Türkiye sağının olgunlaşmasından itibaren süreklilik gösterdiği bazı semptomları tarihsel süreç içerisinde yakalayabilmek mümkündür. Bunlardan birisi, sağ partilerin iktidardan uzaklaşmaya başladığı ve halkla temsiliyet bağlarının zayıfladığı dönemlerde “vatan, millet, Sakarya” türkülerini söylemeye başlamalarında görülebilir. Vatan topraklarını Amerikan emperyalizmine peşkeş çeken Menderes liderliğindeki Demokrat Parti’ye bakalım. Zayıflama alametleri gösterdiği 1957 seçimlerinden sonra “Vatan Cephesini” kurmaya soyunmuştur. 12 Eylül öncesi temel misyonları, ABD’nin sosyalizmin yayılmasını önlemek amacıyla ortaya koyduğu “komünizmle mücadele programı” olan AP-MHP-MSP’nin başını çektiği milliyetçi-muhafazakâr partiler koalisyonu, solun kitleselleşmesine ve güçlenmesine karşı “Milliyetçi Cephe” hükümetlerini kurmuşlardır. Bunlar, 12 Eylül öncesinin istikrarsız hükümetler ortamında yıkılıp yeniden iki kez kurulmaları itibariyle “Birinci ve İkinci Milliyetçi Cephe Hükümetleri” olarak anılmaktadır. Hepsinin ortak paydası; ABD emperyalizmine güdümlü iç ve dış politika anlayışlarıyla halkın dini ve milli duygularının sömürülmesini sağlayarak bireysel çıkarlarına ve ABD emperyalizminin çıkarlarına payandalık yapmalarıdır. Bunu yaparken mafyatik ve anayasal hukuki rejimi hiçe sayan ilişkiler içerisinde olmak ortak özellikleridir. Dolayısıyla “vatan”, “milliyetçi” gibi süslü cümleleri bir kenara bırakırsak bu hükümetleri “mafya hükümetleri” veya “mafya cephesi” olarak tanımlamak daha isabetli olacaktır.
AKP’nin tek başına iktidar olabilme kabiliyetini kaybetmeye başladığı süreçten itibaren MHP ile ittifak siyaseti içerisine girmesi DP veya AP deneyiminden farklı değildir. Dolayısıyla denilebilir ki, bugün Türkiye, AKP ve MHP’nin vitrinde olduğu “üçüncü mafya cephesi koalisyonu” tarafından yönetilmektedir. Bu mafyatik yönetim biçiminin görünürlüğü Sinan Ateş cinayeti ve ardından yaşanan dava süreciyle daha da ayyuka çıkmaktadır.
Bir Cinayetin Ardından
Türkiye gündemini uzun süredir meşgul eden siyasi cinayetlerin başında Sinan Ateş cinayeti geliyor. AKP ve MHP’den oluşan iktidar bloğunun gündemi soğutmaya ve algıları farklı kişi ve konulara çekmeye dönük bütün uğraşlarına rağmen özellikle başta Ateş ailesi olmak üzere kalemini satılığa çıkarmayan onurlu gazeteciler, cinayet ile ilgili her detayın peşine düşerek cinayetin aydınlatılması için yoğun çaba sarf ediyor.
Kurulduğu günden bu yana NATO temsilcilerinin piyonu olmuş, ülke gençliğini dini ve milli hassasiyetleri üzerinden kandırarak cinayetler işletmiş, kanunsuz ticari ilişkiler içerisine sokmuş bir siyasi yapı olarak Ülkü Ocakları ve onların temsilcileri, Sinan Ateş cinayetinin de olağan şüphelileri olarak ön plana çıkıyor. Saray tarafından atanmış savcıların, insanı “duru gökte yağmur yağdığına” inanmaya zorlayan iddianamelerine karşın davayı takip eden gazetecilerin adı saklanan isimleri ve olay örgüsünü etraflıca anlattıklarını medyadan izleyip okuyoruz.
Bu gazeteciler konuştukça MHP ve Ülkü Ocakları çevrelerinden tehditler de artmaya başlıyor. Bu durumun son örneğini Cumhuriyet gazetesi yazarı Barış Terkoğlu’na yönelik tehditler üzerinden görüyoruz. Ateş cinayeti üzerinden iddianamede gölgelenmeye çalışılan isim ve ilişkileri ortaya koymaya çalışan gazetecilere tehdit ve küfür savurmak olağan hale getirilmeye çalışılıyor. Sadece gazetecilere mi? Son yerel seçimlerde MHP’nin kurucu lideri Alparslan Türkeş’in doğduğu yer alan Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesini kazanan CHP adayı Şerafettin Bahadır, MHP adayı Menduh Uzunluoğlu’nun akrabaları tarafından çocuğunun gözü önünde darp edilip ve ayaklarına üçer kurşun sıkılmak suretiyle silahlı saldırıya uğruyor. Suçlular elini kolunu sallayarak adeta bir “kahraman” edasıyla yaptıklarıyla övünüyor ve karşılarında duran tüm muhalif kesimlere adeta “göz dağı” vermeye çalışıyor.
Uyuşturucu kaçakçılarının, katillerin ve tecavüzcülerin alenen suç işleyip tehditler savurabildiği bir ülkede, şeriat düzenine karşı bilimsel düzlemde fikirlerini paylaşan gençler ise tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk ediliyor. Yüzüncü yılını deviren Cumhuriyet Türkiye’sinin geldiği durumu bu tabloyla özetleyebilmek mümkün olmasa da durumun vahametini göstermesi açısından bu manzaranın fazlasıyla yeterli olduğunu söyleyebiliriz. Bu mafya cephesi dağıtılıp, bu düzen değiştirilmeden yurttaşların ve çocukların güvenli ve huzurlu şekilde yaşayabileceği bir ülkeyi var edebilmek mümkün değildir.