Sanırım çağın yeni olgularını anlayama ve yorumlama konusundaki bilgisizlik ve yetersizlikten kaynaklanan yanılgıların ve önyargılı takıntıların en çok odaklandığı konu milliyetçilik / ulusalcılık konusudur. Bu bölümde konuyla ilgili daha ayrıntılı noktalara değinmeye çalışacağım.
***
Dördüncüsü; Ezen ve ezilen ulus saflaşması Leninist bir ilke midir, yoksa önemsiz, “Galiyevcilik”e özgü bir tanım, bir abartma mıdır? Kaldı ki, Galiyev’in de bunu antiemperyalist mücadele program ve stratejisinin merkezine koymasının devrimci bir anlamı vardır. Ezen ve ezilen ulus saflaşması sınıfsal mıdır, yani antiemperyalist -ve özünde antikapitalist- bir içeriğe mi sahiptir? Yoksa Amerikancı sahte milliyetçilikten kalma ve muhafazakar milli burjuvazinin ile İslamcıların, özellikle Batı’nın aydınlanmacı, ilerici yanına karşıt nitelikte demagojik bir söylemi midir? Kemalizmin Altı Ok programındaki Milliyetçilik ilkesinin Cumhuriyetin kuruluş ve varlık koşulunu oluşturan ilkesel bir anlamı olduğundan kuşku mu vardır? Veya Batı güdümlü neoliberal ve Sosyal Demoratların iddia ettiği gibi Milliyetçilik (antiemperyalizm) oku gününü doldurmuş “gerici” bir ilkeye mi dönüşmüştür?
Oysa, ulus devletleri parçalamayı birincil hedefine koyan emperyalist küreselleşme projesiyle birlikte, bugün bu ilkenin, önemini yitirmesinin, gericileşmesinin tam aksine, tayin edici öneminin daha da artması ve devrimci içeriğini koruması, çağın bütün olgularının kanıtladığı büyük bir gerçek değil mi? Tabii, olguları doğru okuyup anlayabilene…
Dünyaya Batı’dan bakarsan karamsar, gelecek umudunu yitirmiş bireyciliğin batağında debelenen insanları, çağın devrimci ruhundan kopan ve yeni bir ortaçağa yüzgeri eden bir hayatı canlandırma yanılgılarıyla süs bitkisi gibi yapay renklerle süslenen bir dünya görürsün. Bu disütopik dünya tablosunda, dün olduğu gibi bugün de ulusun büyük çoğunluğunun paylaştığı emperyalizma karşı direnişin tartışmasız simgesi olan Atatürk milliyetçiliğinin devrimci niteliğini görmezsin. Hep karartılmış, kirletilmiş, ırkçı, şoven damgasıyla lekelenmiş görünür. Aslında bu lekeler, Batı kafasıyla bakan gözlerde veya gözlüklerdedir. Velhasıl disütopya teorilerinin ortalıkta uçuşarak yükseldiği, gelecekten umudunu kesmiş, dünyayı değiştirme iradesini yitirmiş bir çöküş, bir kıyamet tablosu betimlemekten istesen de kurtulamazsın. Geçmiş ve geleceğini günübirlik yaşam için feda edersin, çürümüş bir uygarlığın yapaylaşmış, güdümlü günlük yaşamını, “doğal, kendiliğinden yaşama” yanılgısıyla, boş vermiş ve bencilce kaygısızlığın “iç huzuru”nu tadarsın.
Dünyaya, Doğu’dan ama Batı kafasıyla bakarsan da durum iç açıcı değildir. Türk halkı 200 yıldır, Batı’nın devrimci değerlerini ve bilimsel yöntemlerini alarak Doğulu kimliğiyle kendine özgü bir çağdaşlaşma, bağımsızlık ve aydınlanma çabası içindedir. Bütün bu süreçte, başarısızlık, yanılgı ve hataların kaynağını, Türk aydını ve yöneticisine egemen olan yeni Tanzimatçı anlayış oluşturuyordu. Gövdesi ve yüreği Doğu’da ama aklı Batı’da ikili, kökleri ile kavgalı, çatışmalı, tutarsız bir bakış ve kişilikti, daha doğrusu gelişmemiş, olgunlaşmamış kişilikti bu. Türk Devriminin ruhunu yakalama anlamında 200 yıldır sürmekte olan özgünlük arayışımızı derinlemesine kavramayan hiç bir kafa kolay kolay çağın ve ülkenin gerçeğini yakalayamaz; ve maddesi Türkiye olan dünyayı daha iyi bir gelecek için değiştiremez. Ya kapitalist Batı’nın emperyalist kültür ve değerlerine “yenilik” ve “değişim” adına teslim olacaksın. Ya da bu devşirme, yabancılaştırma ve piyonlaştırma saldırılarına, ideolojik, kültürel ve siyasal olarak kökten karşı çıkan bir programla kendi kimliğine, değerlerine uygun bağımsız, eşitlikçi, demokratik bir sistem kuracaksın.
