LILI MARLEEN
İki büyük paylaşım savaşı, 80 milyon insanın yaşamına mal olmuştu. Bugün ABD sömürgeciliğinin maşası İsrail, yarısından çoğu çocuk ve kadın yaklaşık 50 bin savunmasız insanı öldürüp bölgemizi kana bulamaya devam ederken, İkinci Dünya Savaşı’nın ağıt sembolü Lili Marleen’i anımsamadan edemezdik..
SAVAŞLAR VE ŞARKILAR
Şu üzerinde “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşanası dünyamız, geçen yüzyılda, sivil ve asker milyonlarca cana kıyan iki büyük sömürü ve paylaşım savaşına sahne oldu. İkincisinin sonundan 1990’lara kadar süren soğuk savaş döneminden sonra bugünlerde, kuzeyde NATO destekli AB, güneyde ABD emperyalizminin ve maşası İsrail’in neden olduğu üçüncüsünün patlamalardan ve çığlıklardan ibaret sesini daha fazla duymaya başladık. Böyle bir dünyada, savaşın insani yıkımının, bireysel hikayelerinin ve duygusal derinliklerinin sembolü olan “Lili Marleen” şarkısını anımsamamak olası değil. Üstelik o yalnızca bir savaş şarkısı olmanın ötesinde, her türlü zorluk ve çıkmaz karşısında, yoksun kaldıklarımıza duyulan özlemin ve umudun simgesidir de…
“Kışla kapısının önünde,
Bir sokak lambası yanardı eskiden
Şimdi hâlâ duruyor orada.
Seninle yine aynı yerde,
Buluşsak aynı lambanın altında yeniden,
Eskisi gibi Lili Marleen,
Eskisi gibi Lili Marleen…
Tek bir gölge gibiydi ikimizin gölgesi
Ve herkes görürdü
Ne çok sevdiğimizi birbirimizi
Lambanın altında dururken.
Yine görmeli herkes birbirimizi nasıl sevdiğimizi
Eskisi gibi Lili Marleen,
Eskisi gibi Lili Marleen…
Derken seslendi nöbetçi:
“Yat borusu çalıyor, haydi herkes yerine
Yoksa üç gün ceza…”
“Hemen geliyorum!” dedim ve sana veda ettim.
Ah, oysa seninle gitmeyi ne çok isterdim
Seninle Lili Marleen,
Seninle Lili Marleen…
Sokak lambası biliyor adımlarını senin,
Zarif yürüyüşünü,
Ama unuttu beni çoktan.
Işığı parladığında lambanın akşam,
Kim duracak yanında, bir şey olursa bana?
Seninle Lili Marleen,
Seninle Lili Marleen…
Kaldırır ıssız odalardan,
Yer yatağından beni
Rüya gibi, aşk dolu dudakların.
Lambanın altında olacağım, çökünce sabahın sisi
Eskiden olduğu gibi,
Seninle Lili Marleen,
Seninle Lili Marleen…”
LILI MARLEEN
“Lili Marleen” şarkısı II. Dünya Savaşı’nın en tanınmış şarkılarından biri. Şarkının sözlerini, 1. Dünya Savaşı sırasında, 1915’te Rus cephesinde bir Alman askeri olan şair, roman ve oyun yazarı Hans Leip, biri Lili adında bir hemşire, diğeri Marleen adında genç bir kadın olan iki sevgilisini düşünerek ve düşleyerek yazmış. Şiir, 1938 yılında Alman müzisyen Norbert Richard Schultze tarafından bestelenmiş ve ilk kez 1939’da Alman şarkıcı ve oyuncu Lale Andersen tarafından seslendirilmiş.
Evet, şarkıyı ilk seslendiren ve geniş kitlelere duyuran kişi Lale Andersen’miş. Sesi ve yorumu, şarkının duygusal derinliğini yansıtmakta çok başarılı olmuş. Onun yorumuyla şarkı, 2. Dünya Savaşı sırasında özellikle Almanya’da büyük bir popülerlik kazanmış. Bir başka Alman oyuncu ve şarkıcı Marlene Dietrich ise şarkıyı daha sonra yeniden seslendirip dünya çapında tanınmasını sağlamış. Onun güçlü ve kendine özgü sesi, şarkıya farklı bir boyut kazandırmış ve uluslararası alanda daha geniş bir dinleyici kitlesine ulaşmasına yardımcı olmuş. Ayrıca Dietrich’in savaş karşıtı duruşu ve müttefikleri desteklemesi de şarkının sembolik anlamını güçlendirmiş.
