İnsanın insan tarafından sömürüldüğü tüm insanlık tarihi boyunca eşitlikçi bir toplum özlemi, ezilenler tarafından dile getirildi ve eyleme döküldü. Görece eşitlikçi kabile demokrasinin çözüldüğü ve köleci-feodal sınıflı toplumların geliştiği koşullarda eski eşitlikçi kandaş topluma dönebilmeyi ümit eden direnişler, ayaklanmalar ve benzeri çokça örnek bulunuyor. Köleciliğin egemen olduğu her yerde bir Spartaküs, feodalizmin egemen olduğu her yerde bir Börklüce Mustafa, “yârin yanağından gayrı her şeyin ortak olduğu” eski topluma duydukları özlemi dile getirdiler ve arkalarına aldıkları ezilen kitlelerle birlikte ayaklandılar, ancak yenildiler. Nazım Hikmet, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı adlı eserinde “Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi bu! deme, bilirim! O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim. Ama bu yürek, o, bu dilden anlamaz pek” derken, eskiye duyulan özlemin, yani yüreğin; tarihin maddesi karşısındaki çaresizliğini materyalist bir şair ve düşün insanı olarak esaslı bir şekilde tasvir eder. Üretim araçlarının tarihsel gelişiminin ve buna uygun mülkiyet ilişkilerinin oluşumunun tersine düşen, yani tarihsel olarak geriyi temsil eden, tam da bu sebeple başarı şansı bulunmayan bu girişimler ezilmekle birlikte insanlığın vicdanında yanan eşitlik ateşini bin yıllar boyunca körüklediler. İnsanlığın diri kalmış vicdanı bu büyük idealinden tarihin hiçbir döneminde vazgeçmedi ama anahtarını ancak koşulların olgunlaşması ile 19. yy’ın ilk yarısında Marx ve Engels ile birlikte buldu.
Marx ve Engels’ten önce ve aynı tarihsel süreçte Saint Simon, Weitling, Fourier, Owen, Proudhon ve Bakunin gibi ütopik sosyalistler ve anarşistler de kapitalizmi kıyasıya eleştirdiler, eşitlikçi ideal toplumun propagandasını yaptılar. Aydınlar ve kapitalist sömürünün azgın çarklarında ezilen emekçi kitleler içinde büyük saygınlık da elde ettiler ancak mevcut düzeni ve paylaşım ilişkilerini yıkıp yerine yeniyi nasıl kuracaklarına ve eşitlikçi bir topluma nasıl yürüyeceklerine ilişkin aydınların ve emekçi sınıfların önüne maddi gerçeğe (bilime) yaslanan bir program koyamadılar. Ütopik sosyalistler olarak tanımlanmalarının sebebi; hayal edebilme yeteneklerinin büyük ancak maddeyi kavrama ve program üretebilme yeteneklerinin kısır olmasıdır. Kendileri gibi düşünenlerle birlikte metropollerden uzaklaşarak kurulacak komünler üzerinden ya da öncüleri veya lümpen proletaryayı silahlandırarak yürütülecek öncü savaşı yoluyla kapitalizmi yıkma planları gerçek hayatın yani maddenin duvarlarına çarpıp toz duman oldu. Keza toplumun az sayıda ezen ve çok sayıda ezilenden ibaret olduğu ve bir avuç sömürücüyü ve onların makinelerini yok etmenin ezilenlerin kurtuluşuna yol açacağı temelli anarşist teori ve eylemler de taraftar bulabilmesine rağmen herhangi bir başarı elde edemedi, aristokrasi ve burjuva egemenler tarafından sahada eylemli bir şekilde ezildi.
