Dilbilimin sağladığı bunca olanak ortada dururken dilleri, ulusal reflekslerle yarıştırmak, yarışma sonunda bir kazananlar ve kaybedenler listesi oluşturmak bilimsel bir yaklaşım değildir. Bunun yerine tutulacak yol, Cumhuriyet önderleri gibi Türk dili çalışmalarını kurumsal ve bilimsel çerçevede sürdürmenin olanaklarını yaratmak, derleme/tarama yoluyla dilimizin söz varlığını ortaya çıkarmak ve işlemektir.
“İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu
Bebeklerin ulusu yok
Başlarını tutuşları aynı
Bakarken gözlerinde aynı merak
Ağlarken aynı seslerin tonu”
Ataol Behramoğlu’nun bu çarpıcı gözlemi, derin bir eşitlik duygusu taşıyor ve dizelerde sözün olanca yalınlığıyla etkili bir ifadeye dönüşüyor. David Crystal de Dilin Kısa Tarihi’nde (Alfa, 2019) “Bebeği görmeyip sadece çıkardığı sesleri duyabilsek, hangi dili konuştuğunu söyleyebilir miyiz?” diye soruyor ve yine kendisi yanıtlıyor: “Hayır!”
Bu durumda gerçekten hangi bebek Fransız, hangisi Türk, hangisi Çinli… bilmek olanaksız. Ancak 1 yıl sonra aynı bebeklerin başlarını tutuşları, gözlerindeki merak, ağlarken seslerinin tonu farklılaşmaya ve bebekler Fransızca, Türkçe, Çince… sesler çıkarmaya başlayacaklar! Tıpkı insanlığın bebeklik çağından çıkmaya başladığı; ağlama, inleme, bağırma, çığlık benzeri eklemsiz bir dille kurduğu ilksel iletişimden çok daha fazlasına olanak tanıyan çift eklemli dili icat ettiği 50 bin yıl kadar öncesi gibi.
Ama biz yine de varlığını apriori (önsel) kabul ettiğimiz, tüm dillerin kaynağı olan bir ilk dilin peşindeyiz. O ilk dil Fransızca mı Türkçe mi Çince mi? Aslında merak ettiğimiz, dilden çok o dilin ait olduğu ulustur. Çünkü buradan dilsel bir bulgu değil, ulusal bir onur çıkarmak peşindeyiz. Bunun böyle olduğu, ilk dili merak edenlerin dilbilimciler değil, her alanda top koşturanlar olmasından belli. Dilbilimciler, bir ilk dil ve diller arasında bir “ana-yavru” ilişkisi olup olmadığıyla değil, dillerin ortak doğasına, işleyişine ve özgülüklerine odaklanıyorlar. Fakat alan dışında kim varsa, bebeklere bir ulus atama, ulusal dilleri yarıştırma ve birinciye mavi boncuk takma peşinde!
Bu “ulusal mücadele”nin kahramanları, kendi ulusal dillerini yarışın birincisi ilan etmek için yanıp tutuşuyorlar. Bu alanda en çok da etimolojiye güveniyorlar. Durmadan kökenbilim verilerini tarıyorlar, sözcük köklerinde buldukları ses benzerliklerine anlam ilişkisi kurguluyorlar ve işte diyorlar, bu dil diğer dillerin anasıdır; diğerleri de bundan bozma birer “Tarzanca”dır. Hatta işi şu noktaya vardıranlar bile var: “Türkçe insanlığın dilidir. Açın ağzınızı, ilk sesiniz “a” olur! Bu sesin önüne ‘abc’deki tüm sessiz harfleri koyup okuyun: ab, aç, ad, af, ağ, ah, ak, al, am, an, ar, as, aş, at, av, ay, az… Diğer sesli harflerin önüne de sessiz harfleri koyup aynı yöntemi uygulayın. Sonra dünya dillerinde bu kökleri araştırın, İngilizcenin ana çatısının, Arapça ve Farsça sözcüklerin çoğunun, Rusçanın %70’inin Türkçe olduğunu göreceksiniz!”
