1980’lerin sonunda enflasyon ve devalüasyonla felç edilmiş, borç sarmalına takılmış, fabrikaları durmuş, tarım bile yapılamaz hale gelmiş, işsiz ve aç kitlelerin kentlerin etrafında yığıldığı Latin Amerika’da “isyan hangi ülkede patlak verecek” sorusuna hiç kimse “Venezuela” cevabını veremezdi. Zira kıtanın siyasi, ekonomik ve demografik açıdan bu en istikrarlı ülkesinde muhalif bir güçten bahsetmek mümkün değildi. Venezuela’da o tarihte ne bir işçi hareketi ne de doğru düzgün bir sendikal örgütlenme vardı.
1988 Aralık ayında Carlos Andres Perez elinde IMF reçeteleriyle iktidara gelip ekonomiyi tam gaz neoliberalleştirmeden hemen önce; 26 Ekim’de bir albayın emrindeki tank birliği darbeye kalkıştığında Venezuela’da bir şeylerin kaynadığı sadece Washington’a ulaşan küçük bilgi notlarında yazılıydı.
Yine de Beyaz Saray’da hiç kimsenin Venezuela’da ne olup bittiğini önemsediği yoktu. ABD o sırada, 1970’ler boyunca desteklediği askeri rejimlerin uyguladığı, “ulusal güvenlik doktrinleri”nin mahvettiği, Latin Amerika ülkelerinin “geçiş demokrasisi”ni IMF programları eşliğinde pompalamakla meşguldü.
Venezuela’da ortaya çıkacak herhangi bir karışıklığın ABD’ye zarar vereceğini düşünmek için hiçbir gerekçe yoktu.
Böylece neoliberalizme karşı tarihin ilk halk ayaklanması 27 Şubat 1989’da Guarenas’da patlak verdi. Olayları tetikleyen, anormal biçimde zamlanan, benzin fiyatları sebebiyle başkente giden toplu taşıma araçlarının çalışamaz hale gelmesiydi.
Başkente sıçrayarak 9 gün süren ayaklanmaya ordu müdahale etti. Resmi rakamlara göre 300 gerçekte ise 3 bine yakın sivil öldürüldü.
Carlos Andres Perez yönetimi büyük bir kitle katliamı üzerine neoliberal rejimi inşa etmeye girişti. Dışarıdan bakıldığında ordu eliyle halk bastırılmıştı ve ufukta bu rejime karşı gelebilecek hiçbir güç görünmüyordu.
Oysa sivil protestoların kanlı biçimde bastırılması Neoliberalizme karşı tarihin ilk silahlı ayaklanmasının yolunu açmıştı. Hem de tepki hiç beklenmedik bir yerden, silahlı kuvvetler içinden geliyordu.
Perez ve bakanlarının Davos’taki “Dünya Ekonomik Forumu”ndan döndükleri 4 Şubat 1992 gecesi Yarbay Hugo Chávez komutasında 10 tabur ayaklandı.
Chávez, Venezuela silahlı kuvvetleri içinde örgütlenmiş Bolivarcı Devrimin 200.yılını hedefleyen “Bolivarcı Devrimci Hareket”in lideriydi. Fakat yalnızca ordu içinde örgütlü değil; sendikal hareketle ve hatta Douglas Bravo gibi eski gerilla liderleriyle ilişkiliydi.
Bu olayın neoliberalizme karşı tarihin ilk silahlı ayaklanması olması, Venezuela gibi bir yerde patlak vermesinin yanı sıra gerçekleştiği zaman dilimi açısından da beklenmedikti.
Çok değil sadece 2 ay önce “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” tarih sahnesinden çekilmiş, ABD tek kutuplu sistemi ilan etmişti.
Sabaha kadar süren çatışmalar sonuca erdirilememişti. İstihbarat ayaklanmayı haber almış, isyancılar Perez ve bakanlarını tutuklamayı başaramamışlardı.
Yarbay Chávez, birliklerine teslim olma emrini televizyonlardan verdi: Chávez “başkentte planladıkları hedeflere ‘şimdilik’ ulaşamadıklarını” söyledi.
Yılsonuna doğru bir darbe girişimiyle daha karşılaşan Perez yönetimi daha fazla dayanamadı. 4 Şubat ayaklanmasından bir yıl sonra bir sol partiler koalisyonu iktidara geldi. Chávez ve arkadaşları serbest kalırken eski başkan Perez yargılanarak hapsedildi.
“Comandante” Chávez’in 1999’da Venezuela devlet başkanı seçilmesiyle Latin Amerika’da sol iktidarlar dönemi de açılıyordu.
Sonrası Chávez’in ölümüyle bile son bulmayan, çok daha çalkantılı bir siyasal süreç olarak, bugüne kadar uzadı.
Chávez’in siyasal süreci 21.yy’da çevre ya da bağımlı ülkelerdeki krizi göstermesi açısından çok öğreticidir. Bu ülkeler hiç beklenmedik anlarda doğacak devrimci durumlara gebedir. Ve bu durumun getirdiği değişim pek tanınmayan yeni aktörlerin sahneye girmesiyle gerçekleşir.
Bu aktörlerin belirgin özelliği ise fiziksel yeterliliklerinden çok kavrayışlarındaki berraklık ve eylemlerindeki sadeliktir.
Bu yüzden kullandıkları dil de kendilerine özgü olmak zorundadır.
Chávez’in tarihe geçen ve bugün artık slogana dönüşen birçok sözünden biri de “Viviremos y Venceremos” yani “Yaşayacağız ve Kazanacağız”dır.
Bu söz Rosa Luxemburg’un “Vardık, Varız, Var olacağız”ının devamı gibi düşünülebilir.
Ama aynı zamanda Che’nin ünlü deyişi “Vatan yahut Ölüm”ünün bir eleştirisi olarak da değerlendirilebilir.
Bunlar bir yana tüm eksikleri ve hatalarına rağmen Chávez’in bize miras bıraktığı tecrübe Che’nin de Rosa’nın da çok ötesindedir.
Not: Henüz Chávez hayattayken Venezuela’da kaleme aldığım Bolivarcı Devrim üzerine notlarımı buradan okuyabilirsiniz:
Latin Amerika’nın Devrimci Tarihi | Özgür UYANIK – Academia.edu (Latin Amerika’da 21.yy Sosyalizmi, 261-280 s.)