More

    Çöken Sadece Adalet mi?

    Adaletin çöküşünden söz ederken, meseleyi yalnızca son yılların yolsuzluk ve sahtecilik vakalarıyla sınırlamak eksik olur. Çünkü bugün yaşadığımız tablo, kökleri Cumhuriyet’in kuruluş sürecine ve özellikle de 1950’lerle birlikte başlayan sağ iktidar dönemlerine uzanan tarihsel bir sürecin sonucudur.

    Kuruluşun Halkçı Damarı

    Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet, tüm sınıfsal sınırlarına rağmen görece halkçı bir modernleşme projesi izledi. Eğitim ve sağlık alanında kamusal hizmetlerin yaygınlaştırılması, kadınların yurttaşlık haklarına kavuşması, köylüye yönelik okuma-yazma seferberlikleri bu dönemin kazanımlarıydı. Kapitalist dünya sistemiyle eklemlenmiş olsa da devletçilik politikaları, en azından bir ölçüde sermaye birikimini denetim altına alıyor, kamusal çıkarı gözetiyordu.

    Burada altını çizmek gerekir ki, bu halkçı damar sınıfsal olarak sınırlıydı. Toprak reformu hiçbir zaman gerçekleşmedi; köylülüğün üzerindeki feodal yükler tam anlamıyla kalkmadı. Ancak yine de bu dönemde Cumhuriyet, yurttaşlık eşitliği ve laiklik temelinde önemli bir meşruiyet zemini üretebiliyordu.

    1950 Sonrası: Sağ İktidarlar ve Çürümenin Başlangıcı

    Esas çürüme, 1950’lerle birlikte başladı. Demokrat Parti iktidarıyla beraber Cumhuriyet’in halkçı-kamucu yönü tasfiye edilirken, tarikat-cemaat yapıları ve özel sermaye güçlendirildi. Devletçilik yerine liberal politikalar, laiklik yerine dini referanslı toplumsal mühendislik ön plana çıktı.

    Bu dönüşüm, Gramsci’nin kavramsallaştırmasıyla bir “hegemonya kayması”ydı. Cumhuriyet’in kurucu blokunun yerine, sermaye gruplarıyla ittifak halindeki sağ siyaset ve tarikat ağları geçti. Böylece Cumhuriyet’in meşruiyet kaynağı olan yurttaşlık eşitliği fikri zayıflarken, yerini sınıfsal ayrıcalıklara dayalı bir düzen aldı.

    Sahtecilik ve Rüşvet: Düzenin Mantıksal Sonucu

    Bugün yaşadığımız sahte diploma çeteleri, sahte reçeteler, adliyelerdeki rüşvet pazarlıkları, sadece “bireysel suçlar” değildir. Bunlar, sermaye düzeninin işleyiş mantığının toplumsal ölçeğe yansımasıdır. Marx’ın ifadesiyle “üst yapı” olan hukuk ve bürokrasi, ekonomik altyapının – yani sermaye birikim süreçlerinin – ihtiyaçlarına göre şekillenir. Sermaye birikimi rüşvetle hızlanıyor, sahte belgelerle meşrulaşıyor, siyasal iktidar tarafından korunuyorsa; adaletin çöküşü tesadüf değil, sistemin zorunlu sonucudur.

    Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı: Hangi Cumhuriyet?

    Bugün sıkça “Cumhuriyet’i korumak” söylemi dile getiriliyor. Ancak sorulması gereken, hangi Cumhuriyet’in korunacağıdır. Çürüyen, aslında 1950’lerden itibaren sağ iktidarlar eliyle sermaye ve cemaat çıkarlarına teslim edilmiş Cumhuriyet’tir. Dolayısıyla görev, bu çürümüş Cumhuriyet’i korumak değil; kuruluş döneminin halkçı kazanımlarını da aşarak, emekçi sınıfların çıkarlarını merkeze alan yeni bir Cumhuriyet inşa etmektir.

    Bu yeni Cumhuriyet, ancak sosyalist bir perspektifle mümkün olabilir:
    • Eğitim ve sağlık piyasadan çıkarılmalı, tamamen kamusal bir hak haline getirilmeli.
    • Yargı ve bürokrasi, sermayenin değil toplumun denetimine açılmalı.
    • Emek-sermaye çelişkisi, sermayenin lehine değil, halkın lehine çözümlenmeli.
    • Laiklik, cemaat ağlarını tasfiye edecek şekilde yeniden tahkim edilmeli.

    Bugün çöken sadece adalet değildir. Çöken, 1950 sonrası sağ iktidarların şekillendirdiği, sermaye ve tarikatların çıkarlarına dayalı Cumhuriyet’tir. Ancak bu çöküş, aynı zamanda yeni bir inşanın imkânını da barındırıyor. Görev, kuruluşun halkçı mirasını sahiplenerek, onu emekçi sınıfların çıkarları doğrultusunda dönüştürmek; yani sosyalist bir Cumhuriyet hedefini somut bir siyasal programa dönüştürmektir.

    Yazılar

    Yazılar

    spot_img