19. yy’ın başından itibaren Avrupa proletaryası, henüz bağımsız bir siyasi programa ve öncü siyasal örgüte sahip olmadığı halde, Sanayi Devrimi’nin çok ağır koşullarında yoğun emek sömürüsüne ve ağır yaşam koşullarına direnen büyük eylemlerle Avrupa’yı sarsmaktaydı. Marx ve Engels birbirlerinden bağımsız olarak Avrupa’nın ve dünyanın özgürleşmesi için çözülmesi gereken çelişkiyi, o çelişkinin anahtarı olarak proletaryayı keşfettiler ve çalışmalarını birlikte yürüttüler. Proletaryanın, kendisini proletarya durumuna düşüren karşıtını yani burjuva özel mülkiyeti ortadan kaldırmak zorunda olduğunu, bunun hem tarihsel bir zorunluluk ve hem de yeni eşitlikçi toplumun anahtarı olduğunu tespit ettiler. 1848 yılında yayınladıkları “Komünist Partisi Manifestosu” ile birlikte de proletaryanın iktidar programını ilan ettiler. Tüm hayatları; bir yandan yaşadıkları dünyayı, kapitalimizi, toplumların gelişim yasalarını kavrama üzerine çalışmakla ve diğer yandan tüm bu emeği proletarya partisinin örgütlenmesi ve sosyalist devrimi gerçekleştirme amacıyla çalışmakla geçmiştir. Pratikten kopuk bir düşünsel faaliyet içinde değil, laboratuvarı toplumsal pratik olan teorik çalışma ve eylem ve gene teorik çalışma ve gene eylem. Tüm emeklerinin amacı devrimdir ve tüm planlamaları işçi sınıfı devrimi üzerinedir. Pratik içinde kendi teorik yanlışlarını de test ederek ve düzelterek ama hep aynı amaca doğru yürüdüler.
19. yy’ın ikinci yarısı; ekonominin, üretimin, bilimin, felsefenin, sanatın yani dünyanın merkezi Avrupa’dır. Tüm Avrupa’da proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz çelişki belirleyicidir. Avrupa’da işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşecek bir sosyalist devrim ile kapitalizm yıkılacak ve sınıfların-sömürünün olmadığı bir dünyanın kapıları (sadece Avrupa için değil tüm insanlık için) sonuna kadar açılacaktır. Dönem Avrupa’sında serbest piyasa ekonomisi altında keskinleşen çelişkiler, güç dengeleri, proletaryanın örgütlenme düzeyi ve yetenekleri açısından bakıldığında bilimsel olarak gerçekçidir bu tespit ve an meselesidir. Böyle olunca dünyanın geri kalan kısmına Avrupa devrimi perspektifinden bakmak da gerçekçidir. Hindistan’da sömürgeci İngiliz kapitalizmine geliştirici rol biçen Marx İrlanda’da aynı siyaseti izlemez mesela. İngiliz devletinin Hindistan’da yürüttüğü sömürgecilik faaliyetini, orada askeri güç bulundurmak zorunda olması sebebi ile hem İngiliz devletini zayıflatacak hem de Hindistan’da kapitalizmi geliştiren bir rol oynayacak olması temelinde değerlendirir. İrlanda’da güç kaybetmesi ve yenilmesi de İngiliz işçi sınıfının devrim hedefini kolaylaştıracaktır. Avrupa devrimi gerçekleşirse tüm insanlık kurtulacaktır. Esası belirleyen ve tali olanları esasa tabi kılan devrim odaklı düşün, siyaset ve eylem insanlarıdır Marx ve Engels.
Emek değer teorisinin, bilgi teorisinin, tarihsel ve diyalektik materyalizm teorilerinin ve yaptıkları tüm diğer düşünsel çalışmaların amacı; iktisadi-sosyolojik-felsefi ve tarihe dayanan çeşitli problemleri çözmek değil dünyayı değiştirecek gücü ve bunun yöntemini kavramak, geliştirmek, aydınlara ve proletaryaya aktarabilmektir. Tüm bu emek, kapitalizmin çarklarının nasıl döndüğünü, kar’ın kaynağını, ortaya çıkan artığı, bu artığa el koyma sürecinin toplumsal ve siyasal sonuçlarının anlaşılarak, kurulacak yeni toplumsal düzenin kodunu da ortaya çıkarmıştır.
