Marx’ın, Kapital’in birinci cildine dahil etmediği iki ana sorun görüyorum:
Buna bir izah gerekirse; ilki, kapitalist üretim tarzının öznel koşulları ve sonuçları üzerine, ikincisi ise kapitalist üretim tarzının eğilim ve süreci ya da gelişim aşamaları ile ilintili tarihsel özelliklerinin sonuçları üzerine olan sorgulamanın yapılmamış olmasıdır.
Birinci cilt de yer almayan “Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları” bölümünde birbiriyle ilintili olan bu iki sorun aynı anda ele alınmayışına ilişkin kapitalist üretim tarzının öznelliğinde içkin olan ilişkiler yumağında ortaya çıkan tarihsel veriler çerçevesinde ele alınan bir dizi sorun açıklık kazandığından, sermayenin nicelik ve niteliksel yanları epeyce açıklayıcı olmuştur.
Öznellik sorunu açısından kapitalist üretim tarzının gelişimi iki temel olguya dayanıyor bu halde : Marx’ın “gerçek tahakküm “ olarak tanımladığı durum, toplumsal ve sosyo-ekonomik ilişkilerin kapitalist değer mekanizmasında oluşan sistemin ürettiği ilkelere göre yapılandırılmış olmasıdır. Değer tespitinin herhangi bir üründe oynadığı rol, kişilerin toplumsal ilişkilerini belirlerken, neden olduğu yabancılaşmanın fark edilememesi, sermayenin gizli veya gizemli-efsanevi bir tahakkümüne yol açtığını düşünüyorum.
Engels’in ‘Anti-Dühring’de ifade ettiği temel çelişmenin aslen üretimin toplumsal niteliği ile kapitalist özel mülkiyet arasında yaşanan temel ve belki de tarihsel çelişkinin bu bağlamda oluştuğunu görebiliyoruz.
Kapitalist üretim tarzının kaotik ve anarşik yapı içinde gelişmesi, özellikle gelişmekte olan ekonomilerde daha niteliksel bir hal almaktadır. Planlı ve sosyalist ekonomik yapının gerekliliği, kamu içerikli ihtiyaçların gerçekçi ve bilimsel olarak tayin edilmesi ise, ancak sosyalist veya karma ekonomik sistemde mümkün görülebileceğini söyleyebiliriz.
Kapitalizmin tarihselliğini kavramak için onun kaydettiği değişimleri ile temel çelişmesinin var olup olmadığını iyi analiz etmek gerekir. İnsanların gelişim seviyelerini yükselterek devam eden toplumsal ekonomik ilişkiler bağıntısı ile oluşan temel çelişmenin bir bakıma sosyalizmin vazgeçilmez olarak kabul edip kapitalizmin yerine geçmesini tetikleyen de bu çelişmenin en yalın gerçeğidir.
Hegel’in “die schlechte Unendlichkeit” = “sonsuz kötülük” diyeceği tuzağa düşmek yerine sonsuz münazaralardan çok, şimdinin ansal bütünlüğünde güncel yakıcı ve güncel olgunun maddi koşullarına odaklanmayı gerektiren siyasi, felsefi tutum ve eylemin etik ilkelerle belirlenebildiği ile açıklanan, sonsuz kötülük olan kapitalist hegemonya, yeni bir proje ve içeriği kuvvetli programla toplumsal kriz veya “sonsuz kötülük” aşılabilir. Sonuçta, eğer bir geri zekalı değilseniz, ilk tepki ünlü psikanalist Lacan dersi olmalı: “Kral olduğuna inanan, bir kraldan daha deli değildir” diğer bir deyişle doğasında bir “kral geni” taşıdığına inanan bir kral, dolaylı olarak delidir.
Yüksek teknolojik gelişme ‘sonsuz kötülüğe’ son verebilir mi?
