“Suriye’de laikleşme süreci 1920’lerde Fransız mandası altında gerçekleşti. Suriye, 1963’ten 8 Aralık 2024’e kadar Arap milliyetçisi Baas Partisi tarafından yönetildi. Baas rejimi, Arap Sosyalizmini laik ideolojinin unsurlarıyla ve dini azınlıklar için farklı mahkeme sistemleriyle çalışan İslam hukukunun yönlerini de içeren otoriter bir siyasi sistemle birleştirdi. Müslüman olmayanların devlet başkanı rolünden men edildi.
1930 Suriye Anayasası’nın 3. maddesi, Cumhurbaşkanı’nın Müslüman inancına sahip olmasını gerektiriyordu. 1973 Suriye Anayasası, İslam’ı devlet dini yaptı. Üçüncü madde şu hükme vardı: ‘Cumhurbaşkanının dini İslam olmalıdır. İslam hukuku, yasamanın temel kaynağıdır.’
Kişisel statü hukuku hala Şeriat’a dayanmaktadır ve Şeriat Mahkemeleri tarafından uygulanmaktadır. Suriye’de hem laik hem de dini mahkemeleri içeren ikili bir hukuk sistemi vardır. Medeni ve ceza davaları laik mahkemelerde görülürken, Şeriat mahkemeleri Müslümanlar arasındaki veya Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasındaki davalarda kişisel, ailevi ve dini meseleleri ele almaktadır. Müslüman olmayan toplulukların kendi dini yasalarını kullanan kendi dini mahkemeleri vardır.”[1]
Suriye’de “ilmaniye” denilen işte böyle ucube bir laiklik vardı.
Laic sözcüğünden türeyen laicism ‘Dinsel hukuktan ve dinsel etkilerden bağımsız yönetsel veya siyasal sistem demektir’[2] Bu kökten türetilen ‘to laicize’ fiili, ruhban sınıfının hukuk sisteminden uzaklaşmak, hukuk ve eğitim sistemini ruhban hukuk ve eğitim sisteminden bağımsız hale getirmek anlamında kullanılmıştır.
Suriye laikliği böyle, özüne uygun olarak anlamadı, hukukunu ve yargı sistemini dinden arındıramadı, dine ödün üstüne ödün verdi. O ödünler yığıldı yığıldı, sonunda Baas’ın başını yedi.
Ve Baas gitti şimdi bizim başımızdakiler Suriye’de başa gelen cihatçı terörist örgüte siyasal sistem önerileri yapmaktadırlar. Yapmaktalar ya, onlar da bildiklerini okumaktalar, sözgelimi Suriye Eğitim Bakanlığı okul kitaplarında yer alan “vatanı savunmak” deyimi yerine “Allah’ı savunmak” söylemini koydurmuş. Demek Allah’ın savunulmaya gereksinmesi var, bunlara göre…
Bizim dinbaz takımı bunları görmüyor, Suriye’de devrim olmuş onlara göre, hepsi sevindirik… Ve oraları “gönül coğrafyamız” olarak lanse etmektedirler.
Tarih bilmezseniz kolaylıkla yutarsınız bu gönül coğrafyası zokasını.
Hadi azıcık bakalım Suriye’nin Birinci Dünya Savaşı sırasındaki tarihine:
“İngiliz casusu Lavrens’in altınlarını alınca, Medine’yi savunan Türk askerlerine karşı İngilizlerle birlikte saldıranlar Müslüman Araplar değil miydi? Bu Arapların başında Peygamber soyundan gelen Şerif ailesi, yani sonradan Irak ve Ürdün tahtlarına geçen adamlar bulunmuyor muydu?
Bugünkü nesiller, tarih kitaplarında okumadıkları için bilmezler: Birinci Cihan Savaşının sonunda Türk ordusu Suriye cephesinde bozulunca Türk esirlerini öldürenler, altın yuttuklarını sanarak öldürdükleri ve bazen diri Türklerin karnını deşenler hep bu din kardeşimiz Araplardı. Daha acıklısı da İslam halifesi olan Türk padişahına ihanet eden Şerif ailesinin fertleri Şam’a girerken, bu Araplar, Türk tutsaklarını, Anadolu evlatlarını, koyun keser gibi boğazlayarak Peygamber soyundan gelen şeflerine kurban etmişlerdi.”[3]
Hadi şimdi bir de Falih Rıfkı Atay’ın ünlü anı-yapıtı “Zeytin Dağı”ndan bazı satırları okuyalım.
