Bu köşede, daha önce yayınlanan “Avrupa’da yükselen milliyetçilik, faşizmin mi, yoksa neyin göstergesi?” başlıklı makaleme bazı eleştiriler geldi. Eleştirilerin merkezini ulusalcılık, antiemperyalizm ve sınıfsallık konusu oluşturuyordu. Özellikle, Avrupa’da ulusalcı/milliyetçi eğilim, ton ya da renk taşıyan bütün siyasetlerin “faşist”, “ırkcı” olduğu; aynı şekilde Türkiye’de de, ulusalcılık, milliyetçilik vurgusunun sınıfsal ve devrimci bir içerik taşımadığı, şovenist ve ırkçı eğilimin baskın olduğu iddia ediliyordu.
Yalnız konuya girmeden önce yöntem ve nereden, nasıl bakılması gerektiği üzerine birkaç vurgu yapmayı gerekli görüyorum. Emperyalist sistemin yaşadığı dönüşüm (tüketim toplumu, iletişim çağı, postmodern kültür, ulusal devlet ve ulusal kültür karşıtlığı), bu bağlamda günümüzde ulusalcılık ve aldığı yeni içerik, Batı’daki ideolojik, siyasal ve kültürel kaosun boyutları ve derinliği, sınıf mücadelesinin doğru bir analiz ve yoruma kavuşmasının temel koşulu konularında, daha önce yaptığım, aşağıdaki kitap çalışmalarımın incelenmesini öncelikle eleştiri yönelten ilgili ve diğer ilgilenen arkadaşlara öneriyorum: 1) “Ulusal Devrim ve Küresel Karşıdevrim”; 2) “Türk Devrimi ve Milliyetçilik”; 3) “Çürümenin Estetiği-Yeni Ortaçağın Kültürel Biçimi Postmodernizm ve Ulusal Kültür.” Artı, bu kitaplardaki temel düşüncelerimin çoğunu güncelleştiren makaleler de “Yarınlar” arşivinde mevcut. Bu nedenle, konu, geçmişte azami derinlik ve kapsamda ele alındığı ve yeterli olgunlukta bir birikime ulaşıldığı halde, bunları yeterince incelemeden, görmezden gelerek, “ama benim onlardan haberim yoktu” demek gibi kibre kaçan bir entelektüel, aydın tavrı olamaz.
Neden bu uyarı ve önerileri baştan yapıyorum? Çünkü, benimle ilgili eleştirilerde, bana ait olmayan ve özensizce yorumlanan ifade ve düşünceler olduğu gibi, daha önemlisi çoktan incelenip ortaya konmuş ve aşılmış, bugün de aynen benimsenen konu ve kavramlar, tahminim okunmadığı ve bilinmediği için, bana bir çok şeyi tekrardan yazmak gibi, artık taşımak istemediğim bir yük bindiriyor; en azından ben öyle hissediyorum.
Yaklaşık 20 yıl bir teorik dergiyi yöneten birisi olarak benimsediğim ve uygulamaya çalıştığım ilkeyi ve yöntemi bugün de aynen savunuyorum ve öneriyorum. Günlük sığ ve kısır polemiklerden kurtulmanın bir yolu olarak, o da şu: Yazı ısmarlamaya ya da bir yazarın herhangi bir yerde çıkan yazısını eleştirmeye karar verildiğinde mutlaka yazarın fikirlerinin esasını oluşturan bir kaç kitabını veya makalesini, yani fikirlerinin temelini, arka planını öğrenmek. Çünkü, hiç bir makale, o yazarın bütünlüklü ve derinlikli gerçek düşüncesini tam olarak yansıtmaz.
***
Şimdi, eleştirilerin esasını oluşturan iddia ve tezler ile benim bunları tarihsel gerçeklik ve bütünlüğü içinde nasıl ele aldığıma gelelim:
Birincisi ve en önemlisi; bütün diğer iddia ve tezlerin özünü, ruhunu belirleyen şey, olaylara hangi ilke, ölçüt ve değerlerle, nereden ve hangi duruşla bakıldığıdır. Bu, aynı zamanda dilimizde “dünya görüşü”, “bakış açısı” olarak da yer yer adlandırılan ideolojik duruştur. Çürüyen ve çöken bir uygarlık olan kapitalist Batı uygarlığının merkezinden, onun yarattığı kültür, değer, ölçütler ve bunların ürettiği kavramlarla mı bakıyorsun? Yoksa aydınlanmacı ve antiemperyalist Doğu’dan yükselen kamucu yeni bir uygarlık deneyiminin dinamiklerinin ufkuyla mı? Onun, ABD merkezli emperyalist hegemonyaya karşı direnme enerjisi oluşturan, ekonomik, siyasal, kültürel değer ve ölçütleriyle mi? Kaba deyişle, kimin, hangi dünyanın gözlüğünden ve merceğinden bakıyorsun? Daha güncel deyişle söylersek, Gerici Batı formatlı bir ideoloji tanımı mı, Devrimci Doğu formatlı bir ideoloji tanımı mı gerçeği daha doğru ve bütünsel yansıtır. Günümüzde, en başta Ortadoğu ve Ukrayna savaşları merkezli kamplaşmalarda bütün çarpıcılığıyla kendini gösteren bir çok olgunun kanıtladığı gibi, bu iki yaklaşım farkı, gerçeğe ulaşmada turnusol kağıdı niteliğindedir.
