Sadece ulus ölçeğinde değil, dünya genelinde şiddet ve yıkıcılık artarak devam etmektedir. Saldırganlığın kökeni ve doğasının nedenlerinin teorik açıdan incelenmesi zaruri görülmektedir. Bu zaruri durumun şaşırtıcı olmaması, meselenin pek ciddi olarak belirmesi ile, boyutları bakımından etraflı ve çok yönlü olmasından kaynaklanmaktadır.
Şiddetin ulaştığı düzey ve boyutlarının anlaşılabilmesi için akla gelebilecek ilk ve büyük neden, savaş korkusunun tüm dünyayı sarmalamış olmasıdır. Gülmeyi unutan insan, korkusunu anlayabilme olasılığı var mı ve anlayabilse de onu ifade edebiliyor mu? Asıl üzerinde duracağımız konu bu ve ifade edilmeyen korku yıkıcıdır ve yıkıcı sonuçlara götürür. Korku içinde geçen hayat insanı kibar yapmaz ve insanı iyi de yapmaz. Korku insanı hasta eder. Söze ve sanata konu olmamış korku, insanı vahim hatalara sürükler. Korku hazzı engeller, haz ise korkuyu. Korkuyu sanat ve estetik/ etik çerçevede dile getirmenin birçok yolu vardır: Bazen bir politik söylem veya retorik bir konuşma ya da sanat aktarımın olası olduğu dram- tiyatro ve sinemalarda insan, hem hazzını ve hem de korkusunu dile getirebilir.
Ben insanın gerçekten yaşadığı ve yaşayabildiği hayatı tanımlarken, sağlıklı normal korkularından çok, var olabilmesini tehdit eden tüm koşulların( terör, savaş, özel sağlık sistemi, eğitimin normatif kriterleri sunmaması ile ekonomik bunalım) insanın patolojik korkulara savrulmasından bahsediyorum. İşte bu korkular insanı kendisinden uzaklaştırırken, empatisini de yitirmektedir.
Bu bir insani krizdir; Sanat ve mizah imkânsız olduğunda, insan insanla buluşamaz.
İnsanlık, insanlaşma sorununun son aşamasında en büyük yenilgisini ve hayal kırıklığını yaşamaktadır. İnsanı, tutku ve umutlarından uzaklaştıran biyolojik ve teknolojik savaşlar, içine kapanmış bir dünyanın umutlarının da kırılmış olduğunu göstermektedir.
Yaşam savaşı vermek durumunda kalan insan ile bebeklerin ölüme terk edilmesi veya ölümlerine sebebiyet verilmiş olması, çocukların açlık ve yoksulluk içinde yaşamlarını sürdürebilmedeki sabırlarının sınanması ve en temel ihtiyaçlarının karşılanmaması ve hatta sevgiden yoksun kalmaları patolojik bir toplumun temellerinin atıldığının en bariz göstergeleridir. Travmalar kanıksandıkça ve ayrıca terör olayları toplumu travmaya iterken, halk uyuşmuş durumdadır ve sağlıklı tepki yerine birbirlerine karşı çok acımasız tepkiler verebilmektedirler- sokaktaki insanlar.
Ulusun ve birlikte yaşamanın gönençli fikirlerini yok eden siyasilerin tutarsızlıkları ve bu bağlamda yaşatılan/yaşanılan hayal kırıklıkları sonucu toplumsal sağlık yitirilmiştir. Politikacılar veya siyasi figürler, toplumun sorunları üzerinde kafa yormaları gerekirken, kendi kişisel görüşleri ile partilerinin tüzüklerini hiçe sayabiliyorlar. Politik siyasal sınıf böyle konumlanırsa güvenilir olmaktan çıkar.
Bu durum salt ve sadece bir hayal kırıklığı değildir; patolojik toplumun en derin açmazlarından biridir. Para elde etmenin caniliği ya da para hırsı ile süper kapitalizmin mafyatik oligarklarına özgü olan süper kapitalist insan türü moral değerlerine ve değer olgularına tamamen ters düşer; bu tamamen ontolojik bir problemdir. İnsanın ontolojik yapısı felsefe tarafından sorgulandığında biz felsefeciler tutarlıyızdır en azından. Bazılarının hoşuna gitmeyebilir ancak tutarlılık bir ilkedir ve çok ayrı bir ontolojik olgunluktur.
Ontolojik – Varlık olarak insan, insan olmanın hazzı içinde içgüdülerini anlayan- ve denetleyebilen ise, tarihsel olarak iyi bir sınav verebilir.
