Ne kadar büyüleyici, cezbedici bir ses şu “enercii!..” melodisi değil mi? Sanki zamanın ruhunu üflüyor paslanmış kulaklarımıza. Çağın enerjisi kendi ideal simgesini mi yaratıyor yoksa? Sevgili Dilan Polat, cezaevine girdiğinde 6 milyon olan izleyici sayısını, çıktığında 7 milyona yükseltiyor. Cezaevine giriyor, izleyicisi daha da artıyor!?.. Elbette vardır bir hikmeti diyorum kendi kendime. Bu yedi milyon insan cahiller ve aptallar sürüsü değil ya, mutlaka bir bildikleri vardır. Belki de zamanın ruhunu yakalamış çok zeki insanlardır. Neden acaba diye sorarsanız, yanıtı başka yerde aramayın. Çağın ya da günün ruhu ne istiyor, ona bakın.
Bilimle milimle santimle açıklanamayacak bu durumu, naçizane mantığımla ancak zamanın ruhunu yakalamak olarak açıklayabiliyorum. Duyduklarım ve öğrendiklerim kadarıyla çağın ruhu iletişim kanallarını mesken tutmuş, oralarda dolaşıyormuş. Kendine uygun, kendini temsil edecek insan tiplerini oralarda yaratmakta belli ki. Bir yerlerde kulağıma çalınmıştı, “tüketim toplumu”, “iletişim toplumu” gibi deyişleri, günün yaygın eğilimini vurgulamak için kullanılan. İletişim dünyasının girdisini çıktısını, son derece dolaşık trafiğini, labirentlerini iyice öğrenmişsen, bir de emek, alınteri, bilim, etik, ilke, toplumsallık gibi artık fazla işe yaramaz değerlerin ağırlığından kurtulabilmişsen, o ruhu yakaladın, önün açık demektir. Mitolojik kahraman ejderhaya benzeyen bu kutsal ruh şunu üflüyor yakalayabilene: Tek kural, enerjiyi, çok kazanmak, güç sahibi olmak, yani sınırsız para biriktirmek için kullanmaktır. Diğer her şey boş. Geçmiş yok, gelecek yok, anın keyfini çıkarmaya bak!.. Yaşamak, mutlu olmak için dürüstlük, ahlak, namus para etmiyor. O nedenle bütün yollar meşrudur; ister yalan söyle, ister hile yap, istersen başkasının sırtına bin, başkasının malına, mülküne çök, en yakınındakine çelme tak, bunlar hayatın doğal olaylarıdır. Siyaset de, iktidar olmak da zaten bunun için değil mi?
***
Kaldı ki, çağın ruhunu çoktan yakalamış, onunla derin ilişkiler içindeki Dilan kardeşimiz ve izleyicilerinin melodileştirdiği “enercii”, çağın gerçeklerine ilişkin o kadar çok, önemli şeyler içeriyor ve anlatıyor ki. “Enercii”, daha açıkçası şu bildiğimiz enerji, Dilan’ın bu ifade biçimi de çok derin ve gizemli bir anlam taşıyor bence. Maddenin, varlıkların, kısacası insanların, sınırsız, kuralsız ve kuşkusuz etik, ahlaki ve toplumsal hiçbir kural ve ilkeyi takmaksızın amaçları, arzuları ve kısacası çıkarları doğrultusunda özgürce hareket etmeleri değil mi? Bilindiği gibi, enerji, adı üstünde, iyi-kötü, haklı-haksız, doğru-yanlış konusunda, yani ahlaki hiç bir boyut içermez.
Maddenin, yani enerjinin doğasında, sonsuz hareket biçimlerinde ahlaki, insani, estetik bir anlam bulabilir misiniz? Hayır. Çağın ve günün ruhu, toplumsal, insani ve ahlaki kurallara bağlılığın pek bir anlam taşımadığını, karın doyurmadığını söylüyorsa, “enercii” de tam da bunu anlatmaya çalışıyor. Maddenin sınırsız hareket biçimi enerjiden kendini sınırlayan bir davranış beklemek, komik olurdu herhalde. Enerjinin sınırsız hareketi herkese açıktır; zengin-fakir, haklı-haksız, aydın-cahil ayırdetmez; kim yüksek zekasıyla bu enerjiyi en etkili biçimde kullanıyorsa, o haklıdır. Yani güç kimdeyse, hak da, adalet de, ahlak da ondadır!
