olmasıyla Erdoğan’ın Batı Kampına tutunmaya çalışan bir neo-islamcı olması arasında büyük farklar var.
İşte bu fark büyük oranda Türkiye’nin 1950’lerde Batı Kampına dışarıdan monte edilmiş bir ülke olmasından kaynaklanıyor.
O tarihten bu yana Türkiye’nin Batıda kabul edilebilirliği onların yükünü taşıyabildiği ölçüde oluyor.
Esasında Türkiye’nin bütün büyük sıkıntıları, baştan kabul ettiği, bu rolünü Erdoğan yönetiminde abartılı biçimde oynamasından kaynaklanıyor.
Bu durum Orban’ın Erdoğan övgüsünde açıkça görülüyor.
Orban, her fırsatta Türkiye’nin batıya yönelmiş mülteci akınını durdurmasa Avrupa’nın mahvolacağını söylüyor. Aynı Orban, Mavi Akım’da Türkiye üzerinden gelen Rus gazının da en iyi müşterisi.
Türkiye sadece mülteci akınına ev sahipliği yaparak değil askeri ve ekonomik açıdan da Batıyı rahatlatıyor.
Suriye, Ukrayna, İran ve İsrail meselelerinde, Azerbaycan’ın Batı Kampına entegre olmasında Türkiye Batının elini çok rahatlattı.
Türkiye’nin “AB sürecinde” üretim kapasitesi artsa da bu Batı için çevre ve emek maliyeti olan ürünlerin tedariki yönünde gerçekleşti. O yüzden hiçbir zaman teknolojisini geliştiremedi ve üretimi ithal ara malına bağımlı kaldı.
Sonuç olarak Erdoğan neo-sağcı küresel kampta kendine bir yer bulamadı.
Trump’la iyi anlaşıyor gibi görünmesi aslında onun Erdoğan’ı umursamamasından kaynaklanıyordu. Böylece Erdoğan “Rahip Branson” olayında olduğu gibi Trump’a istediğini verdikten sonra hareket alanına sahip olduğunu düşünüyordu. Ama gerçekte Libya macerası gibi Erdoğan açıldıkça ABD’nin ağına düşüyordu.
Önceki yazılarda açıklamaya çalıştığım üzere neo-sağcı akım Batılı, Hıristiyan ve göçmen karşıtlığı gibi kesin kurallara sahip.
Bu ilkelerin ilk ikisi emperyalist karakterine hizmet ederken “göçmen karşıtlığı” faşist bir demagojiden öteye gitmiyor. Çünkü esasında göçmenler ucuz işgücü anlamına geldiği için bunu sürdürmek zorundalar. Trump bu yüzden gerçekleşmesi ekonomik ve fiziki olarak mümkün olmayan bir Duvar Projesini başlattı. Duvar Projesi Meksika’nın ve Latin göçmenlerin üzerindeki ekonomik baskının artırılmasından başka anlam ifade etmiyordu.
Sadece İslamcılığı ve göçmen dostu olması nedeniyle değil aynı zamanda halen Türkiye’de geleneksel siyaset tarzını sürdürmesi açısından da Erdoğan küresel neo-sağcı kodlara uymuyor.
Öyleyse Türkiye’de neo-sağcılığın temsilcisi kim olacak sorusu ortada duruyor.
İlk çıkışında Meral Akşener ve İYİP biraz bu kodlara yakındı. Ama ne Akşener ne de partisi geleneksel sağın “yüklerinden” kurtulamadı ve fazlasıyla yalpaladığı için önemsizleşti.
Mayısta Kılıçdaroğlu’nu masaya oturtup protokol imzalatan Ümit Özdağ o sırada yeterince neo-sağcı görünüyordu.
Fakat Türkiye çevresini saran ateş çemberine, derin ekonomik sorunlarına ve özellikle mülteci akını şokuna rağmen şaşırtıcı derecede ılımlı bir ülke.
10 yılda 10 milyon göçmen almış Türkiye’nin “aşırı sağcı” lideri Özdağ bile göçmen karşıtlığında 300 bin mülteci almış bir Avrupa ülkesinin sağcısından daha ılımlı bir dile sahip.
1 milyon Suriyeli geldi diye Almanya’da ırkçı partinin oyunun %30’lara çıktığını unutmayalım.
Peki başka kim aday olabilir, neo-sağın Türkiye şubesine; oğul Erbakan’ın YRP’si mi?
YRP kürtaj, LGTB karşıtlığı, çocuk yaşta evliliğe destek vermesi gibi konularda neo-sağcılığa benziyor. Ama bu özellikleri geleneksel İslamcı çizgisiyle de açıklanabilir.
Bunun ötesinde YRP ile neo-sağcılık arasında hiçbir paralellik kuramıyoruz. YRP geleneksel İslamcı bir işçi-köylü partisi görünümünde. Sadece İsrail karşı söylemleri bile onu batılı neo-sağcı kamptan uzak tutar.
Doğrusu ben pandemi sürecinden bu yana Türkiye’de neo-sağcı tabanın en çok CHP’de olduğunu düşünenlerdenim.
Dikkat edilirse mülteci karşıtlığı en çok bu parti sıralarında yankı buluyor.
Örneğin başka hiçbir parti Bolu Belediye başkanı Tanju Özkan’ın yabancı düşmanlığına yaklaşamıyor.
Ayrıca neoliberal ekonominin en büyük hayranları yine CHP tabanında toplanıyor.
Hatırlarsak “6 Masa”nın en büyük düsturu kemer sıkma ve liyakatti.
Ayrıca iktidarın İslam dayatmaları ve Müslüman mülteci akını bu kitlede Batı ve Hıristiyan kültürü hayranlığını tavan yaptırdı.
Bu dertlerden kurtulmak için CHP’nin yeni liderliği de Batıyla uyumu tek çare olarak görüyor.
Yine de CHP hiçbir zaman neo-sağcı bir görüntü vermeyecektir.
Bunu hem Batı istemez hem de zaten Türkiye’nin 1950’lerden bu yana süregelen Batıyı rahatlatma rolünü sürdürmek için “sosyal demokrat” görünüm de gayet yeterlidir.
Ancak devleti kendi hedefleri için aşırı bir müdahale aracı olarak kullanan Erdoğan sonrası “Devlet Karşıtlığı”nın artacağına kuşkum yok.
Bunu belki “reform” belki de “özgürlük” adına yapacaklar.
İşte bu “özgürlük yolu” bugünden Mehmet Şimşek neoliberal taşlarıyla döşeniyor.
Yani “devlet karşıtlığı” siyasetteki anlamını “adem-i merkeziyetçilikte” esasta ise neoliberal ekonomide karşılığını bulacak.
Şimdiden AKP döneminin arızaları üzerinden ihalecilik, “popülizm”, “adam kayırmacılık” karşıtlığı ve kurallı ekonomi efsaneleriyle neoliberal prensipler topluma yediriliyor.
Ayrıca CHP küreselleşme açısından diğer sağ partilerden daha kolay dönüşen ve “aşırı yerellik” gibi geleneksel yüklerden müstesna “kentli” bir parti.
Belki gelecekte bizim de bir Trump’ımız olur.
Arjantinli Javier Milei’in Türkiye gibi ülkelerde taklidi çok olur ama o seviyeye ulaşabileceklerine ihtimal vermiyorum.
Fakat yine de bugün Türkiye koşullarında hiçbir şey Şimşek’in “yerel halk” söylemi kadar neo-sağcı durmuyor.