Özellikle Freud gibi devasa araştırmalarından öğreniyoruz ki, cinsel dürtünün en ilkel yanı olan üreme içgüdüsünün gittikçe, yeniden tazeliğini ilan eder konuma gelmiştir diyebiliriz. Cinsel dürtü bağlamında yoğunlaşan bu eski kuramın gözden geçirileceğini hep söyler dururduk. Ancak bu içgüdüye eşlik eden ve 1920’lerde “yıkıma uğratma tutkusu (ölüm içgüdüsü) ile sevgi tutkusunun (yaşam içgüdüsü) nü cinsellik ile eşdeğer güçte görülmesine yönelik eleştireler güncel dünyanın genel haline bakınca pek havada kalmaktadır. Freud haklı olsa da, güncel dünyamıza ilişkin, geçerli bir kuram ileri süremiyoruz.
Ancak şunu ifade edebiliriz:
İnsanlık kendini bir tek koruma içgüdüsünce denetlenen cinsel arzuyu (libido), insanın asıl tutkusu olarak görelli/relatif bir kurammış gibi düşünmüş olsa da, şimdilerde ruhsal kısırlık yaşayan insanlık için, cinsel arzunun tek ve olması gereken bir temel içgüdüye yeniden dönüştüğünü gözlemlemekteyiz. Patolojik gerçeklik, bu içgüdünün travmatize olmuş bir toplumda gerçek sevgiyi oluşturamaması olarak karşımıza çıkmasıdır.
Covid 19 ve yeni yıkıcı savaşların yol açtığı cinsel ve ruhsal kısırlık, insan içinden kopan ölüm ve yıkıcı itkinin güçlenmesine de yol açmaktadır.
Korku içinde geçen zamanın ve yıkım içinde ilerleyen zamanın akışını değiştirme gücünü kendinde bulamayan insan ve topluluklar, şiddetin vahşi doğamızdan denetlenemez bir saldırganlık dürtüsünden kaynaklandığı tezinin doğrulandığını görebiliriz. Bu tez evrim kuramının en temel yasasıdır.
Saldırganlık sürekli akan bir enerjinin beslendiği bir içgüdüdür. İçgüdüsel bir harekete özgü enerjinin sürekli olarak sinir sistemimde birikerek ve bir uyaran olmasa bile bir dışavurum yolunu mutlaka bulur ve patlamaya hazır olarak var olur. Saldırganlık içgüdüsünü yerle bir eden korku ise insanın hareketsiz ve eylemsiz kalmasına neden olduğundan çalışamaz hale dönüşen sinir sisteminde birikmiş enerjinin kendisi, hiçlik içinde pasif agresyona, diğer bir deyişle kendine yönelik imha sürecini başlatan bir sürece girmesi kaçınılmaz göründüğünü gözlemlemekteyiz. Covid 19’un işlevsel ve problemli olan tarafı tüm insanlığı korkuya sevk ederek, yeni bir kurgu yaratmış olmasıdır. Korku ile oluşturulan kurgunun insan üzerindeki etkisi sadece travmatik değil, insanın en temel içgüdüsünün etkisiz kılınması ve onun ruhsal olarak iğdiş edilmesi, Fransız devriminden beri ilk kez demokratik haklarını kullanamamasına yol açmıştır.
Sosyo- ekonomik olarak, varlığı tehlikede olan insanın direnme koşulları daha da zorlaşmış ve giderek yaşam mücadelesi ile yaşam kavgası vermek durumunda kalmıştır. Aslında Fransız devriminden sonra oluşan toplumsal bilinç ve temel hakların garanti edilmesi, uygarlığımızın en belirgin özelliklerindendir. Ancak Covid 19 ve yıkıcı savaşların gölgesinde oluşan korku ve ölümcül şiddet ve norm dışı olan her şeyin normal hal olarak görülebilmesi tüm psikolojik analizleri rafa kaldırmaktadır.
Her şeyden önce, insan soyunun kalıtımsal bir kötülüğü olma özelliğini sürdüren saldırganlık dürtüsünün yıkıcı yoğunluğu atalarımızı etkileyen tür içi bir ayıklanma sürecinin sonucudur. İnsan silaha, yiyeceğe, giyeceğe ve toplumsal örgütlenmeye sahip olma, böylece de açlık ve yabani hayata karşı koruyucu önlemler yetisini geliştirerek veya bu gelişimi sağladıktan sonra kendi içinde yeni bir ayıklanma sürecine girerek bu bahsettiğim saldırganlık dürtüsünün yeni formu olan tür içinde kendine özgü yeni tür- içi kavgalarını yaratarak ve şimdilerde devletlerarası sınır ve her tür kavga ve çıkar savaşlarını sürdüre gelmiştir. Covid -19 ve sonrası (Post Covid) savaşlar dünyayı tehdit eder duruma gelmiştir. Post –covid savaşları,- o daha derinden insanlığa karşı açılmış savaşın ismidir. Bu süreç, dolaysıyla yeni bir ayıklanmana sürecidir.