“Ben Suriye’ye kâğıt para ile gitmiştim. Hayat, Şam gibi büyük şehirlerde bile, küçük Anadolu kasabalarında olduğu kadar ucuzdu.
Bir gün Suriye Posta Telgraf Müdürlerine:
-Ufaklık gümüş ve madeni paraları toplayınız, diye emir geldi.
Bu emir, Arap memurların ağzından daha o gün dışarı sızdı ve Türk kâğıdı birdenbire itibardan düştü.
Bize hiç isyan etmemiş Havran aşiretlerinden birine buğday satın almak için birkaç kişi gönderildiğini hatırlarım. Subaylar ve şeyhler pazarlıkta uyuştular. Fakat buğdayın kâğıtla ödeneceği söylendiği zaman, şeyhler izin alarak bir çadıra çekildiler, uzun uzadıya konuştular. Kararları şu idi: ‘Biz devletimizi severiz. Padişah ve halife kuluyuz. Onun için kâğıt parayı reddetmek istemiyoruz. Eğer bir liralık kâğıdı yüz paraya verirseniz kabul edeceğiz.’
Buğday, ot, deve ve tekmil hizmetler Suriye’de bütün harp müddeti hep altınla ödenmiştir.
(…) Başka bir gün Havran’daki Dürzî şeyhlerini Şam’a toplamıştık. Birinci sınıf şeyhlere nişan, ikinci sınıfa hil’at, üçüncü sınıfa beş on altın para verilecekti. Ağnam resmi kaldırıldığı için aralarında ortaklaşa isyan sebebi kalmayan Dürzîleri göğüslerinden, sırtlarından ve keselerinden büsbütün devlete bağlamak istiyorduk.
Ordu kumandanlarının padişah adına üçüncü rütbeye kadar nişan verebilmek hakları vardı. Şeyh Esad dua ederek, bir ihtiyar yüzbaşı nişan, bir yaver hil’at, ben de para veriyorduk.
Büyük şeyhlerden biri üçüncü Mecidî nişanı boynuna takılırken, gözü altında, kordelâyı eliyle itti ve sarı külçeleri göstererek:
-Ondan isterim, dedi.
Büyük harpte Osmanlı hazinesinin büyük bir kısmını çöl ve urban (çöl Arapları) yemiştir.”
Aha size “gönül coğrafyası…”
Ne ki, bu acı gerçekler bizde anlatılmadı ve gerici/dinbaz çevreler başka öyküler anlattılar. Nurcular yıllarca “Suriye nasıl komünist oldu?” risalesini dağıttı, Menzilciler de “Suriye Evliyaları” kitabını sattı ve okuttular.
Şu “Suriye nasıl komünist oldu?” konusunu azıcık anlatarak yazımızı bitirelim. Suriye’de bir grup genç bir zengine giderler ve ülkeye komünizmin gelme olasılığı olduğunu, bunu önlemek için örgütlenip mücadele ettiklerini bildirirler ve maddi yardım isterler. Zengin “Ben zekâtımı verdim, Tanrı’ya karşı ödevimi yaptım, sizin gibilere de bir borcum yoktur, hadi başka kapıya” der.
Vee bir gün Baas Partisi iş başına gelir, yani sosyalizmin Arapçası, yani komünizm gelir ve bu zenginin mallarının çoğuna el koyar.
Nurcular bütün varlıklı insanları bununla korkutup para topluyorlardı.
Suriye’ye şimdi ne geldi acaba, bu gelen neler getirecek o ülke insanına?
[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Secularism_in_Syria
[2] The Webster International Dictionary ilgili madde
[3] Nihal Atsız- Ötüken Dergisi 17 Nisan 1964 Sayı:4
Author Profile
