Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılını, yurt genelinde coşkulu ve kitlesel kutlamalar ile karşıladık. Milli Savunma Bakanlığı’nın açıklamasına göre, 29 Ekim’de Anıtkabir’i 1 milyon 182 bin 425 yurttaş ziyaret ederek yeni bir rekor kırdı.
Cumhuriyetimizin yüzüncü, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’mızın ve Cumhuriyet Devrimi’mizin önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan bedenen ayrılışının 85. yılında karşı devrim iktidarı ise “Vahdettin Köşkü” nden olan biteni izliyor.
İlkokul sıralarından başlayan Cumhuriyet ve Atatürk sevgisi, ulusal bayram ve günlerde tarihi ve toplumsal özünden arındırılmış ritüellerle pekiştirilirken(!), son yıllarda bir başka içeriğe de kavuşuyor. Karşı devrim iktidarının Cumhuriyet ve Atatürk’e saldırısı artıkça, karşı devrim iktidarına itiraz “Cumhuriyet ve Atatürk sevgisi” içinde kendini “makul” biçimde yeniden kuruyor. Karşı devrim iktidarına itirazın yeniden kuruluşunun evrimi ise dikkat çekici.
2011 öncesi çeşitli siyasal ittifaklar kurarak Anayasa değişikliği gerçekleştiren AKP, 2011 Genel seçimlerinin ardından Cumhuriyet kazanımlarını ve kurumlarını tasfiye etme gündemini, radikalleştirerek “ulusal bayramlar” başlığında toplumsal alana taşıdı. Cumhuriyet ve Atatürk sevgisinin yeni içeriğinin nüveleri de böylece belirdi.
Özellikle 2011’den bu yana “terör olayları” “çözüm süreci” “deprem” nedenleri öne sürülerek, Ulusal Bayram kutlamaları kapsamındaki resepsiyonlar, geçiş törenleri, festivallerin yapılması yayınlanan genelgeler ile iptal edildi/yasaklandı. Her geçen yıl bir başka iptalin/yasağın ekleneceğinin ciddi belirtisi, 2012 yılında kendini gösterdi.
30 Ağustos resepsiyonlarına Genelkurmay Başkanlığı ev sahipliği yaparken 2012 yılında bir ilk gerçekleşecek resepsiyona Cumhurbaşkanı ev sahipliği yapacaktı. Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “kulak rahatsızlığı” nedeniyle “doktor tavsiyesi” üzerine iptal edilen resepsiyonla bir başka ilk de gerçekleşmiş oldu. Türkiye 2012’de “Cumhurbaşkansız” ilk Zafer Bayramı’nı kutladı. Devam eden aylarda, halkın ayak sesleri kulakları rahatsız etmeye devam edecekti. Ankara Valiliği 30’a yakın sivil toplum örgütünün 29 Ekim yürüyüşüne yasak getirdi. Ulus Meydanı’nda toplanan on binler, polisin 1. Meclis önündeki barikatını yıkarak Anıtkabir’e yüz binler ile girdi. 29 Ekim’de kaç kişinin Anıtkabir’i ziyaret ettiği açıklanmadı… 2012 Kasım’ında ise Türkiye 10 Kasım törenlerini “başbakansız” gerçekleştirdi. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Brunei ziyaretinden dolayı 10 Kasım Atatürk’ü Anma törenlerine katılamadı (!). 10 Kasım 2012’de Anıtkabir’i 413 bin 568 ziyaret ederek yeni bir rekor kırmıştı. Cumhuriyet ve Atatürk’e saldırının kitlesel bir tepkiye dönüşümü açısından 2012 yılı kritik bir aşama olduğu kadar bir sinyaldi de. 2013 yılının Haziran’ında Gezi Parkı Direnişi patlak verecek ve tüm yurt direniş dalgasıyla sarsılacaktı… AKP’nin ulusal bayram başlığında toplumsal alana radikal müdahalesi, bir başka deyişle toplumun dokunulmaz kıldığı sembole dokunuluyor oluşu, sert bir refleksle karşılanmış; refleks kendini, Cumhuriyet ve Atatürk sevgisi kapsamında göstermişti. Bu kapsam korumacılığını, sokakta tepki ile ifade etmişti. Sembol yeni bir bağlamda yeniden sembolleşiyordu…
AKP’nin siyasi iktidarı karşısında yükselen toplumsal muhalefet, sembolünü yeniden sembolleştirecek siyasal temsilini dolayımla da ideolojik öncüsünü arıyordu. Siyasal temsilini, ideolojik öncüsünü bulamamış ya da yaratamamış toplumsal muhalefetin sönümlenmesinin kaçınılmazlığı ise 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendini gösterdi. Türkiye tarihinde ilk kez cumhurbaşkanı doğrudan halk oyuyla seçiliyordu ve o cumhurbaşkanı, toplumsal muhalefetin sembolüne dokunma “cesareti” gösteren kişiydi…