“Sokak Lambasının Altındaki Kız” (Das Mädchen unter der Laterne) başlığını taşıyan şiir, bestelendikten sonra Almanya’da ilk kez “Nöbetteki Genç Askerin Şarkısı” (Das Lied eines jungen Soldaten auf der Wacht) adıyla yayımlanmış ve pek tutmamış. II. Dünya Savaşı sırasında Alman askerî radyosu “Soldatensender Belgrad” tarafından sık sık çalınmaya başlamış. Şarkının evrensel temaları ve duygusallığı, onun hem müttefik hem de mihver kuvvetlerin askerlerince sevilmesini ve dinlenmesini sağlamış. Lili Marleen, tüm cephelerde savaşan askerler ve siviller arasında yaygın biçimde dinlenir olmuş. Hatta bu popülaritesi nedeniyle Naziler, şarkıyı propaganda amaçlı kullanmaya bile yeltenmiş ve kullanmış da.
Savaş bitmiş ama şarkıya ilgi bitmemiş. Bunca yaygın benimsenen her kültür ürünün başına gelen anonimleşmeyi Lili Marleen de yaşamış. Bütün dünyayı tutan şarkı, Leip’in yüklediği anlamdan taşmış; her zorluğun ve her kültürün kendine uygun hikâyeleriyle dolmuş. Zamanla melodisi ve sözleri ülkeden ülkeye, kültürden kültüre farklılaşmış. Sovyetler’de marş, japonya’da terapi makamında söylenmiş. Sözleri de yer yer içinde yaşadığı kültürlerin etkisiyle değişiklikler göstermeye başlamış. Yazının jeneriğine koyduğum biçimi, sekiz on farklı çevirinin karşılaştırmasıyla ve değerli Haydar Uzunyayla’nın yardımıyla oluşturuldu.
BİR ŞARKININ ANATOMİSİ
Savaşın acımasız yüzüne rağmen insanın içindeki sevgi, özlem ve hayata tutunma isteğini içinde taşıyan şarkının yaşama dair, mütevazı, küçük hikâyesi, yalın ama içten ve etkili sözleri, farklı dillerde defalarca yorumlanmasına ve her seferinde dinleyicilerin arzu ve özlemlerine güçlü bir duygu yağmurunun yağmasına neden oldu.
“Lili Marleen,” savaşın sert gerçekleriyle dolu bir dünyada, özlemi ve kaybolan sevgiyi anlatan melankolik bir şarkıdır. Teması, savaşın zorlukları ve sevdiklerinden uzak düşen askerlerin yaşadığı ayrılık acısıdır. Leip’in iki ayrı sevgilisi “Lili” ve “Marleen” adları bir kadında birleşmiş ve kısa zamanda cephedeki askerlerin düşsel sevgilisi olmuş, ona duydukları hasretin sembolü haline gelmiştir. Şarkının sözlerinde sevgilinin dönüşünü bekleyen bir umut ve geleceğe dair bir inanç vardır. Bu umut, savaşın karanlık atmosferinde bir ışık olmuş, “sokak lambası” metaforuyla hem fiziksel hem de sembolik bir anlam yüklenmiştir. O lamba, askerin sevgilisiyle buluştuğu bir mekân değildir sadece, o artık bir umut ışığıdır da… Ama aynı zamanda, savaşın karanlık ve belirsizlik dolu atmosferinde sönmeyen bir anımsatıcıdır.
Savaşın getirdiği zorunlu ayrılıklar, sevgililerin bir araya gelme umutlarını sürekli erteler. “Kışlanın önünde” başlayan şarkı, bu fiziksel ayrılığı ve savaşın dayattığı soğuk, mekanik bir disiplini simgeler. Sokak lambasının altında sevgililerin buluşma anı hem bir hatıra hem de bir arzu olarak anlatılır. İki sevgilinin “gölgelerinin tek bir gölge olması”, aşkın derinliğini ve sevgililerin bir arada olma isteğini dile getirirken, savaşın zorlukları bu birlikteliği sürekli tehdit eder. Sevgililerin ayrılmak zorunda oluşu ve şarkı boyunca hissedilen melankoli, savaşın sevgi üzerinde yarattığı yıkıcı etkiyi vurgular.