Gördüğüm insanlık, proleterleşmeye değil, yeni özneler arıyor. Öznenin öznelliği gittikçe delice savrulan bireyin özgürlük ile olan ilişkisi tartışılır bir vaziyet sunmaktadır. Zira teknolojinin sunduğu özgürlükler yeni bir bilinç ve etik meselede bir yeni kötülüğü beraberinde getirmektedir. Üretimde yeri olmayan teknolojik özne belirleyiciliğini kaybetmektedir. Daha doğrusu teknoloji, özneyi ele geçirmiştir. Özne kendini lağvetmiş, dağınık ve savrularak ortak aklı üretmekten aciz kalmıştır.
Demokrasi ve özgürlükler bağlamında oluşan kriz öznenin ana problemi olarak ortaya çıkmamış, tam tersine onun sığındığı teknolojik gelişimin dijital platformları, bireyin diğeri ile olan iletişimini sentetik hale sokarak gerçek etkileşimi ortadan kaldırmıştır.
Aslında birey ve ötekinin ansal bütünlüğünde var olmakla varlığını harekete geçirmede oluşan etkileşim, felsefi olarak mümkün olamamaktadır. Bu durum ve olgu, öznenin öznelliğinde bir çıplak sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer yandan insanlığın gelişimi veya geleceği, eğer büyük çevre felaketleri vuku bulmazsa ki, ancak şiddetli çevre felaketlerin tüm teknolojik altyapıyı yerle bir edecek kadar insanlığı büyük bir tehlike beklemektedir.
Kapitalist uygarlık, postkapitalist süreç ile deforme olmuş olarak,yeni bir uygarlığın oluşumuna ancak büyük küresel felaketin ardından söz konusu olacaktır. “Sonsuz kötülük” bu esnada en büyük kötülükten sonra sona erebilir. Belki Hegel’in tekkerür olarak nitelendirdiği tarih, tarihsel olarak da işlevini yetirir hale gelebilecektir.
Sermayenin hegemonyasına dönersek;
Bildiğimiz şudur ki; kapitalist özel mülkiyetin kimyasında veya pozisyonunda köklü bir değişim olmadığından, sermayenin mülkiyet biçimlerinin değişim geçirmeden kapitalist anlayış buna rağmen konstant/kalıcı olarak devam etmektedir. Her tür içsel ve dışsal rekabete açık olan tekil sermaye, rekabetin baskısı altındadır. Tekil sermaye iflasa daha çok açıktır ve kapitalizm aslında tekil olan sermayedarı korumaya almaz. Dolaysıyla mülkiyet biçimlerinin oluşumunda tekil değil, çoğul sermaye grubunda olan büyük kapitalistlerin oluşturduğu tekel ve kartellerin büyük finans grup ve oligarşinin oluşmasını gerektirir. İşte kapitalizm bu tür kapitalist yapılanmayı destekler ve burjuva sınıfını oluşturan aristokratik elit sınıfın koruyuculuğunda kapitalizm yeniden büyük bir krizi aşarak yapılanmasını sürdürür. Buna biz sermayenin kendini olumlu diyalektik aşması olarak tanımlayabiliriz. Kendini aşan ve kendini yenileyen kapitalist süreç emek ve sermaye arasında gelişen çelişmenin bir süre sonra emek ve sermayenin diyalektiğinde uzlaşabilirlik ilkesi ile öne çıkmaktadır günümüzde ve özellikle gelişmiş yüksek kapitalist ülkelerde.
Marx ve Marksizmin düşünce mirası üzerine son sözü söylemek yerine, Marx ve Marksizmi içinde yaşadığımız zamanın olgularına göre yeniden, ama farklı perspektiften hareket ederek, zamanın özgü koşullarına göre çelişkili eğilimleri kavramaya olanak verecek biçimde okumayı önermek istiyorum. Bunu öneriyorken herhangi a priori betimlemelere maruz kalacağımın öngörüsü söz konusu olabilir. Ancak resmi ve akademik Marksiz’min bayat açıklamaları yerine, özellikle Grundrisse’nin (Politik Ekonominin Kritiği ve Ana Hatları) ve taslak haldeki Kapital’in yazarı Marx’ı yeniden ve gerçekçi bir şekilde okumak büyük önem taşıyacaktır.