Bu bağlamda, Avrupa coğrafyası ve toplumsal tarihinin içinden geliştirilmiş sosyalizmle ilgili bütün kavramları Doğu’dan, ezilen ve gelişen uluslar dünyasından bakışla ve Türkiye toprağında yeniden yorumlamak ve biçimlendirmek zorunludur. Eleştirilerdeki bütün yanılgı ve hataların gerisinde, bu derin ideolojik ve kültürel gerçeği yeterince kavramamak, sığ bilgilerle yetinmek yatmaktadır.
***
Yukarıdaki perspektif ışığında bakarsak, Kemalizmin temel bir ilkesi olan Milliyetçilik neden öne çıkan bir mücadele konusudur? Yukarıda vurguladık ama biraz daha ayrıntılandıralım.
Birincisi, bugün BOP’la ve Türkiye’ye yönelik çok yönlü müdahalelerle bir üst düzeye çıkan ve temel önemini asla yitirmeyen Türk ulusunun yüz yıllık emperyalizme karşı savaşının zorunlu bir ilkesi olduğu tartışmasızdır. Büyük Ortadoğu Projesi (BOB) ile somutlaştığı gibi, küreselleşme projesiyle bugün, ulusal sınırları önemsizleştiren, ulusal parayı koruma yasasını, gümrük duvarlarını korumayı, ulusal ekonominin bel kemiği KİT’leri ortadan kaldırılarak uluslararası tekellerin yağma ve talanına sınırsız bir ortam yaratan emperyalist saldırı karşısında, Milliyetçilik zorunlu olarak çok daha ön plana ve bilince çıkarılması gereken bir ilke olmuştur.
İkinci olarak, Türkiye’nin sanayi ve tarımında üretimin belkemiğini oluşturan bütün kuruluşların özelleştirilmesi ve Batılı tekellere yok pahasın peşkeş çekilmesinde, dolayısıyla toplumun yüzde 90’ını oluşturan, emekçilerin, emeklilerin, gençlerin yoksulluk ve açlığa mahkum edilmesinde, esnafın, orta ve küçük sanayicilerin çökertilmesinde tayin edici olan, ve bu iş için AKP’yi taşeron, kahya olarak kullanan ABD ve AB emperyalizmi değil midir? Ulusal bir yıkım olan bu olayın kendisi toplumsal ve sınıfsal ise, buna karşı ulusalcı, milliyetçi tepki ve mücadele aynı zamanda sınıfsal olmaz mı?
Üçüncü olarak, yine son yıllarda büyük bir enerjiyle yükselen ve yaygınlaşan, Akbelen’de, İliç’te, Kazdağlarında, Balıkesir’de, Çanakkale’de, Ankara’da, Uşak’ta, Kütahya’da, Muğla’da, Antalya’da, Eskişehir’de, Uşak’ta, Afyon’da, Artvin’de, kısacası yaklaşık 40 ilimizin orman alanlarının yüzde 60’ında gerçekleşen madn yağması ve direnişleri düşünelim. Ormanlarımızı yok eden, sularımızı zehirleyen altın-maden aramalarına karşı, köylülerin, emekçilerin, ormanlarımız, sularımız ve tarım topraklarımız için mücadelesi, yine emperyalist tekellere karşı ulusal ve aynı zamanda sınıfsal bir nitelik taşımıyor mu? İlginçtir ve öğreticidir; tarımımıza ve doğamıza yönelik yağma, talan ve hırsızlığa karşı direnen emekçiler, tam da hem emek hem de vatan için, hem sınıfsal, hem de ulusal bir mücadele vermekteler.
Dördüncü olarak, yeniden hortlatılan tarikatlarla, İhvancı yobazlıkla ve etnik bölücülükle Cumhuriyeti yok etmeye çalışan ortaçağ güçlerine karşı, devrimci siyasal gündemin merkezine oturmuş ve yarıda kalmış, tamamlanmamış modernleşme, çağdaşlaşma, yurttaş olma mücadelesinin kapsayıcı bir ilkesi olarak da öne çıkmıştır Milliyetçilik. Kısacası, 1980 öncelerinde, ondaki antiemperyalist ilkeyi göremediği için Milliyetçilik ilkesini terkeden soldaki bir yanılgı olan, “Türkiye’de demokratik devrim tamamlandı, gündemde sosyalist devrim var” gibisinden olgunlaşmamış ham ve kaba düşünceleri, karşıdevrim son kırk yıllık süreçte çürüttü; uluslaşmanın tamamlanmamış olduğu gerçeği yoğun dersler içeren çok acı ve yıkıcı deneylerle kanıtlandı.