Bunlar, “yaşayan Türkçeciler”in, geçmişte TDK’nin dilde özleşme çalışmalarını karalamak için uydurdukları, TDK “otobüs” için “oturgaçlı götürgeç”, “hostes” için “gök konuksal avrat” diyor iddiaları kadar saçma değil mi? Ne var ki bütün bu saçmalıklara, “tez”lerine “bilimsel” giysiler giydirmiş, kendilerine etimolog süsü vermiş yazarlar yol açıyor. Oysa “etimoloji”, adında da yer aldığı gibi bir bilimdir; Yunanca “etymon” (gerçek anlam) ve “logos” (bilim) kelimelerinden kök alır, “kelime kökeni bilimi” demektir. Her ne kadar Fredric Jameson, Dil Hapishanesi’nde (YKY, 2019) etimoloji için “…mantıksal sonuçlar çıkarmak amacıyla tarihsel nedenselliğin yasadışı kullanımıdır… Yaşanmış zamanın bir anıyla öteki arasında yapılan bir karşılaştırmanın sonucuna dayanır.” dese de “Kuşaklarca bireysel yaşamı ve sayısı bilinmez somut söyleyişi yok sayan bu özdeşlik hangi ilke üzerine kurulmuştur?” (sayfa 17, 18) diye sorsa da “süslü” etimologların hızını kesemiyor!
Bir kısmı hızını kontrol edemeyerek sentaksa kadar sıçrıyor ve dizginleyemediği egosuyla bilim dışılığını burada da sürdürüyor: “İngilizce ve Almanca, Türkçe’den türeme Academia’daki son makalemde ele aldığım konu dünyada ilk kez bir bütün olarak ve bu denli kapsamlı, sağlam kanıtlı işleniyor… Türkçe gibi eklemeli dillerden türemiş Almanca İngilizce gibi çekimli diller karma kreol dillerdir, bozulmuş, bir tür Tarzanca dillerdir… Bu makalem dostumuz Norm Kisamov’u çok heyecanlandırdı. Attığı e-postada özetle şunları diyor: Gördüklerim karşısında çok etkilendim… Ufkunuz ve hakikat arayışınız için en içten tebriklerimi kabul edin. Eğer bu çözümlemeyi görmeden ölseydim, onu görecek kadar uzun yaşayamadığım için sonsuza kadar acı çekerdim…” (K. Arslanoğlu, odatv.com 02 Mart 2024)
Yazım, anlatım ve mantık yanlışlıklarını bir kenara koyalım da “Sanki Türkçenin bir lehçesi olan Latince sözdizimi açısından İngilizce-Almancaya giden yolda bir duraktır. Bu diller hantal dillerdir, kural dışı yan cümleler kullanırlar. Bu yan cümlelerde çoğun zamir, çekim, kural bulunmaz. Aynı şekilde emir cümlelerinde de kural bulunmaz ve eklemeli dil kalıntılarıdır.” biçimindeki “bilimsel tezleri”ni ne yapalım? Yazara göre bu dillerdeki “yapı” eklerinin büyük çoğunluğu ve İngilizcedeki ön eklerin neredeyse tamamı “Türkik”tir: “ante-önde”, “alter-alt”, “com-kamu”, “ex-eksi”, “ek-ecto”, “cross, contra-karşı”, “multi-bol”, “quadro, tetra-dört”, “pro, pre-bir”, “ultra-öte, ulu”, “trans- ters, aktar, doğru”…
Sadece ek ve köklerimizi (ç)almamış Batı dilleri, gramerimizi de kopyalamışlar! “Bu dillerin anlatım yetersizliğinin, nesnel bakıldığında insana Tarzanca gibi gelmesinin nedeni, onların hayli yeni diller olması, ileri derecede karma diller olmasıdır.” (odatv, 09 Mart 2024) Gerçi Tarzanca, herhangi bir dilin bütününü niteleyen bir sıfat değildir; bu konuda akademik çalışmaları bulunan, Hamburg Üniversitesi dilbilim profesörü Anne Hinnenkamp’a göre Tarzanca, yabancılarla iletişim kurmak için ana dilin basitleştirilmiş konuşma biçimidir. Ama sorun bu değil; sorun, yazarın sözdizim (sentaks) konusunda nesnellikten ve bilimden uzaklaşmış olmasıdır.
Hatta “Tarih boyunca pek çok klan kaynaştı, iç içe geçti. Bir yandan da tam tersi insanlar, kabileler birbirinden koptu, birbirini tanımamaya başladı. Bu da illaki her cümlenin başına “ben”, “sen” deme zorunluğunu, kendini tanıtma zorunluluğunu getirdi, zamir öne geçti. İnsanlar birbirini anlamıyordu. Ortak eski diller unutuluyordu. Konuşma o yüzden parçaları kopuk ifadelerle, tekrarlarla, anlamsız ünlemlerle dolmaya başladı. Yardımcı fiiller ortaya çıktı. İşte bu Tarzancadır.” (agy) demesindeki çelişki de görmezden gelinebilir.