Son mısralarda, ölüm ve rüya imgeleri, savaşın kaçınılmaz sonunu ve belirsiz geleceği temsil eder; ölümün çaresizliğini, acının kaçınılmazlığını duyumsatır. Ancak bu karamsar tabloya rağmen, şarkı sonunda yine de bir umut ışığı yakar: Sevgilinin bir gün yeniden o lambanın altında olacağı umudu; savaşın, ayrılığın, özlemin ve korkunun bir gün sona ereceğine dair inançla örtüşür ve barış içinde, bir arada, sevgiyle yaşamanın altını çizer.
HERKESİN LILI MARLEEN’İ
2. Dünya Savaşı’nın önemli kültürel ikonlarından biri haline gelen ve savaşın müzikal bir belgeseline dönüşen Lili Marleen, savaşın yarattığı bir ayrılık ve özlem şarkısı olarak doğdu ama sadece bir şarkı değil, aynı zamanda bir dönemin, bir duygunun ve bir umudun adı oldu. Cephede askerler, evlerinde ve işlerinde siviller için bir tür ortaklaşma ve dayanışma zeminine dönüştü. Savaş sonrasında ise bağımsızlık ve sınıf mücadelelerinde ulusal kahramanların ve işçi önderlerinin motivasyon kaynağı oldu.
Lili Marleen şarkısının popüler kültürde birçok yansıması görüldü. Özellikle savaş temalı filmlerde arka plan müziği olarak ya da karakterlerin duygularını yansıtmak için kullanıldı. Jazz, blues, rock ve hatta elektronik müzik gibi farklı müzik türlerinde çeşitli versiyonları üretildi. Hikâyesi, bazı filmlerin senaryosuna ilham kaynağı oldu; sözleri ve taşıdığı anlamlar, birçok yazar tarafından roman ve öykülerde kullanıldı. Kendisi de bir şiirden uyarlanan şarkı, birçok şair tarafından birçok şiirde yorumlandı.
Nihayet Lili Marleen’e, toplumcu Türk şiirine birey duyarlığını kazandıran, geleneksel şiirimizle modern şiirimizden bir sentez çıkaran Attila İlhan da duyarsız kalmamış;
“akşam olur
mektuplar hasretlik söyler
zagrep radyosunda lili marlen türküsü.
siperden sipere ateş tokuşturanlar
karanlıkta dem çeken
ishak kuşu (…)
biz dünyalılar yemin içtik
imanımız var
hürriyet için, hürriyet aşkına
savulacak dönem savulacak düşman
dehrin cefasını çektik
safasını süreceğiz.
biz sudanlılar
kıbleye karşı namaza duranlar
aragon’dan bıçak gibi çekilmiş yedi mısra
sydney’den bir muhalif rüzgâr (…)”
diyerek onu selamlamıştır.
ŞARKIDAN SİNEMAYA
Lili Marleen’in hikâyesi, en kapsamlı biçimde Alman Yeni Sineması’nın önemli yönetmenlerinden Rainer Werner Fassbinder’in 1981’de aynı adla çektiği filme konu oldu. Şarkının kendisi kadar ünlü olmasa da film, 1930’ların sonlarında ve 2. Dünya Savaşı döneminde, bir yandan tutkulu bir aşk hikâyesini bir yandan da savaşın gölgesinde yaşanan dramatik olayları konu alan bir yapım olarak ilgiyi hak ediyor.
Senaryosunda Fassbinder’le birlikte Lale Andersen, Manfred Purzer ve Joshua Sinclair’in de emeği bulunan filmin görüntü yönetimi Jürgen Jürges’e, müziği Peer Raben’e ait. Willie rolünde Lili Marleen’in sesi olan Lale Andersen’i Fassbinder’in vazgeçilmezi Hanna Schgulla, yer yer yakın çekimlerde ağız biçimi ve mimikleriyle duygusal derinlikler yaratıyor. Orkestra şefi ve piyanist Robert Mendelsson rolünde İtalyan oyuncu Giancarlo Giannini ve diğer rollerde Mel Ferrer, Karl-Heinz von Hassel, Eric Schumann ve Gottfried Jhon… ortalamanın altına düşmeyen performanslara imza atıyorlar. Ancak kimi yan karakterlerin yeterince derinlikli çalışılmamış olması, oyuncuların potansiyellerini tam kapasite kullanmalarını engellemiş görünüyor.