Yeri gelmişken, tartışmamızda bütünlüklü ve derinlikli bir kavrayışa ulaşmak istiyorsak, ister istemez, çağımızda, günümüzde ideolojinin içeriğini güncelleyerek yeniden tanımlamakta yarar var. Hiç kuşkusuz, ideoloji deyince sınıflar ve sınıf mücadeleleri akla gelir; ve ideoloji kavramının sınıfsal niteliğini belirleyen toplumsal ve felsefi-kuramsal esalar Avrupa’da şekillendi. 20. yüzyılın başlarına kadar Bilimsel Sosyalizmin Tarihsel Materyalist temel öğretisinde yer alan ve sosyalist ideolojinin içeriğini belirleyen teori, kavram, siyaset ve öngörüler, bunların ifade ve formüle ediliş biçimleri, Batı toplumlarının tarihsel, kültürel, düşünsel ve ruhsal özelliklerinden beslenerek tanımlandı. Yani feodal ve burjuva Batı uygarlığının, kültürünün damgasını taşıdı.
Ancak, sosalizmin devrimci dinamiklerinin, Batı’da kapitalist emperyalist sistemle birlikte yozlaşma ve çürümeye dönüştüğü, gelecek umudunun söndüğü bir olgudur. Ayrıca bu çürümü bugün değil, 20. yüzyılın başlarında başladı. Devrimin dinamiklerinin Doğu’ya, Asya başta olmak üzere ezilen dünyaya kaymasıyla, ideolojiyi oluşturan ögelerin de içeriğinde kaçınılmaz olarak kimi değişiklikler yaşandı. Bunlardan birincisi, Lenin’in teorileştirdiği, ezen ve ezilen dünya saflaşması ve bu saflaşmada emperyalizme karşı ulusal mücadelenin, toplumsal mücadelenin ve sosyalizme ilerleyişin ayrılmaz bir bileşeni olması ve sınıfsal bir içerik taşımasıdır. Buna bağlı olarak, bütün devrimci dönüşümlerin ezilen dünyada gerçekleşmesi, devrimin aşamalı karakteri ve sınıfsal içeriğinin sadece işçi sınıfını değil, diğer emekçi sınıfları ve millici burjuva güçlerle belli ittifakları da kucaklamaktadır. Bilimsel Sosyalist ideolojinin 20. yüzyılda ete-kemiğe bürünmesinin bu içeriğine boşuna Marksizm-Leninizm denmedi. Ne yazı ki, 20. yüzyıl Marksizminin en özlü tanımı olan bu ifade, 1980’lerden sonra neoliberal ideolojik, kültürel çarpıtma operasyonlarıyla, Batı merkezli bir liberal sosyalizm uğruna sosyalist literatürden silindi. 20. yüzyılın ikinci yarısında bu içerik, Mao’nun Çin Devrimi deneyimine dayanan Milli Demokratik Devrim olarak tanımlanan katkılarıyla daha da Asya merkezli bir renk ve içerikle boyutlandı, zenginleşti.
Günümüzde ise, 19. yüzyılın daha çok kol gücüne dayanan ve kölece çalıştırılan işçi sınıfı artık tek başına belirleyici olmaktan çıktı. Aslında “emeğinden başka bir varlığı olmayan” anlamında proletarya, işçi sınıfı daha da genişlemiştir, ancak bu genişleme kafa/zihin emekçilerini de kucaklayan bir genişlemedir. Üstelik geçtiğimiz 50 yıllık süreçte ezilen dünya halkları küreselci yalan, oyun ve dalaverelerle çok daha yoksullaştı ve proleterleşti.
Bilimsel Sosyalist ideoloji, Batı’da, hem toplumsal ve sınıfsal temellerinde hem de felsefi düşünsel alanda ciddi bir yozlaşma, çürüme ve başkalaşma yaşamaktadır. Dolayısıyla 21. yüzyılda Bilimsel Sosyalist öğretinin özü, ruhu, yani yöntemi ve temel amaçları değişmemiştir, ancak onu ete-kemiğe büründüren içeriği, kapsamı Asya’nın, ezilen dünyanın toplumsal, siyasal ve kültürel özgünlüklerinde yeniden yeniden yorumlanmakta ve biçimlenmektedir.