Hatta enerjinin sonsuz genişlikteki sırtına herkes binebilir ve istediğince, istediği yönde, sınırsızca ondan yararlanabilir; dolayısıyla bu evrende herkes haklıdır. Böyle düşününce bir an insanın içi rahatlıyor; sonsuz bir hoşgörü ve empati duygusuyla doluyor. Devrimciler bunu, o aptalca “eşitlikçi, paylaşmacı, adaletçi” hayalleriyle, para etmez idealleri ve dürüstlükleriyle bir türlü anlayamadı. Oysa Nietzsche’nin ahlak hiçbir şey, güç her şeydir dediği postmodern çağın büyük bir gerçeği değil mi bu?
Bu arada kafama çok önemli bir şey daha takıldı. İnsanlar enerjiyi yüksek zekalarıyla, hiç bir ahlaki kural tanımaksızın sadece para ve güç için kullanabiliyorsa, akıl da mı aynı ahlak dışılığın bir aracı oluyor acaba? Sahi ikisi arasındaki fark nedir? Sorup soruşturdum ve şöyle bir sonuca ulaştım: Zeka, doğuştandır, sonradan gelişmez, toplumsal, yani etik bir boyutu yoktur. Zeka, beynin algılama hızıdır, bu durumda zeka daha teknik, akıl ise daha etik bir boyuta sahiptir. Akıllı bir insan doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü ayırdetme yetisine sahiptir. Zeka, etik bir anlam taşımaz, nötrdür. Zeki bir insan çabuk kavrama ve çözüm üretme yeteneğine sahiptir; akıllı insan ise, ürettiğini toplumun ve insanlığın yararına, yani olumlu yönde uygulama yetisi ve duyarlılığına sahiptir.
Akla ve vicdana, iyiye ve güzele değil, duygulara, arzulara, keyiflere, bireysel ve çoğu haksız ve toplumun zararına oynayan zamanın ruhu, bilimle, bilgiyle, akılla yakalanamıyor ne yazık ki. Bilim adamları, filozoflar, sanatçılar uğraşadursunlar ama, yakalamak için bir ömür peşinden koşuyorlar ve bir sonuç alamıyorlar. Ben de son zamanlarda ipin ucunu biraz kaçırdım herhalde. Öte yandan cahil, eğitimsiz, bilgisiz diye küçümsenen akıldan yoksun, sıradan kişiler, içgüdüleriyle, sezgileriyle, belki de doğuştan gelen zekalarıyla gidip o ruhu buluyorlar ve voleyi de vuruyorlar. Yoksa gerçek bilgelik, bir sayın bakanımızın belirttiği gibi cehalette midir? Cahil ve zeki!.. Neden olmasın? Öyle ya, güç de onlarda!..
Güç ve iktidar her alanda zeki-cahillerde olduğuna göre, insanlığın, memleketin, halkın bir sürü sorunuyla uğraşacağına, üstelik gerekli itibarı da görmeyeceğine göre, çekilip köşene sadece kendi sorunlarınla ilgilenmek daha gerçekçi ve huzur verici olmaz mı? Enerji de öyle demiyor mu? Sizi bilmem ama benin 75 yıllık kafam iyice çuvallamış durumda. Bir ömür çalışıp didinerek ulaştığımız şu acınası emekli halimizle manzaraya bakıp apışıp kalmamızdan başka ne beklenirdi ki. Yoksa, bir devrimci olarak, bir ömür mücadele ederken, sık sık dinlemek zorunda kaldığımız “memleketi kurtarmak size mi kaldı” sözü doğru mu?