Ama bir dil yazısında, dillerin sözdizim bakımından farklı gruplanmalarının doğallığından habersizce, sanki bir tek biçimli söz dizimi varmışçasına, o dizime uymayan diller “Tarzancadır” biçiminde bir yargıda bulunulabilir mi? Kaldı ki yazarımız, Tarzanca diye tu kaka ettiğinin, farklı dilleri konuşan insanların geçmişte olduğu gibi bugün de karşılaştığı iletişim engellerini aşmakta kullandığı, Pidgin dili, Kreol dil gibi ve özellikle 16-20. yüzyıl boyunca farklı anadillerden kölelerin köle sahiplerine karşı direnişlerinde kullandıkları bir ilişki dili olduğundan habersiz görünmektedir.
ethnologue.com’un son verilerine göre dünyada yaşayan 7164 dil var ve bu dillerin %32’si Asya’da, %30’u Afrika’da, %18,5’i Pasifik’te, %15’i Amerika’da, %4’ü Avrupa’da konuşuluyor. Bu dilleri sözdizimlerine göre karşılaştırıp bazılarına diğerlerine göre üstünlük ya da zayıflık atfetmek bilimsel bir yaklaşım değildir. Değildir çünkü her dilin, evrensel ve ortak bir temel üzerine inşa edilmiş, kendi benzersiz gramer kuralları ve sözdizimi vardır. Bu kurallar o dilin konuşmacıları tarafından etkili bir şekilde iletişim kurmak için kullanılır. Ayrıca dillerin, artsüremlilikleri nedeniyle, donmuş bir son yapıları yoktur. Bu nedenle dillere, herhangi bir özelliğinden dolayı verilecek “anadil” ya da “Tarzanca” sıfatları da sürgit doğru sıfatlar olmayacaktır. Kaldı ki her fırsatta dile yeni anlatım olanakları girebilir ve girmelidir de. Bugün Türk halkından 13. yüzyıl Türkçesiyle konuşup yazmasını istemek hem yanlış hem de olanaksızdır.
Oysa dillerin, sonsuz anlamlandırma olanaklarına sonlu kurallar getiren, ifadelerin neden anlamlı veya neden anlamsız olduğunu açıklayan, sözcüklerin sıralanmasıyla sözün anlamı arasındaki ilişkileri gösteren kendilerine özgü gramerleri vardır. Dilin yargı taşıyan en küçük birimi olan cümle, kuruluşunda yer alsın veya almasın, kendisini oluşturan üç öge üzerine oturur: Öznenin gerçekleştirdiği veya olduğu bir yüklem, yüklemi gerçekleştiren veya olan bir özne, yükleme konu olan bir tümleç/nesne. Bu üç ögenin diziliş çeşidi, 3 farklı nesnenin farklı biçimlerde dizilebilmesi kadar (3!) olacaktır kuşkusuz; yani 1x2x3= 6.
Dünya Dil Yapıları Atlası wals.info’da yer alan, 2600 dil üzerinde yapılan çalışmanın verilerine göre dünyada Türkçedeki gibi “özne+tümleç+yüklem” kuruluşunda 564, Rusçadaki gibi “özne+yüklem+tümleç” kuruluşunda 488, Arapçadaki gibi “yüklem+özne+tümleç” kuruluşunda 95, Madagaskarcadaki gibi “yüklem+tümleç+özne” kuruluşunda 25, Arjantin’in güneyinde konuşulan Selknam dilindeki gibi “tümleç+yüklem+özne” kuruluşunda 11 ve Brezilya’da konuşulan Nadeb dilindeki gibi “tümleç+özne+yüklem” kuruluşunda 4 dil var. Bu bakımdan Flemenkçedeki gibi baskın bir yönelme görülmeyen dil sayısı ise 189. Öge sıralamasının aynı dilin diyalektleri içinde değişebileceğini de ekleyelim.
Daha küçük birimlerin dizilişinden bakacak olursak, “sözlü iletişim” örneğindeki sıfat tamlamasında olduğu gibi Türkçe, niteleyen söz ya da söz grubunu (sıfatı, önadı) adın önüne; Fransızca ise “communication orale” biçiminde arkasına koyuyor. Salt bu nedenle “Bu diziliş Türkçeninki gibi değil, öyleyse Fransızlar Tarzanca konuşuyor.” denilebilir mi? Ya da İngilizce “I am young.” cümlesini oluşturan birimlerin sözdizimindeki yerlerini koruyarak “Ben im dir genç.” veya “It is cold here.” cümlesini “O dur soğuk bura.” biçiminde Türkçeye çevirip “Gördünüz mü İngiliz dili Tarzancadır!” diyebilir miyiz? Yazarımız diyor işte!