Birçoğumuzun içinde bulunduğu, eylemlere katıldığı, birincil tanıklık ettiği bu sürece mercek tutmamın nedeni, siyasal iktidarın toplumsal alanda da kendini kurmak istediğinde karşılaştığı direnci daha görünür kılmaktı. Aynı zamanda, AKP’nin karşı devrim iktidarına dönüşümündeki karşılaştığı direncin sokakla olan bağını vurgulamaktı. Cumhuriyet ve Atatürk sevgisi kendini sokakta gösteriyor ve Cumhuriyet ve Atatürk’ü, AKP iktidarına karşı bayraklaştırıyordu. Kendi eyleminin meşru zeminini yarattığı kadar yeni bağlamıyla sembolleştiriyordu. Sembolüne dokunulmuş olmasının refleksi sonuçsuz kalınca, sembol dokunulmazlığı yitirmişti. Dolayımla, yeni sembolleştirme boşa düşmüştü. Artık söz konusu olan dokunulmaz bir sembole sahiplik değil, korunması hatta saklanarak korunması gereken bir sembole sahipti toplumsal muhalefet…
Karşı devrim iktidarına itirazın “Cumhuriyet ve Atatürk sevgisi” içinde kendini “makul” biçimde yeniden kuruşu, toplumsal muhalefetin korumacılığını sokakta ifade etmekten vazgeçişiydi aynı zamanda. Peki, Cumhuriyet ve Atatürk sevgisini bugün sokağa dökmeyen, bir başka deyişle toplumsal muhalefetin sokaktan kopuşuyla suskunlaşmasını bugün tersine dönüyor olabilir mi?
Kimimiz için Cumhuriyet’in yüzüncü yılında gerçekleşen 29 Ekim kutlamalarına katılımın kendisi, suskunluğun bozulacağına bir işaret. Kimimiz içinse –ki öyle düşünenlerdenim- tarihi ve toplumsal özünden-öneminden arındırılmış ritüellerin toplamında billurlaşan “pasif direniş” ya da saklanarak korunması gereken sembolün sahipliğinin “özel gün” sunumu…
İlkokul sıralarında öğrendiğimiz bir şarkı vardı. Her 10 Kasım’da çocuksu heyecan ve üzüntümüzü o ritim ile yaşar ve ifade ederdik. Sözleri şöyle başlıyordu:
“Atatürk ölmedi
Yüreğimde yaşıyor
Uygarlık savaşında
Bayrağı o taşıyor
Her gücü o aşıyor”
Yüreğimizde yaşattığımız mavi gözlü devi şarkının sonunda bir kez daha selamlıyor ve ölmedin ölemezsin diyerek görevimizi yerine getirdiğimizi düşünüyorduk. Bugün kitlelerin Cumhuriyet’e ve Atatürk’e sevgisinde de o çocuksu heyecan ve üzüntüyü görmek olanaklı. Cumhuriyet “ilelebet payidar kalacak” ve Atatürk ölmedi, ölmeyecek, ölemez… İşte, Cumhuriyet’e ve Atatürk’e sahip olduğumuzun kanıtı!
Cumhuriyet ve Atatürk sevgisinin sokağa taştığı, yasaklar karşısından barikat yıktığı ve tüm yurdu saran direniş dalgasının meşru zemin oluşturduğu sembolik anlamın; ulusal bayramlarda kendini göstermekle yetinen bir pasif direnişe ya da özel gün sunumuna evrilişinin denk düştüğü yer ise şaşırtıcı. AKP’nin karşı devrim iktidarına dönüşümüne karşı sokakta ifade edilen toplumsal muhalefet, karşı devrim iktidarının kurumsallaşmasına geçildiği bir evrede neden pasif direnişe dönüşür? İktidar alternatifi üretmenin zorunluluğunu aklımızda tutarak, yanıt vermek için acele etmeyelim derim…
Belki de hal-i pür melalimizde tek doğru olan şey o şarkıdaki gibi Atatürk’ün yaşıyor olmasıdır! Nasıl yaşadığını anlamak için Devrimci Önderimize kulak verelim:
“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu ‘ben’ kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”
Memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluk; makul sınırlar içerisinde kalmayı kabul etmez, sembollere ve ritüellerle bel bağlamaz, refleksle yetinmez!
İkinci Mustafa Kemaller haddi aşar, anlamı yeniden kurar, azim ve kararla ilerler; siyasal temsilini ve ideolojik öncüsünü kendi yaratır. Mustafa Kemal’i “devrimci ve tehlikeli” yapan şey de tam da bu yaratıcı edimdir. Atatürk’ü öldürmeyen yaşatan da Mustafa Kemallerin varlığıdır.
Et ve kemikten Mustafa Kemal’in aramızdan ayrılışının yıl dönümünde ‘biz’ler varız ve Vahdettin Köşkü’ne gözümüzü dikmiş durumdayız!