***
Bu son günlerde içimdeki çeşitli seslerin yarattığı gürültü-patırtıdan yorgun düşmüş ve iyice serseme dönmüş durumdayım. İçimden gürültüsü en çok çıkan ve tabii en ikna edici görünen ses, bilmiyorum belki de şeytanın sesi, ısrarla beni “enercii”ye davet ediyor. Duygularım gitti geldi, düşündüm taşındım, nihayet ben de bir insanım, kimse kimsenin yaralı parmağına işemiyor artık. Az çok zekam da fena değil. Ve sonuçta o büyük ruhun sesini dinledim, düşündüm ve 7 milyon üyeli -bu üye sayısıyla sanırım Türkiye’nin en büyük partisi- Dilan’ın partisine katılmaya karar verdim. İyi mi yaptım, kötü mü yaptım tam bilmiyorum ama zekam ve içgüdülerim öyle diyor. Aynı ses, toplumsalmış, ulusalmış bütün bunlar karın doyurmaz, para kazandırmaz; üstelik insanın başını derde sokan boş ideallerle, hayallerle uğraşacağına, güzel Dilan’ın çağrısına kulak versene deyip duruyor.
Emekçiden yana değil misin sen, bak onların önemli bir kesimi “enercii”nin peşinde. İnsanlar yasalara, hak hukuk ilkelerine, eşitlik ve adalet duygularına göre değil, çıkarı nerdeyse, para nerdeyse, hele o para çok kolay kazanılıyorsa, zekalarını kullanıp ona göre hareket etmiyor mu? Günü kurtarmak, bunun için zekanın sınırsız, yasa ve kuraldan azade kullanılması en büyük erdem değil mi? Zaten yasaları, adaleti uygulayan, hak hukuka uyan kim ki?..
***
Tam bunları düşünüp şeytani bir zeka ve uyanıklık ayartmasıyla zamanın ruhunun peşine takılmaya karar vermişken, aynı ruh köstebek gibi, en azından bizim ülkemizde bambaşka bir kılıkta başka bir yerden başını çıkarıp kendini göstermesin mi? Hangi kılıkta dersiniz? Tabii ki, Narin kızı canice katleden, kadını, çocuğu köle olarak gören ağalık, töre, gelenek kılığında. Bu kez yeniden bir şaşkınlık ve pişmanlık krizine girmeyeyim mi?.. Her ikisinde de, Türkiye’nin bütün illerini fıldır fıldır tarayan ruhun, ulusal ve uluslararası büyük vurgun, soygun ve rüşvetlerle beslenip büyüdüğünü, medya dünyasında kendini parlattığını ve huzur bulduğunu fark ediyorum yeniden.
Önce Dilan ve izleyicileri, sonra Narin ve katilleri!.. Birbirine tamamen yabancı, hatta karşıt nitelikte, biri kadın, diğeri 8 yaşında dünyalar güzeli, sevimli bir kız, bir melek. Biri ve benzerleri, zamanın ruhunun uçan halısına binmiş, köşeyi dönmüş, kahvesini altın tozuyla içen, dolarları neresine süreceğini şaşırmış, şımarmanın ve hödüklüğün zirvesinde, bir buçuk milyon tl parası var ama bunu günlük bir harçlıkmış gibi küçümseyen kalbi çıkarılmış, ruhu alınmış, naylon mutlu vatandaşlar. Bütün saflığı, insani sevimliliği ve doğallığıyla diğeri, zamanın ruhunun besleyip büyüttüğü, okşayıp semirttiği, iktidar, güç sizindir, istediğinizi yapın dediği, insanlıktan nasipsiz canavar ruhlu katillerin kurbanı.