Arşimet, Marx ve Engels’ten 2.000 sene önce, “bana bir dayanak noktası verin dünyayı yerinden oynatayım” demişti. Marx ve Engels 2000 sene sonra Avrupa’da, dünyanın ve tarihin akışını değiştirecek, tarih tekerleğine ileriye doğru büyük bir ivme verecek çelişkiyi ve dayanak noktasını tespit ettiler ve bu uğurda bir ömür mücadele ettiler. 19. yy içinde Paris Komünü gibi büyük bir tecrübe yaşandı. Paris Komünü yenilgisi de büyük bir toplumsal pratik olarak mevcut tezlerin gözden geçirilmesi, tespit edilen hataların düzeltilmesi ve geliştirilmesi için değerlendirildi. Ancak beklenen Avrupa devrimi olmadı. Yüzyılın sonuna doğru burjuvazi, aristokrasiyle de uzlaşarak proletarya hareketini önemli ölçüde ezdi. 1883’de Marx ve 1895 yılında da Engels öldü.
Kapitalizmin bu serbest rekabetçi döneminin özeti; çok kısa süre içinde bilimde, teknolojide, üretimde insanlığın binlerce yılda aldığı yolu kat eden kapitalizmin gelişiminin ve çelişkinin yoğunlaştığı merkezin Avrupa olması sebebi ile devrimin merkezinin de Avrupa olması, orada beklenmesidir. Marx, Engels, Lenin ve tüm diğer bilimsel sosyalistler bir Avrupa devrimi ile insanlığın tarihsel hareketinin yönünün değişmesini beklemekteydiler. Öyle ki devrim Avrupa’da değil de 1917 yılında Rusya’da gerçekleştiğinde, devrimin neden Rusya’da gerçekleştiğini değil de Almanya’da gerçekleşmediğini tartıştılar. Lenin bile, gerçekleşen Rus devriminin ancak gerçekleşecek ve beklenen bir Avrupa devrimi ile birleşerek ayakta kalabileceğini düşünmekteydi. Bu dönem bilimsel sosyalistler arasında, yaşaması mümkün olmadığı için Rusya’da iktidarı burjuvaziye geri vermekten, Kızıl Orduyu Avrupa’ya sürüp Avrupa devrimini gerçekleştirmeye kadar uçuk kaçık diye özetleyebileceğimiz fikirler ileri sürülebildi. Lenin ve diğer bilimsel sosyalistler ise yine Avrupa devrimi beklentisi içinde; bir taraftan Rusya’da sosyalizmi inşa çalışmasını yürütüp diğer taraftan mevcut teorinin mevcut gerçekle bağlarını yeniden analiz etmeye giriştiler.
Marx ve Engels yani bilimsel sosyalist teorinin kurucuları artık yoktu ama kapitalizm yaşamaya devam ediyordu. 19. yy boyunca gelişmiş kapitalist devletlerde egemen sınıf sanayi burjuvazisi iken, kar’ının kaynağı da esas olarak proletaryanın artık değeri idi. Ancak 19. yy’ın sonlarından 20. yy’ın başına giden süreçte kapitalizm önemli bir değişim yaşadı. Sermaye birikimi ve rekabet koşulları altında tekeller ortaya çıktı. Sermaye birikiminin olağanüstü arttığı bu dönemde tekeller birikimin bir kısmını yeniden üretime aktarırken diğer kısmını sömürge ve yarı sömürge ülkelere ihraç ederek kar’ın kaynağını çeşitlendirdiler ve önemli ölçüde arttırdılar. Tekelci kapitalizm (emperyalizm) olarak isimlendirilen bu dönemde artık kar’ın çok büyük bölümü kapitalist gelişimi henüz başaramamış olan sömürge ve yarı sömürge ülkelerin borçlandırılmasından ve yağmasından elde edilmeye başlandı. Genel olarak sermaye egemenliği mali sermaye egemenliğine döndü. Lenin 1916 yılında yazdığı Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı eserinde bu süreci ve emperyalizmin ekonomik ve siyasal analizini yaptı. Kar’ın yeni ve kayda değer kaynağı sömürge ve yarı sömürge ülkeler olunca, Avrupa’nın gelişmiş kapitalist devletleri arasında kendi tekellerini temsilen bu geri ülkelerin paylaşımı kavgası da başladı. Bu sürecin bir diğer sonucu, sömürge ve yarı sömürge devletlerden elde edilen yüksek kar’ın bir kısmının, içerdeki çelişmeyi yumuşatmak ve devrim tehlikesini ortadan kaldırmak amacıyla gelişmiş devletlerin proletaryasına aktarılması oldu. Dün kapitalizmin mezar kazıcısı olan Avrupa proletaryası artık kendi sermaye sınıfı ile birlikte ezilen dünyanın sömürüsünden pay alan bir sınıf haline geldi. Avrupa devrimci barutunu kaybetti.
