Emekçiler sabah olduğunda mutlu bir güne değil, gitmek istemedikleri işyerlerine yetişme telaşıyla uyanırlar. Kahvaltı yapmaya vakitleri yoktur; evde 3 yaşında bir çocuk vardır ve varsa bir lokma yiyeceği bile ona ayırırlar. Aç, yorgun ve mutsuz bir şekilde yola koyulurlar.
Sırtlarında her geçen gün biraz daha ağırlaşan bir yük var: Geçim derdi.
İşçiler çalışıyor, üretiyor, alın teriyle hayatı ayakta tutuyor ama yoksulluk yakalarını bırakmıyor. Çünkü hak ettikleri ücreti vermiyorlar; emeğin değeri her gün biraz daha küçülüyor. Büyük holdinglerin sahip olduğu üretim tesislerinde çalışan işçilerin yalnızca %20’si ana şirketin kendi kadrosunda yer alıyor. Geri kalan %80 ise aynı işkoluna bile kayıtlı olmayan taşeron şirketlere bağlı işçilerden oluşuyor. En ağır, en yorucu işleri de çoğunlukla bu taşeron işçilerine yaptırıyorlar. İşçiler asgari ücretle çalışırken her geçen gün daha da yoksullaşıyor. Kadrolu çalışanların aldığı ücret ise asgari ücretten çok da yüksek değil; yani aradaki fark hem küçük hem de güvencesizlik hâlâ devam ediyor.
Taşeron şirketlerin fabrikalarda ve hatta kamu kurumlarında bu kadar yaygın olması, aslında patronların kendi aralarındaki çıkar ilişkilerinden kaynaklanıyor. Birçok fabrikada işe alınan işçiler, fabrikanın asıl işkoluna değil, bambaşka alanlarda faaliyet gösteren taşeron firmalara bağlı görünüyor. Bu durum en çok fabrika sahiplerinin işine yarıyor; çünkü sorumluluk, iş güvenliği, sigorta ve hak taleplerinden kolayca sıyrılabiliyorlar. Taşeron firmalar pek çok fabrikada şubeleşmiş durumda.
İşçiler bir araya gelip sendikalaşmak istediklerinde ise önlerine büyük bir engel çıkıyor: Aynı işyerinde çalışsalar bile farklı işkollarına kayıtlı gösteriliyorlar ya da taşeron şirketin diğer fabrikalarda da işçi çalıştırması nedeniyle “işkolu birliği” sağlanamıyor. Bu yüzden işçiler çoğunluğu oluşturamadıkları için sendikayı kuramıyor veya işyerine getiremiyorlar.
Sendikası bulunan işyerlerinde bile patronlar, taşeron firmalarla anlaşarak işçi alımına yöneliyor. Böylece işyeri büyürken işler doğrudan taşeronlara devrediliyor. Yani sendika varmış gibi görünse de üretimin önemli bir kısmı sendikalı işçilerden alınıp taşeron sisteme kaydırılıyor. Hatta bazı durumlarda fabrikanın asıl patronları, kendi adlarına görünmeden taşeron şirketler kurduruyor. Yani hem ana işveren hem de taşeron firma aslında aynı çıkar grubuna hizmet ediyor. Bu şekilde hem maliyetleri düşürüyorlar hem de sorumluluklardan kaçıyorlar: İş güvenliği, tazminat, sigorta, fazla mesai gibi yükümlülükler taşeronun üzerine bırakılıyor; fakat kazanç patronun kasasına gidiyor.
Taşeron şirketlere yönelmenin bir diğer nedeni de işçileri çalıştırırken uyguladıkları ağır ve adaletsiz şartlardır. İşe alım aşamasında işçilerin önüne kalın sözleşmeler koyulur; bu sözleşmelerde fazla mesainin zorunlu olduğu, bayram tatillerinden dönüşte “telafi mesaisi” adı altında çalıştırılabilecekleri ve buna rağmen ücret ödenmeyeceği gibi birçok hukuksuz madde yer alır.
İşçiler geçim kaygısı nedeniyle bu koşulları kabul etmek zorunda bırakılır. Çünkü imzalamadıklarında işsiz kalma korkusu vardır. Bu maddeler işçinin değil, tamamen işverenin çıkarına hizmet eder. Yasa dışı veya gri alanda kalan bu uygulamalar, taşeron sisteminin en görünmeyen ama en ağır sömürü araçlarından biridir.
Sendikalar, taşeron sistemine karşı yalnızca sözle değil, kararlı bir mücadeleyle durmalıdır. Mecliste taşeron sistemini sınırlayan, işçinin aleyhine değil lehine olan yasalar çıkarılmalıdır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, bu şirketlere karşı gerçek anlamda denetim yapmalı; kurallara uymayanlara caydırıcı yaptırımlar uygulamalıdır. Emekçilerin yaşadığı zorluklar, yoksullaşma ve güvencesizlik artık görülmelidir. Kadın emekçilerin nasır tutmuş elleri, omuzlarında taşıdıkları yük, göz ardı edilmemelidir.
Siyaset de sendikalar da taşeronun değil, emekçinin yanında olmalıdır.
Çünkü bu dünyayı sırtında taşıyan, alın teriyle ayakta tutanlar emekçilerdir.