Karl Marx’ın “üretim tarzı” kavramı tarihsel koşullarda biçim ve değişime uğrayarak, kültürel değerlerin zamandan bağımsız olanı arasındaki bölünmeyi aşmayı amaç edindiğini düşünürken, onun proleter ve emeğin tanımlanmasında sunduğu reel ve gerçekçi, diğer bir deyişle kapitalist üretim tarzının ve onun hegemonyasının çelişkili eğilimlerinin analiziyle insanlığa ve özellikle işçi sınıfına bir perspektif sunmuştur.
Bu açıdan Marx’ın “üretim tarzı” kavramına ben, felsefi bir boyut kazandırmak eğilimindeyim: zira “üretim tarzı” maddi varoluşun biçimlerinden hareket ederek, belli bir toplumsal düzeni ve onun içeriği ile bilinç biçimlerine yönelik geliştirdiği analiz, bireyin yapılanması ile onun rolü üzerinde odaklanmaktadır.
Konu bağlamında yaptığım giriş kısmında yer alan kapitalist üretim tarzının tarihsel sonuçlarının Kapital’in birinci cildinde yer almaması, bireyin kapitalizme olan inancını sorgulayamamasına neden olabileceğini düşünüyorum.
Kapitalizm ve onun tarihsel olarak ortaya koyduğu üretim tarzı, doğa ve çevrenin tahribatına yol açtığını düşündüğümüzde, kapitalizmi ve onun yarattığı sonuçları kavramak için, Marx’ın diğer eserlerine, öncelikle 3, 4 ve 12 inci ciltlerinde inceleme yapmak gerekir. 12 inci cilt de öncelikle Avrupa, Asya ve dünyanın çeşitli ülkelerinde vuku bulan devrim hareketleri ele alınmaktadır.
Bu ülkelerde yer alan burjuvazinin konumu ve rolü ayrıntıları ile ele alınmaktadır.
Genel kanı olarak ileri sürülen şu belirlemeye de değinmek istiyorum:
Türkiye Cumhuriyeti ve kurtuluş savaşının ardından gelişemeyen burjuva sınıfı ülkede demokrasinin gelişememesine sebep olmuştur tezi yeniden farklı bir bağlamda ele almak gerektiğini düşünüyorum:
Çünkü salt bir burjuva sınıfı ile anti –emperyalist bir hareket oluşamazdı. Belki de bir burjuva sınıfı olsaydı ve bağımsız bir ülke olarak, ama Avrupa da ki sınıfsal gelişime uygun benzerlik ve paralellik hasıl olabilirdi; bugün bile farklı bir konumda olabilirdik.
Eğer tarih, insanın iyi niyetlerine göre oluşabilseydi ve ancak, sonuçlar niyet edilenden çok daha başka sonuçları beraberinde getiriyorsa, verilen onurlu Kurtuluş ve Bağımsızlık savaşını sonuna dek desteklememiz zaruri olduğu kadar, zorunlu olarak etik bir tutumu da beraberinde getirmektedir.
“Sonsuz kötülük” M. K. Atatürk’ün başlattığı Kurtuluş meşalesi ile son bularak, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğumuna yol açmış ve yer kürenin ilk anti emperyalist mücadelesinin vuku bulduğu topraklarda, karma ve kamucu ekonomik anlayış egemen olmuştur.
Author Profile
Latest entries
- ana manşet28/11/2024Marksist din eleştirisinin dönüşümleri-1
- ana manşet21/11/2024Faşizmin inşaası üzerine geliştirilen eleştirilerin teorik çıkmazları-2
- ana manşet14/11/2024Faşizmin inşaası üzerine geliştirilen eleştirilerin teorik çıkmazları
- ana manşet07/11/2024Tasarım ve hayalleri ile rüyasını yaratan insan