Sömürünün sömürge ve yarı sömürge ülkelere kayması ve yüksek karların bu devletlerden elde edilmesi, emperyalist devletlerin bu ülkeleri sömürürken yine bu ülkelerdeki en gerici sınıflara yaslanması sebebi ile devrim ihtiyacını ve ilerlemenin motor gücünü de oraya kaydırdı. Lenin, 1913 yılında yazdığı “Geri Avrupa, İleri Asya” adlı makalesinde bu yeni durumu esaslı olarak tespit etti.
Gelişmiş kapitalist devletlerde burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişkinin yaratacağı devrim, proletaryanın devlet aygıtına el koyması yoluyla ve görece basit bir yoldan Avrupa’da ve dünyanın merkezi olması dolayısıyla tüm dünyada çözülecekken, kapitalizmin emperyalizm aşamasında durum değişti. Azgın sömürünün muhatabı olan sömürge ve yarı sömürge ülkelerde proletarya ya hiç yoktu ya da son derece cılızdı. Burjuva demokratik devrimini henüz yapamamış, bağrında kapitalizm öncesi pek çok sorun barındıran, henüz milletleşememiş, henüz orta çağ kurumları ile hesaplaşamamış bu devletlerde olmayan ya da cılız bulunan proletarya sınıfı önderliğinde bir devrim söz konusu olamayacağına göre 19. yy’ın devrim modeli artık geçersizdi. Avrupa merkezli, burjuvaziye karşı proletarya devriminin yerini, sınıfsal çıkarları emperyalizmle çelişen sömürge ve yarı sömürge ülke sınıflarının birlikte gerçekleştirecekleri ulusal kurtuluş savaşları ve milli devrimleri aldı. Artık bir dünya devriminin yolu ancak bu devletlerin, emperyalist işgal ve sömürüden kurtularak emperyalist merkezlerin olağanüstü karlarını ortadan kaldırması ve gelişmiş kapitalist devletlerin burjuvazilerini kendi proletaryaları ile baş başa bırakmaları ile açılabilecek.
Devrimcilik manivela keşfetme sanatıdır aynı zamanda. Devrimci, Arşimet’in aradığı manivelayı bulan kişidir. Yaşadığı toplumu değiştirecek, tarih tekerleğini ileriye doğru döndürecek dayanak noktasını bulmak ve ona yaslanarak yaşadığı toplumu dönüştürmek zorundadır ve tüm meselesi tekerleğin emekten yana dönmesidir.
Karl Marks, işçi sınıfının bireylerinin şahsında iyiliği ve güzelliği bulup da sınıfların ve sömürünün ortadan kalkacağı güzellikler toplumunun anahtarını onlara vermedi. Bulduğu, aradığı tarihin manivelasıdır. İşçi sınıfı ile kapitalistler arasındaki çelişkinin, yaşadığı dönemin dayanak noktası olduğunu tespit etti, bu dayanak noktası üzerinden dünyayı değiştirebileceğini gördü ve bunun teorisini yaptı. Lenin, o teoriyi aldı pratiğe uyguladı, geliştirdi. Mao’nun Çin’in de işçi sınıfı yoktu. O da kendi toplumunun çelişmeler analizini yaptı ve emperyalizme karşı köylülükle tarih tekerleğini öncelikle Çin emekçilerinin ama toplamda insanlığın lehine ileriye doğru çevirdi.
Ezberci şabloncu Osmanlı sosyalistleri Avrupa’da karşılaştıkları sosyalist fikirleri Osmanlı’ya uygulamaya kalktıklarında, Anadolu’nun dört bir yanında işgale karşı direniş hareketleri başlamış olmasına rağmen sınırlı sayıdaki tersane ve tramvay işçileri arasında örgütlenmeye ve güç kazanmaya çalışarak tarihe müdahale edebileceklerini düşündüler. 20’li yaşlarının başında not defterinin ilk sayfasına “Evvela sosyalist olmalı maddeyi anlamalı” notunu düşen Mustafa Kemal Atatürk ise emperyalist işgale karşı işçisinden burjuvasına, toprak ağasına kadar direnişe katılan tüm unsurları bir araya getirerek dayanak noktasını kurdu ve arasız devrimlerle tarih tekerleğini ileriye doğru yürüttü. Emperyalist işgale karşı hilafetçisinin de şeriatçısından da içinde bulunduğu bir cepheden Cumhuriyet’e, kadın haklarına, köy enstitülerine giden yol tarihsel ve diyalektik materyalist teorinin ve devrimci pratiğin yoludur.