İkisini aynı soru cümlesinde kullanmak bile beni kahrediyor. Ama ne yalan söyleyeyim, gerçek ortada. Birini, dolarlar içinde çirkince yüzdüren ve insanlığından çıkararak yücelten ruhla, diğerini, dupduru bir su kadar saf, 8 yaşındaki bir kız çocuğunu en insanlık dışı, en aşağılık yöntemlerle katleden ve gerisinde yüzlerce, binlerce çocuk ve kadının canice öldürülmesinin vicdansızlığı ve ahlaksızlığı yatan ruh, zamanın, günün aynı egemen ruhudur. Bu ruh, elbette ülkeyi yöneten, her şeye hükmeden sistemin, onun temsil ettiği karanlık zihniyetlerin, hesapların, ahlaksızlıkların kucağında demleniyor. Bir ucu, kara para aklamaları, rant, emlak, arazi, ihale vurgunları ile milyarlara çöken mafyalar, öbür ucu mafyalarla kucak kucağa tümörleşmiş, zehir saçan tarikatların, yobazlığın ve feodal gericiliğin İhvancı iktidar koruması altındaki karanlık yapıları, labirentleri.
Narin’in katledilmesiyle ilgili bu meşum, çürük kokan, kara tablo bir an zihnimde etrafını sarsarak, kanatarak dolaşırken müthiş bir şok yaşadım. Sanki başıma ağır bir taş düştü ya da bir kayaya, duvara çarptım, zihnim boşaldı ve bir süre sonra yeniden doldu. Sonra, insanlığımın derin kök hücrelerinden gelen şiddetli bir dürtmeyle sarsıldım ve kendime geldim. İnanın ruhumda bir süreliğine iktidar olan şeytanın bile vicdanı depreşti ve isyan etti bu olaylar karşısında. “Böylesi bir vicdansızlık, acımasızlık, zalimlik benim bile aklıma gelmezdi, ben bunu asla yapamazdım” diyerek nedamet getirdi ve elindeki tırpanı parçalayıp yere çaldı. İstifa mı etti, yoksa daha ileri gidip intihar mı etti bilemiyorum.
***
Tam bunları düşünüp şaşkına dönen, aptallaşan zihnimi toplamaya çalışırken, zamanın ruhu yeni bir sürprizle dayandı kapıma. Bir eski genelkurmay başkanı ve milletvekilinin ağzından, büyük bir gururla, “Eğitimin amacı bilgi değildir, Allah korkusudur. Allahtan korkmak, kuldan utanmaktır” diyerek cehaletin yüksek bilgeliğinde (!) sözler döküldü. Sanırım bu da, zamanın ruhunun üstümüze saldığı üçüncü atlıydı. Çünkü bu da, diğer ikisi gibi, olamaz, bu kadarı da fazla, insanlık bitti mi dedirten nitelikte akılalmaz, vicdansız, ahlak yoksunu, zamanın çürümüş ruhunun tezahürlerinden biriydi. Çürüme ruhunun en son, en bilgece ve en özlü ve yüksek ifadesi olan bu sözlerin üstüne söz söylemek, artık hadsizlik olur diye düşünüyorum!…
Belki bu atlıyla, Narin’in köyünde ortaya çıkan atlı aynı şeyi anlatıyor, aynı mesajı iletiyor bütün ülkeye. Yani, Ensarioğlu gibi bunun da, Narin katliamını saptırmak ya da bir biçimde gerçeğin ortaya çıkmasını önlemek için ortaya sürüldüğünü düşünebiliriz. Ya da, Dolar, Cehalet ve Yobazlık misyonlu bu üç atlı, çıktıkları aynı kumanda merkezinin, daha kapsamlı ve yıkıcı aynı mahşeri mesajın farklı versiyonlarını taşıyorlardı.
Nereden bakarsak bakalım, çağın özgürlük, eşitlik, adalet, bağımsızlık üfleyen devrimci ruhu, mafyalar, haydutlar, hırsızlar, düzenbazlar, para babaları ve bilumun gerici, yobaz ve halk düşmanlarının saldırılarında aldığı büyük yaraları iyileştirmeye ve ayağa kalkmaya çalışırken… Zamanın gerici, sahtekar, düzenbaz, yalaka, fırıldak, şeytani, ikiyüzlü ruhu, şimdilik yüksek saltanatını sürdüredursun. Tarihin derinliklerinden bağımsızlık ve devrimin kızıl atlılarının tempolu, hışırtılı soluk alışları ve rüzgarı, toprağı delen nal seslerinin gümbürtüsü çoktandır duyulmaya başlandı bile. Elbette duymak ve görmek isteyene…