İyi hatırlayalım; 2000’lerin başında, AKP iktidara geldiğinde Türkiye 1919’ların gerisine sürülmek isteniyor diye boşuna çırpınmadık. Kemalist Cumhuriyetin kurucu temelleriyle bu hesaplaşma, karşıdevrimci rövanşın derecesini belirleyen stratejik en büyük saptamalardan biriydi. Bu karşıdevrimci stratejinin Batı’da gelişen “Küresel Karşıdevrim” ve “Yeni Ortaçağ”laşma süreciyle de ideolojik, kültürel derin ve çok yönlü bağları vardı. Her ikisinin de ulusal devlet ve ulusal kültüre karşı etnik, dinsel ve cemaatsal yapıları birincil özneler olarak öne çıkardığını hepimiz biliyoruz. O gün bu projenin, ezilen uluslar için olduğu gibi Batı toplumları için de ulusal kimlik sorununu gündeme getirdiğini görmek istemeyenler, üstelik gördüğü halde liberal demokrasi zokasıyla susanlar; “ulusal devletlerin miadı doldu” diyerek küreselci modanın kuyruğuna takıldılar. Ergenekon kumpasında Avrasyacı ulusalcılara karşı FETÖ’cülerin yanında yer alan “yetmez ama evet”çi neoliberaller ve gölgesindeki neosolcular, bugün de farklı düşünmüyorlar ve sanki dut yemiş bülbül modundalar. Ya da esen yele göre dönen, yön değiştiren ve yeni moda bir havayla, özeleştiriyi çoktan unutmuş toplumun balık hafızasına güvenerek, bunu da marifetmiş gibi pazarlayan rüzgargülü modundalar.
***
Özetle, Türkiye’nin uluslaşma sürecinin tamamlanmadığına ve Osmanlıcı kimliklerin, etnik kültür, tarikat ve cemaatlerin bilinçli ve planlı bir biçimde beslenip canlandırılarak ulusal kimliğe meydan okur hale getirildiklerine göre, ulusal birliği, ulusal kimliği, vatanın bütünlüğünü savunmak, Milliyetçiliği, tam bağımsızlığı birincil görev düzeyine çıkarmıştır. Onun ekonomideki tamamlayıcısı da Devletçiliktir. Şöyle de diyebiliriz: Daha önce de belirttiğimiz gibi, Milliyetçilik ve Halkçılık, emperyalizm çağında, ezilen bir dünya ülkesinde halka, emekçiye dayanan bir devrimin birbirini zorunlu kılan ve birbirini tamamlayan vazgeçilmez iki ilkesidir. Bunun gerçekleşebilme koşulunu ya da ekonomik temelini ise Planlı Devletçilik oluşturur.
Bu tartışılmaz gerçeği Atatürkçü vatansever kitle çoğu aydın ve siyasetçiden önce yeterince kavramış ve seçimlerde ağırlığını koymaya başlamıştır. Son yılların bütün anketleri, Atatürkçü milliyetçiliğin en hızlı yükselen ve en çok benimsenen siyasal kimlik olduğunu, hatta siyasal yapıların oluşumunda tayin edici bir rol oynadığını kanıtlamaktadır.
Çünkü, yeni olguların güncelliğinde tanımını ve içeriğini yeniden vurgularsak, ulus, çağdaş, aydınlanmış, akılcı bir toplum olmanın zorunlu mekanı, zemini, yatağı ve ölçütüdür. Öyle ki ulus ve ulusal devlet, eşitlik, özgürlük, demokrasi, insan hakları vb bütün çağdaş, insani değerlerin, etik ve estetik kültürün gelişip serpilmesinin ve en ileri düzeyde yetkinleşmesinin vazgeçilmez temel koşuludur. O nedenle sadece sınırları belirlenmiş ve silah gücüyle korunan toprak olarak bir vatanda yaşayan insanların kendine millet/ulus demesi, daha doğrusu genellikle kurucu aydın ve siyasilerin bunu ilan edip topluma benimsetme çabası yetmiyor. Toplumu, insanları, gerçeği söylemekten ve hakkını aramaktan aciz, kafa sallayan, emir kulu, sürü gibi davranmaktan kurtarıp kuldan yurttaşa yükselten, geri dönüşsüz daha özgürlükçü ve eşitlikçi bir siyasal düzeye çıkarmak, yani uluslaşma denen bu süreç, onlarca yılı kucaklayan uzun ve zorlu bir süreçtir.
Son olarak şunu vurgulamalıyım: Türk Devriminin Ulusal ve Demokratik bileşenlerinin içiçeliğini, birbirini tamamlayan ve zorunlu kılan özelliklerini bugünkü Türkiye gerçekliği her zamankinden çok daha çarpıcı ve belirgin biçimde gösteriyor. Ayrıca, ne kadar ulusal ve ne kadar toplumsal gibi çocuksu soru ve tartışmaların yanıtını kitaplardan ya da 50-100 yıl önceki deneyimlerden çıkartamayız. Somut olan şudur: Emperyalizmin müdahale ve saldırılarının şiddeti, kapsamı ve ortaçağ gericiliğinin yarattığı tehlike, ulusal direniş ve mücadelenin de öncelik derecesini, şiddetini ve kapsamını belirler. Önemli olan somut gerçekliği doğru analiz edebilmektir. Bunun da teme koşulu, Türk toplumunun 150 yıllık tarihini, hem siyasal hem de kültürel olarak derinlemesine incelemektir.