Anlamlı bir dayanak noktası yaratmadan hareket yaratmak mümkün değildir. Bilimsel sosyalist teoriye kutsal kitap muamelesi yapan bazı sosyalistler, bırakalım bilimsel sosyalist teoriyi ve bu yeni çağı, Arşimet’in 2200 sene önce tespit ettiği en yalın gerçeği bile anlamadılar ve 19. yy’da asılı kaldılar. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki, sınıfsal çıkarları emperyalizmle çelişen sınıfların kirlerine bulaşmamayı tercih ettiler, devrimi imkansız kıldılar. Lenin’in “Marksizmin yaşayan ruhu somut durumun somut tahlilidir” tespitinin dışına, Marx ve Engels döneminin ütopik sosyalistlerinin bile gerisine düştüler. Bilimsel sosyalist teori ve çağın gerçekleri ile değil 19. yy’ın moral değerleri ile yola çıkan idealizm, devrimi imkansız kılmak dışında devrim isteyen kadroların harcanmasını ve emperyalist projelerin ideolojik hegemonyasının araçları haline dönüşmesini sağlıyor.
Antikapitalist olmayanın antiemperyalist olamayacağı tezleri Türkiye’de sosyalist olduğunu iddia eden pek çok çevrenin bugün bile tekerlemesi. Ya da Lenin’in 1916’da yazdığı Emperyalizm adlı eserinde o dönemin tekelci kapitalizminin karakteristiğini ifade ettiği meşhur 5 maddeye Rusya ve Çin’i sokuşturmaya çalışan makaleler bugünün “sol-sosyalist” çevrelerinin dergilerinde birbiriyle yarışıyor. Kaldı ki emperyalizmin bugün ulaştığı çürüme, ABD’nin dolar ve Nato üzerinden kurduğu dünya hegemonyasının ezilen dünya üzerindeki yükü geçtiğimiz yüzyılın başı ile karşılaştırılamayacak bir yerde. Buna rağmen bilimsel sosyalist teoriden uzun zaman önce kopan “sol” içinde, devrimci mücadeleyi emperyalizm adına faaliyet yürüten kapitalizm öncesi etnik unsurların devlet kurma mücadelesine veya lümpen proletaryanın uyuşturucu ya da cinsel kimlik eylemine indirgeyen çürümüşlük egemen.
Devrim yapmak gibi bir niyeti olan her devrimci bugün, emperyalizmle çıkarları çelişen tüm sosyal sınıfları, halkları, milletleri, devletleri, “kurdu”, “kuşu”, “böceği” bir cephede toplamak görevini önüne koymak ve bunu başarmak zorundadır. Bugün, emperyalizmin bağımlı devletleri haraca bağladığı finansal-askeri-sosyal damarların kopartılması, insanlığın sınıfsız sömürüsüz kardeşlik dünyasına giden yolun esasıdır. Ortadoğu’dan, Kuzey Çin Denizine, Balkanlardan Kafkasya’ya, Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar dünyanın her köşesinde ABD emperyalizminin ve onun aparatlarının dolar hegemonyasını sürdürmek üzere yürüttüğü kirli ve kanlı saldırının sonuçları yaşanırken, şu ya da bu kimlikle ve şu ya da bu sebeple bunlara direnen unsurların neden antiemperyalist olamayacağı üzere kafa yoran “steril laboratuvar sosyalistleri”, ama bile isteye ve ama zihinsel gerilikleri sebebi ile devrimci gelişmenin karşısındaki güce yani emperyalizme hizmet etmekteler.
