14 Mayısa giden son dönemece Kılıçdaroğlu’nun Rusya’yı hedef alan sürpriz çıkışıyla girdik:
Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı birdenbire “komployu” fark etmiş ve Putin’i “Türk’ün devletinden elini çek” diye uyarmayı acil bir görev addetmişti.
Doğrusu ortada basit bir video dışında “Rus hacker”ların işi olabilecek karmaşık bir eylem yoktu. CHP genel başkanı “Elimde delil olmadan konuşmam” dese de bunu ne kamuoyuyla ne de Rus yetkililerle paylaştı.
Tarikat kültürünün siyasetin her alanına nüfuz ettiği ülkemizde liderin her davranışında bir keramet aramak kuraldır. Bu koşullarda “herhalde” diye düşündü insanlar “milliyetçi oylara oynuyor”.
Öyle ya Türk sağında Soğuk Savaş’tan kalma bir Rus düşmanlığı vardı…
Oysa Kılıçdaroğlu’nun, Türkiye’de sağın kalıcı hiçbir değerinin olmadığını en azından son 20 yıllık AKP deneyiminden çıkarmış olması gerekirdi.
Türkiye’de sağ ne Türk’tür ne de Arap. Din de onun kültür boşluğunu kapatmak için kullandığı araçtan başka bir şey değil. Böylece dini de kendileri gibi kültürsüzleştirdiler.
Türkiye’de sağ her şey olabilir ama milliyetçi olamaz. Dünyanın herhangi bir ülkesinde böyle bir göç akını çok güçlü bir milliyetçi refleksle karşılanırdı. Bu refleksi bile veremeyecek kadar kimliksizdir Türkiye’de sağ.
Ve değerler kültürle taşınır: CHP’nin sağcılaştıkça kültürsüzleşmesi tesadüf değil.
Şimdi seçimlerin ikinci turuna bir hafta kala iyice “sağcı” bir dile başvurmanın ise Kılıçdaroğlu’na faydası olmayacak. Karşısında “vallahiler billahiler”le masaya yumruğunu vurarak motive edeceği bir kitle yok.
Zaten bu inandırıcılık meselesi başından bu yana Kılıçdaroğlu’nun liderlik sorununun merkezinde duruyor. “Adalet Yürüyüşü”nden “SADAT Baskını”na “Mutfak Konuşmaları”ndan Ekmeleddin İslamoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı yapmasına kadar eylemlerinin sonunda bir şeyleri değiştirebileceğine dair bir kanaat oluşmuyor.
Kılıçdaroğlu’nun “Helalleşme Buluşmaları” tarzı açılımları, “biz değiştik” açıklamaları bile CHP’ye ya da sola bir siyaset alanı açmıyor, sadece sağın mağduriyetini haklı kılıyor.
Belki de memuriyetten sonra girdiği için, bilmiyorum ama politikayı yanlış anlıyor. Başından beri sadece kendi adıyla anılan eylemler geliştirerek siyaset yapıyor. Oysa politika liderin yön göstermesiyle kitlelerin uygulaması gereken bir şeydir.
İttifak politikaları da en az liderliği kadar sorunluydu. Kılıçdaroğlu çökmüş olan merkez sağı yapılandırmak gibi anlamsız bir misyon yüklendi.
Bunun yerine yükselen kriz ortamında emekçilerin sorunlarının öne çıktığı bir siyaseti inşa etseydi bugün iktidar bile kaçınılmaz olarak daha reformist, yenilikçi politikaları savunmak zorunda kalacaktı.
Ancak CHP sağın payandalığını yapmaktan öteye gidemedi.
Üstelik merkeze oturtmaya çalıştığı İYİ Parti (İYİP) yine Kılıçdaroğlu’nun kendi adaylığını dayatması sebebiyle güç kaybetti.
Seçim sonuçları İYİP dışındaki ittifakların bir fayda getirmediğini kanıtlıyor. Öyleyse “6’lı Masa” saçmalığının tek varlık sebebi Kılıçdaroğlu’nun adaylığını onaylamaktı. Zira Kılıçdaroğlu adaylığını Meral Akşener’e kabul ettiremeyeceğini biliyordu. Bu yüzden de son ana kadar masaya getirmedi.