Ne var ki, insan, bir katil olabileceği gerçeğiyle hayvanlardan ayrılır. Biyolojik veya ekonomik olsun, hiçbir nedene dayanmaksızın kendi türünün üyelerini öldüren, onlara işkence eden ve bunu yapmaktan haz duyan tek tür primat insan türüdür.
İnsanda var olan ve birbirinden bütünüyle farklı iki saldırganlık türü arasında ayrım yapmak gereklidir. İnsanda ve bütün diğer hayvanlarda ortak olan birinci tür saldırganlık, yaşamsal çıkarlar tehdit altında kaldığında ortaya çıkan, kalıtımsal olarak programlanmış bir saldırma veya kaçma itkisidir. Bu savunucu ve gerçekçi saldırganlık, bireyin varlığını sürdürebilmesine hizmet eder.
İşte, benim sözünü ettiğim ve kurgulanmış korkunun (Covid 19) ve sonrası oluşturulan savaşların yarattığı durum, insanın kaçma ve kendini savunma yetisinin elinden alınmış olup, programlanmamış yıkıcı saldırganlık düzeyine vararak, hem kendini imha etme sürecine girmesi ve hem de kendi hak ve hürriyetini koruyabilmek için elinden tüm zeminin kayması ile sonuçlanan zalimlik ve yıkıcılık diye tanımlayabileceğim kıyıcı bir pozisyona düşmesi söz konusudur.
Bu tür bir saldırganlık kıyıcı bir özellik içinde gelişip konumlanıyorsa ki bu insanlık için iyi bir haber değildir.
Ne var ki, insan var oluşunun koşullarının neler olduğunun öğrenmek istediğimizde daha başka sorularla karşılaşıyoruz; İnsanı doğası nedir? Nasıl olmalıdır beklentisin de olan insan, kendini ne kadar sorgulayabilmiştir? İnsanı insan yapan nedir? Bu tür sorulara yönelik elbette felsefenin söyleyeceği bir çok şey vardır. Evet, felsefe yapmak keyif vericidir. Ancak sorgulanır bir dünyanın savaş halleri içinde çok acımasız sonuçlara da varmış bulunmaktayız. Maddi olgular üzerinden nesnel gerçeklik gibi bir iddiası olmayan bazı spekülatif söylemler olabilse de, M. Heidegger ve J. P. Sartre’in ortaya koydukları felsefi söylemlerin öneminin yanında, kuşkusuz insan için ve insana dair, insanın varlıksal olgu olarak metafiziksel ölçüde tanımlanması, bana metafiziğin dışında, bir çözümlemenin gerekli olduğunu hatırlatmaktadır. Zira insanın tutku ve içgüdülerini anlamak için, bu iki özelliğini birlikte ve birbirinden ayırt etmeden paralel düşünmek, insanı anlamak için önemli bir pencere olabileceğini düşünüyorum.
Tutku, yaşama anlam verme arayışı içinde olan insanın varlık olabilme özelliğinden gelen ve herhangi bir tutkusunu koruyabilmek için ise kıyıcı – sadist bir saldırganlığa gerek duymadan, denetleyebildiği dürtüsü ile tutkularını koruyan ve kendini var eden sanat ve kültür hayatında olan insanın ekonomik olarak var olabilmesini sağlarken, kıyıcı – sadist saldırganlık dürtüsünde olan insanın ise sanat ve kültür hayatı içinde olamayan ve bir diğerine yaşam hakkı tanımayan yeni bir türe doğru hareket etmektedir; maalesef.
Author Profile
Latest entries
- ana manşet28/11/2024Marksist din eleştirisinin dönüşümleri-1
- ana manşet21/11/2024Faşizmin inşaası üzerine geliştirilen eleştirilerin teorik çıkmazları-2
- ana manşet14/11/2024Faşizmin inşaası üzerine geliştirilen eleştirilerin teorik çıkmazları
- ana manşet07/11/2024Tasarım ve hayalleri ile rüyasını yaratan insan