Bütün bu olguların ışığında ideolojiyi, dogmatik, kaba düz bir mantıkla sermayeye karşı emeğin, burjuvaziye karşı işçi sınıfının yanında mısın, değil misin sorusuna indirgeyemeyiz. Devrimci ideoloji, sığ kafaların sıkıştıkça kullanacağı bir hap değildir. Nasıl işçi olmak, çok sömürülmek ve ezilmek, devrimci ideolojiye sahip olmanın bir koşulu ve güvencesi değilse, emekçilerin gerçek özgürlüğüne ulaşmanın yol ve yöntemlerini, buna uygun siyaset ve taktikleri bilmeden ve önemsemeden sosyalistlik, devrimcilik taslamak da ideolojik olarak doğru olma anlamına gelmiyor.
İdeoloji, kaba ve sığ mantığın, kısa devre, ucuz laf yetiştirmenin en amansız düşmanıdır. Kısacası, ideoloji temsil ettiği sınıfın kurmayı hedeflediği dünyaya ulaşmanın, strateji, taktik, yol, yöntem, teori, bilinç, inanç, tutku, kültür vb’lerinin toplamıdır. Doğası gereği ve sınıf mücadelesinin, çok daha karmaşıklaşan, görünen ile gerçeklik arasındaki farkın alabildiğine büyüdüğü günümüzde ideoloji, ancak dolaylı olarak ulaşılabilecek gerçeği yakalamanın drin bilgi, yöntem ve teorisidir. Yani, sosyalizme ve sınıfsız topluma doğru uzun yürüyüşün büyük stratejisinde, bu stratejinin her aşamasında, hem yolu durmadan aydınlatmak, hem de sınıfların, ulusların ve hatta devletlerin nasıl mevzilendiğinin, buna göre siyaset ve taktiklerin üretilmesi zorunluluğunun teorisi, bilinci ve kültürüdür ideoloji. Evrenle ilgili hiç bir bilgisi olmadan doğaya bakıp güneşin dünyanın etrafında döndüğüne hükmeden geri bilince has kaba gözlemcilik, bilimin ve ideolojinin, dolayısıyla romantik, duygusal gösteriye dayanan kaba, düz siyasetçiliğin düşmanıdır.
***
Günümüzde, hem siyasal hem ideolojik tutum açısından, en önemli ayraç olarak Ukrayna Savaşı’na bakalım. Bir tarafta ABD/NATO ve güdümündeki, bir kaç aykırı çıkış dışında, Avrupa devletlerinin çoğu. Diğer tarafta Rusya ve Çin’in başını çektiği Avrasya bloku, BRİCS ülkeleri. Burada ekonomik, siyasal, kültürel her alanda iki dünya karşı karşıya geldi. Bu kamplaşmanın özüne inildikçe ideolojik-kültürel bir içerikle karşı karşıya geliriz. Hangi taraf, dolaylı ve doğrudan, sosyalizmin, emekçi sınıfların değirmenine su taşıyor, sorusunun yanıtını aradığımızda, artıları, eksileri karşılaştırıp bir bilanço çıkardığımızda Asya/Avrasya blokunun ve siyasetlerinin ağır bastığını rahatlıkla görürüz. Unutmayalım ki, bu savaş başladığında Dostoyevski, Tolstoy gibi evrensel çaptaki Rus romancılar ve Çaykovski gibi müzik dehaları yasaklanmaya çalışıldı. Eğer Batı’da gerçek anlamda ırkçılık, faşistlik aranacaksa, öncelikle ABD merkezli bu neoliberal yasaklayıc,ırkçı siyasette aranmalıdır.
Aynı analizi, aynı değerlendirmeyi İsrail’in Gazze katliamına karşı ABD ve Avrupa devletlerinin tavrı üzerinden yapabiliriz. Hatta üstelik faşizmin ve kaynağının ne olduğu sorusunuın yanıtını burada çok daha net görebiliriz. Çok açık ki, İsrail’in dinsel kılıflı ırkçı, yayılmacı, katliamcı, hatta soykırımcı faşist siyasetlerinin arkasında ABD vardır. Dahası, uygarlık, demokrasi ve özgürlük kılıflı katliam ve propaganda söylemi, Avrupa’da milliyetçi tepkiler olarak tanımladığımız parti ve siyasetlere “faşist” ve “ırkçı” diyen neoliberal sağ ve sol çevrelerce hararetle destekleniyor, tekrar ediliyor.
