Sosyalist dünyanın çözülüşünden itibaren dünyamız kaotik süreçlerin içerisinden geçiyor. Özellikle İki binli yıllardan itibaren, Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında yaygınlaşan çatışma ve savaşlar, gelişen teknolojik silahlarla beraber eskisinden çok daha güvencesiz bir dünyada yaşadığımızı gösteriyor. Bu süreç içerisinde kapitalist üretim ilişkilerinin içerisine girdiği krizler, yoksulluğun ve güvencesiz çalışma pratiklerinin yaygınlaşmasını sağlarken kapitalist devletin yönetme pratiklerini ve toplumsal ilişkilerin bütününü de dönüştürücü etkide bulunuyor.
İçinden geçtiğimiz sürecin bu iç içe geçen karmaşıklığı, günümüzdeki değişimi anlamaya dönük kavramsal ve kuramsal tartışmaların da artmasını sağlıyor. Kapitalizmin devamlılığında karşılaşılan tıkanıklar, alışılagelen ekonomi-politik uygulamaların dışında ve geleneksel yönetim pratiklerinden farklı birtakım uygulamaların yerleşmesine ve yaygınlaşmasına olanak tanıyor. Bu dönüşümü anlamaya dönük çalışmalarda sıkça karşımıza çıkan kavramların başında “techno-feudalism” veya “neo-feudalism” kavramının geldiğini görüyoruz. Türkiye akademisi ve siyasetindeki cılız tartışmalar bir yana uluslararası alanda kapitalizmin geleceğine dair tartışmaların ana kavramsal gündemini “yeni-feodalizm/tekno-feodalizm” konusunun oluşturduğunu söyleyebilmek mümkün.
Yunanistan’ın eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis tarafından tartışılan kavram, feodal toplumlarda uygulanan birtakım pratiklerin günümüz modern toplumlarında ve modern kurumlarında yeniden görülmeye başlanmasını niteleyen bir kavramsal çerçeve sunmaktadır. Bu anlamıyla söz konusu olan olgu, feodalizmin 21. Yüzyılda modern kurumlar içerisinde yeniden doğmasını tanımlamaktadır. Yeni-Feodalizm kavramının içeriği ve kullanımının gelişimini bu yazının gündemi dışında tutarak konuyla ilgili yakın zamanda yayınlanan bir rapora dikkat çekmeye çalışacağım.
1946 yılında ABD Silahlı Kuvvetleri için araştırma geliştirme çalışmalarında bulunmak amacıyla kurulmuş olan, 1948 yılından itibaren ise dünya çapında siyasi strateji ve düşünce kuruluşu olarak faaliyet gösteren RAND Corporation geçtiğimiz haftalarda yayınladığı raporunda, “ABD ile Çin arasında yaşanan süper güç rekabetinin içerdiği riskleri anlamak için bir “yeni orta çağ” döneminde yaşadığımızı da anlamak gerekir” demektedir. Raporun ayrıntılarını geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesine taşıyan Ergin Yıldızoğlu’nun ilgili yazısı da bu anlamda değerlidir.[1] Yıldızoğlu’nun rapora ilişkin dikkat çektiği üç başlığı olduğu haliyle aktarmak istiyorum:
“Rapora göre “Yaklaşık olarak 2000 yılında başladığını düşündüğümüz bu dönemi, zayıflayan devletler, parçalanmış toplumlar, dengesiz ekonomiler, yaygın tehditler ve savaşın gayri resmi hale gelmesi betimliyor”. Bunlardan beni en çok ilgilendirenleri kısaca açarsam: “Zayıflayan devletler”; devletlerin iç güvenliği koruma ve halkı tatmin edecek düzeyde mal, hizmet ve fırsat sunma konularında yetersiz kaldıkça politik meşruiyetinin zayıflaması anlamına geliyor. “Parçalanmış toplumlar”; ulus devletin üzerinde yükseldiği toplumun kültür bütünlüğünü sağlayan değerlerin zayıflaması (egemen ideolojinin verimliliğini kaybetmesi-EY), toplumun bu zeminde kutuplaşmasını ifade ediyor. Ulusal devletten başka bir şeye öncelik veren çeşitli alt, uluslararası topluluklardan oluşan grup kimlikleri öne çıkarak kemikleşiyor. “Dengesiz ekonomiler”; büyümenin sadece birkaç sektörde yoğunlaştığı, ulusal gelir gittikçe artan oranda, ekonomik, siyasi hatta kültürel seçkinlerin elinde toplanırken yoksulluğun yaygınlaştığı bir ortamı betimliyor.”
Adına “yeni” denilen feodalizmin, Türkiye ve diğer emperyalist tahakküm altındaki ülkeler için ne kadar “yeni” olduğu tartışılabilir. Nitekim, Türkiye örneğinde, Cumhuriyet Devrimi ile gerçekleştirilen atılımın geri çekilişiyle başlayan yaklaşık 80 yıllık süreç, orta çağ artıklarının temizlenmesi bir yana daha da güçlendiği ve en nihayetinde siyasal iktidarı zapt ederek siyasal rejimi dönüştürdüğü bir sürecin yaşanmasına neden oldu. Tarikat ve cemaatlerin ülke yönetimindeki ve toplumdaki güç ve nüfuzları devlet kaynaklarının seferber edilmesiyle arttırıldı. Cumhuriyetin temel kurum ve nitelikleri tasfiye edildi. Feodal lordları andıran bir edayla tek bir şahıs, tüm ekonomik, siyasal ve toplumsal süreçlerin tek söz sahibi olarak kendi erkini tahkim etti ve topluma da bunu kabul ettirdi. Türkiye’de yaşanan bu süreç, tüm dünyadaki sağ popülist liderlerin yükselmesiyle eş zamanlı ve yeni feodalizm pratikleriyle de uyumlu bir şekilde yürütülüyor. Dünyadaki ve ülkemizdeki dinamikleri anlamaya çalışırken yeni bir orta çağda olduğumuz fikrini göz önünde bulundurmamız lazım.
[1] Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Orta Çağ’da Türkiye”, Cumhuriyet Gazetesi, 12.02.2024, bağlantı için bkz: https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/yeni-ortacagda-turkiye-2174292
Author Profile
Latest entries
- Yazarlar23/04/2024Yaşıyor mu 23 Nisan?
- Yazarlar16/04/2024Küresel sermayeye teslim olmak
- Yazarlar01/04/2024Türkiye’nin seçimi yeni başlıyor
- Yazarlar27/03/2024Parti ve teori