Bunu dillerin emekleme (bebeklik) aşaması için söylese sorun yok, hatta bu söylediğine “Âdemin Dili” (Boğaziçi Yayınevi, 2013) yazarı da katılabilir. Kök dilde sözcüklerin sıralanışını “ipe boncuk dizme” biçiminde açıklayan Derek Bickerton; son dilde bu sıralanışın hiyerarşik kaynaşma biçiminde olduğunu söyler ve anadili Japonca olan arkadaşının İngilizce söylediği şu örneği verir: “Kimi zaman iyi yol gelmek, kimi zaman hep viraj gelmek, kavis gelmek, değil? Her yerde aynı, hep aynı insan yaşamı, hep aynı; iyi yol gelmek, kavis gelmek, dağ gelmek, değil? Hepsi, her yerde, fırtına gelmek, güzel gün gelmek, hep aynı, herkes, ben hep aynı, zamanında küçükken.” İpe boncuk dizme biçimindeki bu sözdizimiyle düşüncenin tökezleyerek aktarıldığı açıkça görülüyor. Ama hangi dil sözdizimini bu biçimde bırakabilir ki?
Nihayet dilin evrimsel gelişiminde sözün “ipe boncuk dizme”den dillerin açıklık, anlaşılırlık ve ekonomi ilkesince “hiyerarşik kaynaşma” biçimindeki dizimine geçildiğinde, yukarıdaki sözü oluşturan ögelerin, dilin birleşme ve diziliş kurallarına, yani gramerine uygun sıralanması ve düşünceyi daha akıcı ve anlaşılır bir biçimde ifade edebilmesi olanaklı hale geliyor: “Bazen düzgün yollarda gidersiniz, başka zamanlarda ise virajlar ya da keskin kavisler gibi engellere denk gelirsiniz, değil mi? Her şey böyledir, insan yaşamı da. Bazen karşınıza düzgün yollar çıkar, başka zaman köşelere ve dağlara rastlarsınız; bazen gününüz güneşli olur, bazen ise fırtınaya yakalanırsınız, değil mi? Hayat herkes için hep böyle, ben küçükken de öyleydi.”
Özetle, dilbilimin sağladığı bunca olanak ortada dururken ulusal dilleri, tarihsel, sosyal ve siyasal olgulardan kaynaklanan ulusal reflekslerle yarıştırmak, yarışma sonunda bir kazananlar ve kaybedenler listesi oluşturmak hiç de bilimsel bir yaklaşım gibi görünmemektedir. Bunun yerine tutulacak yol, Cumhuriyet Devrimi önderlerinin gittiği yoldur: Dil çalışmalarını bilimsel bir çerçevede ve kurumsal bir yapıda sürdürmenin olanaklarını yaratmak, derleme yoluyla sözlü edebiyatın ve halk dilinin, tarama yoluyla en geniş yazılı kaynakların söz varlığını ortaya çıkarmak ve daha önemlisi onu işlemektir. Mustafa Kemal, sadece “Dünyada her şey için; uygarlık için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir; fendir.” diyerek bilimi tarihin bir noktasında dondurup bırakmadı; “Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki devrelerinin olgunlaşmasını kavramak ve yükselişini zamanla izlemek şarttır.” da dedi. Bu sözler dilbilim için de geçerli olsa gerek!
Türkçenin, varlığıyla onur duyduğumuz şairi Ataol Behramoğlu’yla başladık, “Tarzanca”nın büyük şairi Shakespeare ile bitirebiliriz. 18. Sone’sinin ilk dörtlüğü oluşturan
“Shall I compare thee to a summer’s day?
Thou art more lovely and more temperate:
Rough winds do shake the darling buds of May,
And summer’s lease hath all too short a date:”
dizelerini, Arslanoğlu gibi tüm ögeleri yerinde bırakarak çevirirsek,
“malı ben karşılaştırma sen -e -i bir yaz günü
sen sanat daha sevimli ve daha sıcak
sert rüzgarlar yapmak sallamak sevgili tomurcukları mayısın
ve yazın kiralık sahip olmak hepsi çok kısa bir tarih:”
biçiminde bir söz yığını karşımıza çıkyor. Bırakın şiiri, bir dil bile yok ortada!
Şimdi aynı dizeleri Talat Sait Halman gibi çevirelim:
“Seni bir yaz gününe benzetmek mi, ne gezer?
Çok daha güzelsin sen, çok daha cana yakın:
Taze tomurcukları sert rüzgârlar örseler,
Kısacıktır süresi yeryüzünde bir yazın:”
(William Shakespeare, Soneler, İngilizce – Türkçe, TİB Kültür Yay. 2009)
İyi ki bebeklerin ulusu yok, şairlerin dili var!
Author Profile
Latest entries
- ana manşet01/12/2024Gerçeği Görme Sorunu
- ana manşet23/11/2024Arda’nın Geleceğini Konuşmak…
- ana manşet17/11/2024Faşizmin dili
- ana manşet16/11/2024Yangında İlk Kurtarılacak Beş Mısra