Bu savaşlarda (en azından görece) haklı kim haksız kim, ya da iki taraf da mı haksız olduğunu belirleyecek ölçüt, devrimciler için çok açıktır. Eğer dünya çapında bütün saldırı, terör ve katliamların, faşizan, ırkçı baskıların, ezilen ulusları birbirine düşürüp kırdırma ve köleleleştirme plan ve stratejilerinin ana kaynağı, yani dünya gericilliğinin merkezi ABD ise, dünya çapındaki bütün siyasetlerin, en gericisinden en devrimcisine, tanımlanması da ABD emperyalizmine karşı tavır alış derecesiyle ölçülmelidir. Bu bağlamda tekrar vurgulayalım; bizim ülkemiz ve benzer ülkelerin gerçekliğinde antiemperyalizm, devrimciliğin “birincil” koşuludur, “biricik” değil. Diğer iki koşul, ortaçağ güçlerine, feodalizme karşı olmak ve emekçi sınıfların iktidarını savunmaktır.
Siyasette ikisi arasında dağlar kadar fark vardır. Çünkü “biricik” koşul diyenler, diğer ikincil, üçüncül koşulları yok sayarak ya da önemsizleştirerek mücadelenin toplumsal-sınıfsal cephesini terk etmişler, devrimci içeriğinden kopmuşlardır. İhvancı ve mafyatik karşıdevrimin sahte ABD karşıtı demagojisine “devrimci” övgüsü yaparak teslim olmuşlar ve sistemin en gerici sınıflarının iktidarına biatı, yani iç gericiliğe teslimiyeti seçmişlerdir.
Yerli ve yabancı bütün siyasal güçlerin renklerini açığa vurduğu, siyaset ve savaş ilişkisini bütün derinliği ve boyutlarıyla yansıtan Ukrayna Savaşı gibi çok önemli güncel olaya, 90 öncesinin sağ-sol, ilerici-gerici ölçütlerini katı, değişmez bir şablon olarak kullanmada ısrar eden bir mantıkla bakıldığında kimin sağ, kimin sol olduğunu çözümlemek mümkün değildir. Ancak ABD’nin, vasallarına da dayattığı, yalan ve komplolarla sarmalanmış ikiyüzlü, karanlık, faşizan siyasetleri ile Rusya ve arkasındaki Avrasya blokunun siyasetleri, güncel devrimci tavrı netleştirecek en önemi ölçütlerden biridir. Ukrayna Savaşının en kapsamlı ve Tarihsel Materyalist analizini Cem Gürdeniz ve Hüseyin Vodinalı’nın makalelerinde bulabilirsiniz.
Siyaset, aynı zamanda bilimdir, matematiktir, sağlam evrensel bir mantığı gerektirir. Devrimin strateji ve taktikler denklemi, romantik duygulardan, önyargılardan ve tepkilerden arınmış, nesnel, bilimsel olgulara ve hesaplara dayanır. Siyaset her zaman her yerde, sağlam bir strateji ve taktik ilişkisini ve en başta asıl düşmanı olabildiğince daraltmayı, yalnızlaştırmayı, kararlı ve kararsız dostları gerçekçi bir gözle belirlemeyi gerektirir. Strateji ve taktik arasındaki dinamik ilişkiye bağlı olarak, devrimci hedefe giden yolun dolambaçlı, zikzaklı, çetrefilli yapısında, esas düşmana karşı, çok ince kâr ve zarar hesaplarına dayanan, her zaman temelinde kuvvet toplama ilkesi olan ittifaklar oluşturmak, değişen koşullara göre bu ittifakların türlü biçimlerini üretmek ve uygulamak sanatıdır.
Bu ölçütlerden bakıldığında, “günümüz faşizminin Avrupa temsilcileri” olarak tanımlanan Fransa’da Le Pen, Macaristan’da Orban’ın özellikle ulusal değer ve çıkarlara daha çok sahip çıkan, Ukrayna savaşında ABD’nin yanında değil, en azından ABD’den daha bağımsız davranmaya çalışan ve nesnel olarak Rusya’ya yakın bir tutum göstermelerinin yukarıdaki perspektik içinde nasıl açıklanması gerektiğini okuyucuya bırakıyorum. Ayrıca, 90’lardan bu yana, özellikle “Ergenekon kumpası”nda, yükselen Atatürk milliyetçiliğini, ulusalcılığı “faşist”, “ırkçı”, “şoven” diye yaftalayan ABD merkezli Batı ve onun uzantısı liberal sol, Avrupa’daki ABD denetiminden çıkma eğilimindeki güçleri de ezberlenmiş aynı kalıplarıyla suçlamaktadır. Aynı merkezlerden üretilen bu emperyalist propaganda kalıbını hiç düşünmeden, sorgulamadan Kuran ayeti gibi ezberleyip tekrarlamanın devrimcilikle nasıl bir bağı olabilir?