Türkiye 2008 ve 2014 yılları arasında bir soruşturmalar ve davalar silsilesinin esiri olmuştu. İktidar, ortağı Fethullahçı çeteyle birlikte ülkenin ilerici ve aydınlanmacı birikime savaş açmıştı. Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, Odatv, Devrimci karargah adı altında yürütülen bu gibi soruşturma ve davalarla; ulus devlette ısrar eden, Türkiye’nin geleceğinin Asya bloğunda olduğunu düşünen, laik, demokratik hukuk devletinin coğrafyamızda onurlu ve insani bir yaşamın temel taşı olduğuna inanan kişiler devletten ve toplumsal yaşamdan tasfiye edilmeye gayret edilmişti.
Bu terör döneminin ana izleği devrin başbakanının şu sözlerinden neşet etmişti “Büyük Ortadoğu projesini eş başkanıyım”.
BOP kabaca; Ortadoğu’da emperyalizm ve onun vahşi kapitalist ekonomik ilişkilerine tabi olmuş güçsüz devletçikler yaratmak için güçlü milli devletleri iç savaş ve ayaklanma yollarıyla yıkmaktı. Bizim başvekilde bu işin taşeronluğunu üstlenmekte çok hevesliydi.
Türkiye o yıllarda tüm ekonomik ilişkilerinden dış politikasına kadar taşeronlaşma eğilimindeydi. Ortadoğu’da ABD’nin taşeronu olmak büyük fırsatlar kapısının aralanması anlamına geliyordu. Bugün ki Suriye tablosunu ağzı sulanarak seyre dalan müteahhit kafası o zaman da cariydi.
Projenin en önemli ayağı ve direnç noktası Suriye Arap Cumhuriyetiydi. Ülkemizin sınırını eleğe çeviren NATO destekli cihatçı gruplar aracılığıyla binlerce insanın hayatının kaybettiği, milyonlarca insanın yerinden yurdundan edildiği bir savaş başlamıştı. Türkiye’nin bu savaştaki görev tanımı selefi cihatçılar için bir geçiş ve lojistik üssü olmak ve kendi himayesindeki Kürt güçleriyle birlikte dağılma ve parçalanma sürecine odun taşımaktı. PKK’nin bölgedeki gücü olan PYD liderleri Ankara’yı su yolu yapmıştı. Türkiye’deki ulus devlet yapısının değiştirilmesi sonucunda bir çeşit Türk -Kürt konfederasyonu inşa edilecek ve bu yapı, Suriye, İran ve Irak’ı içine alan bir Amerikan tufanına dönüşecekti.
Ancak bu proje Suriye devletinin direnci ve direnişe güçlü şekilde destek olan İran ve Rusya’nın işin içine girmesiyle akamete uğradı. Devlet ülkenin büyük oranda kontrolünü sağladı ve yıkıcı unsurları izole ederek belirli alanlara sıkıştırdı. Irak ve iran’a doğru gelişmesi planlanan BOP böylece rafa kaldırılmış olmuştu. Böyle olunca türkiye himayesinde Kürdistan planı da şimdilik işlevsiz hale gelmiş oluyordu. İç politikada kendine puan kaybettiren açılım politikasını sürdürmenin manasızlaşması ile abd ile olan ilişkilerin gerilmesi sonucu iktidar başka denizlere yelken açma zorunluluğu hissetmeye başladı. Emperyal merkezlerle tırmanan gerilim, iktidar ortağı Fethullahçı çete ile arasında yıkıcı bir savaşı da beraberinde getirdi ve sonuçlarını hepimiz biliyoruz.
Böylelikle yazının başında belirttiğimiz davlarda bu süreçte çöktü. Ancak ilerici, Kemalist ve yurtsever odakların devletten tasfiyesi de büyük oranda gerçekleşmiş oldu. Bu durumda açılım sürecinin, kumpas davalarının ve BOP’un çöküşünü Suriye yönetiminin ayakta kalmasının sağladığının söylemek gerçekçi olacaktır.
Şimdi artık ortada bir Suriye devleti yok. Güçlü Rusya-İran-İttifakı da yok. Yani yukarda özetlediğimiz konjektür artık yok.
Geçen yazımda Suriye’deki son gelişmeler üzerine şöyle bir tespitte bulunmuştum “Türkiye’nin Pakistanlaşması ve giderek bölünmesi tehlikesi her zamankinden yakındır. İktidar bloğunun tek önceliği iktidarda kalabilmektir. Bu bağlamda Türkiye himayesinde Kürdistan projesinin artık bir “devlet” politikasına dönüşeceği aşikardır. Bunun olabilmesi için Türkiye’nin bütünlüğü, ulus devlet ve ilerici kazanımları hususlarında ısrar eden unsurların tasfiyesi ve/veya sindirilmesi beklenmelidir. Yeni kumpas davaları, provakatif eylemler ve operasyonlar kapıdadır. Köpeksiz köyde değneksiz gezme günleri gelmiştir.”
Gelişmeler analizlerimizi haklı çıkarıyor gibi görünüyor. “Yeni açılım sürecinin” başlaması ve Suriye yönetiminin yıkılmasıyla beraber İstanbul merkezli muhalefet unsurlarına yönelik soruşturmalar başladı. Önce CHP’li bir belediye başkanı tutuklandı. Sonrasın da iktidara sert eleştiriler yönelten Zafer Partisinin Genel Başkanı Ümit Özdağ tutuklandı. Bu yazının yazıldığı saatlerde de yine Gezi ayaklanması bahane edilerek sanat dünyasına yönelik bir operasyon başlatıldı ve tanınmış simalar göz altına alındı.
Bu soruşturmaların özneleri şimdilik toplumun üzerinde anlaşamadığı kişiler üzerinden seçiliyor. Henüz süreç olgunlaşmadan geniş bir uzlaşıyla bu operasyonlara karşı bir toplumsal tepki oluşması engellenmeye çalışılıyor gibi görünüyor. İlki hem akçeli işleri hem de özel hayatıyla kirli bir siyasetçi, diğeri ırkçı tutum ve söylemleriyle geniş kitlelerce sevilmeyen bir figür, son olarak da sanat camiasında sevilmeyen bir patroniçenin ismi üzerinden başlatılan soruşturma ve göz altılar.
Bunları bir planın unsurları olarak görmek doğru olacaktır. Kişilere takılmak yanlış olur. “Parmağa değil işaret ettiği yere bakmak gerekir”
Amaçlanan; yeni dönemde şekillenen politik dönüşüme direnç gösterebilecek toplumsal kesimleri sindirmektir. Bu gibi soruşturmaların genişleyerek büyüyeceğini kumpas davalarında olduğu gibi devlet içindeki bazı direnç unsurlarının ve büyük politik figürlerin de tasfiyesine yönelik politik davalara evrileceğini ön görebiliriz. Yani geçenlerde Cumhurbaşkanı’nın eski ortaklarının jargonundan esinle söylediği gibi “turpun büyüğünün heybede” olduğu anlaşılıyor
Author Profile

Latest entries
ana manşet25/01/2025Turpun büyüğü
ana manşet13/12/2024Aslında ne oldu?