Çağımızın manivelası antiemperyalizmdir. Ama antiemperyalizm, kimin antiemperyalist olabileceğine kimin olamayacağına karar verme yetkisini kendinde bulan ütopik solcuların harcı değildir. Antiemperyalist kişi ya da merkezin kendisi antiemperyalisttir, kendisi emperyalizmin çıkarlarına direnen, zarar veren gelişmeden heyecan duyar, planlar, önerir, destekler ve büyütür. Çünkü bilir ki ancak emperyalizm zayıf düşerse, yenilirse, devrimci eylemin ve gelişmenin koşulları olgunlaşır, devrim mümkün olur.
Fidel Castro’ya ya da Hugo Chavez’e aşkla tapan ve yere göğe sığdıramayan Türkiye “Sol” unun onların mesela İran’la kurduğu dostluğu ve desteklerini görmemesi, anlamaması, hatta “küçük” kusurları olarak görmesinin sebebi bir tarafta devrimin karşısındaki güçle yani emperyalizmle mücadele eden devrimcilerin ve diğer tarafta ütopya satıcılarının olmasından dolayıdır. Tarihin ve emperyalizmin en vicdansız kıyımlarından biri Filistin’de yaşanırken Filistin halkı ile Hamas arasına Filistin halkının; bunlarca, muhtemelen kendi “cehaletleri” ile çekmediği çizgiyi çeken ve “Biz Filistin halkını destekliyoruz Hamas’ı değil” diyen kafanın emperyalizmle esas olarak bir sorunu bulunmuyor, devrim gibi bir hesabı yok, kişisel-örgütsel olarak temiz kalmanın telaşında. Afganistan’da Taliban, ABD emperyalizmini ve paralı askerlerini bozguna uğrattığında da Afgan kadınına ağlamakla meşguldüler. Allah, gökten hem emperyalizmi yenecek ve hem de Afgan kadınını özgürleştirecek, üstüne bir de “sosyalizm” inşa edecek bir kuvvet yaratıp göndermediği için çokça “ama” ile steril karakterlerini esaslı bir şekilde korudular. ABD ve aparatlarının tüm unsurları ile; Ukrayna’da, Filistin’de, Tayvan’da, Suriye’de, İran’da ve dünyanın her köşesinde hegemonyalarını korumak amacı ile yürüttükleri azgın saldırıda kuşatmaya ve saldırıya uğrayan kuvvetlerin bu unsurların kendileri kadar steril olmayan özelliklerini öne çıkararak ya da uydurarak (mesela Çin’in Afrika’da ki askeri üsleri palavrası dünya üzerinde sadece Türkiye’de, sosyalistlik iddiasındaki bir yayın organında dillendirildi) neden desteklemediklerini ilan etmeyi görev bildiler. Ukrayna’da Rusya’nın “işgalciliği”, Çin’in “emperyalist” hedefleri ve benzeri akıl ve doğal olarak bilim dışı tespitleri, devrim gibi bir iddiaları olmamasından, isteseler de oraya nasıl ulaşacaklarını bilmemelerinden yani emperyalizmi ve bilimsel sosyalist teoriyi kavramamalarından kaynaklanıyor. Bu sebeple 19. yüzyılda ve üstelik o dönemin ütopik sosyalistlerinin de gerisinde kaldılar.
Yılmaz Güney’in “Oğluma Hikayeler” adlı çocuk kitabında, 1980 öncesinde okuldan eve dönerken karşılaştığı bir kitle eyleminde “Faşist yuvalar dağıtılsın” pankartını gören küçük bir çocuğun evde annesine sorduğu “Anne, faşizm nedir, kuş mudur, leylek midir, neden yuvasını dağıtıyorlar” sorusundan esinlendik yazımızın başlığında. Türkiye’de sosyalistlik iddiasındaki solun önemli bir bölümü o küçük çocuğu aşamadı ne yazık ki. Bugün devrimci gelişme, ancak emperyalizme karşı mücadele içinde ve bu mücadeleye önderlik edecek bilimsel sosyalist önderliğin yetenekleri oranında ve emperyalizmi yenerek gerçekleşecek.
Birlikte yaşayacak ve birlikte göreceğiz.
Author Profile
![](https://yarinlar.com.tr/wp-content/uploads/2023/03/Adsiz-tasarim-1.png)