Görünen o ki Kılıçdaroğlu adaylığını, etrafındaki Tuncay Özkan gibi her dönem “işini bilen” tiplerin desteğiyle tüm ülkeye dayattı. Demokratik siyasetin gereği, adaylığını en azından partisi içinde ön seçimle onaylatmak bir tarafa kendi kurduğu ittifak bileşenleriyle bile müzakere etmedi. Çünkü İmamoğlu ve Yavaş karşısında şansı olmadığının farkındaydı. Üstelik toplumun genel eğilimi başarılı belediye başkanlarından yana ya da siyasetin gençleşmesi yönündeydi.
Seçimin sonucu, Kılıçdaroğlu’nun “Adalet Yürüyüşü”nden bu yana adım adım inşa ettiği ittifak siyaseti iflasının ilanıdır.
Açıkça önümüzde duran gerçek şu ki Kılıçdaroğlu’nun siyasetleri sağlam bir temel üzerinde yükselmiyor. Bunun kaynağını Erdoğan’ın siyasetlerinden çıkarabiliyoruz. Zira anti-Erdoğancılık Kılıçdaroğlu’nun inşa ettiği siyasetlerin odak noktasıdır.
Erdoğan iktidarını korumak için iktisadi temelli bir siyaset yürütüyor: 2018’den bu yana Türk Lirasını değersizleştiren düşük faiz politikası sayesinde istihdamı arttırıyor ve KOBİ’ler karlarını sürdürüyor.
Bu siyaset Erdoğan’a işçi sınıfı ve KOBİ sahiplerini aynı ittifakta bir araya getirme olanağı sağlıyor.
Ücretlerdeki düşüşe alım gücündeki azalma eşlik ederken bile bu ittifak bozulmuyor. Bir yandan KOBİ’leri kredilerle desteklerken, diğer yandan işçilerin asgari ihtiyaçlarını yardımlarla karşılamaya devam ediyor.
Bu süreçte Erdoğan, sınıfsal konumu kapitalistlerle küçük burjuvazi arasında kalan KOBİ sahiplerinin, işçilerle İslami motifler ve milliyetçilikle örülü ortak kültürel kodlarını kah Ayasofya’yı cami yaparak kah İHA’larla yeniden üretiyor. Böylece işçi sınıfının örgütsüzlüğünü ve tabi düşük ücretleri garanti altına alıyor.
İktidarın ekonomi siyasetlerinden kaygılı KOBİ’cilerin bir kısmının İYİP ve İmamoğlu etrafında toplandığını fakat Kılıçdaroğlu’nun ittifakın dilinin bu zeminde gelişmesine adaylığını dayatarak engel ve giderek küçük burjuva söylemlerin kampanyaya egemen olduğunu eklemeliyim.
Kılıçdaroğlu’nun kozmopolit ittifakı ise büyük oranda Lira’nın zayıflaması sebebiyle konforunu yitiren küçük burjuvaziye dayanıyor. İttifakın ekonomi kurmaylarının öne çıkan söylemleri de bu küçük burjuvazinin “AKP’nin ilk dönemi” nostaljisinden öteye bir ufka sahip olamadığını gösteriyor. Bu da bize ülkenin yarısını teşkil eden yoksul halkın neden hiç Babacan’a itibar etmediğini açıklıyor. Çünkü gerçekte ne o dönem ne de başka bir zaman yoksulların hayatında önemli bir değişiklik yaratılmamıştı. Zaten rakamlar da ortada bir ekonomik mucizenin olmadığını kanıtlıyor.
Yoksul yığınların Kılıçdaroğlu’nun parlamentarizme dönüş, hukukun üstünlüğü, nitelikli işgücü yaratma vaatlerinden hiç etkilenmemesinin altında yatan neden, Türkiye’de burjuvazinin -yada muhalefetin- böyle bir sistemi istikrarlı biçimde sürdürme kapasitesinin olmadığını bilmesidir.
Yoksullar; muhalefetin bu soyut kavramlarını, Erdoğan’ın inşaat, yüksek savaş teknolojisi ve petrol keşiflerine tercih etmeyecek kadar materyalist olduğunu kanıtladı.
Seçim sonucunun kanıtladığı bir başka olgu da, AKP’nin 20 yıllık dizginsiz kapitalist rejiminin çoğunluğu köylü olan Türkiye halkını işçileştirmesidir.
Türkiye nüfusunun en az yarısını oluşturan bu büyük kitle kendisine tehdit olarak “5’li çete”yi değil küçük burjuvaziyi görüyor. Doktor dövebildikleri sürece küçük burjuvaziye karşı çıkarlarını savunabileceklerini düşünüyorlar.
İşte işçilerin “stratejik oyu” bu yüzden Erdoğan’a gidiyor.