FASSBINDER SİNEMASI
Cinsel tercihleri, alkol ve uyuşturucu kullanımı, çalışma arkadaşları ve oyuncularıyla tutkulu ama çoğu kez sert ve yıkıcı ilişkileri nedeniyle özel yaşamı, çoğu kez filmlerinin önüne geçen Rainer Werner Fassbinder, 20. yüzyılın önemli ve üretken Alman Yeni Sineması’nın önde gelen yönetmenlerinden biri. Jean Luc Godard’ın “Onun filmlerinde Almanya’yı tartıştığı gibi Yeni Dalgacılar Fransa’yı açığa vuramadılar.” dediği Fassbinder’in, filmleriyle Almanya’nın yakın tarihini yeniden yazdığı söylenebilir. Yakın çevresiyle kurduğu ama kendisinin merkezde olduğu “hippikomünal” yaşamdan başını kaldırdığı zamanlarda, 37 yıllık kısa yaşamına (1945-1982) toplumsal eşitsizlikler, sınıf farkları, cinsiyet rolleri ve bireyin toplum içindeki mücadelesi gibi konulara odaklanan ve genellikle aynı oyuncularla çalıştığı 44 film, 37 filmin senaryosu, 21 filmde oyunculuk, 4 radyo programı ve çok sayıda tiyatro oyunu, televizyon programı sığdırdı. Filmleri, sadece kişisel dramlar değil, aynı zamanda siyasi ve toplumsal mesajlar da içerir. Almanya’nın geçmişiyle yüzleşme, Nazizm’in etkileri, kapitalizm eleştirisi gibi konuları filmlerinde sıklıkla ele alır, savaş sonrası Almanya’sını münazara masasına yatırır.
Fassbinder, uzun planlar, sabit kamera, doğal ışıklandırma ve gerçekçi oyunculuklarla karakterize olan Alman Yeni Sineması’nın, Wim Wenders ve Werner Herzog’la birlikte önder yönetmenlerindendir. Onun tiyatro geçmişi, sinema diline özgünlük katar ve bu dil sahne düzenlemelerinde, diyaloglarda ve oyunculuklarda etkisini gösterir. Melodramatik unsurları abartarak aşk, nefret, kıskançlık gibi duyguları yoğun bir şekilde ifade etmeyi sever. Bu yolla izleyicinin, karakterlerin iç dünyalarını daha iyi anlamasını sağlar ve onu duygusal olarak daha çok etkiler. Fassbinder, genellikle auteur yönetmenlerin benimsedikleri “Ben her zaman tek ve aynı filmi çekerim.” cümlesini kendi sineması için doğrular ve filmlerinde sıklıkla aynı oyuncuları, mekanları, temaları kullanarak filmler arasında bir bütünlük sağlar, kişisel dünyasına dair ipuçları verir.
Hollywood kültürüne pek mesafeli olmadığı halde özgün bir sinema dili tutturan Fassbinder’in ilk ses getiren filmi, 1974’teki “Angst essen Seele auf”’tur (Korku Ruhu Kemirir). Bir Alman kadınla Faslı bir göçmeni sade bir hikâyede buluşturan, göçmen ve kimlik sorununu odaklanan film yönetmenine Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye adaylığı ve Fibresci Özel Jüri Ödülü’nü getirir. Yönetmen, 1979’da çektiği “Die Ehe der Maria Braun (Maria Braun’un Evliliği)” ile sinema dünyasında küçük çaplı bir deprem yaratır. Filmle Fassbinder, eleştirmenlerden tam puan alırken, 23 filmde kendisiyle birlikte çalışan sadık oyuncusu Hanna Schygulla, yönetmenin “Almanya Üçlemesi”nin ilki olan (diğerleri Lois ve Veronika Voss) bu filmdeki “Maria Braun” rolüyle Altın Ayı ödülüne layık görülür. 1982’de evinde ölü olarak bulunmasından kısa bir süre önce çektiği üçlemenin son filmi Veronika Voss da yönetmene Berlin’de “En İyi Film” dalında Altın Ayı ödülünü getirir. Pornografinin sınırlarını zorlayan Querelle ise çoğu ülkede ancak “18 yaş üstü” sınırlamasıyla gösterilebilir. Fassbinder’in, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın sürgün anılarına dayanan, yönetmenliğini Erden Kıral’ın yaptığı “Mavi Sürgün” filminde rol aldığını da ekleyelim.
FASSBINDER’İN LILI MARLEEN’İ
Maria Braun’un Evliliği’nde, savaşta kocasını kaybetmiş Bayan Braun, savaşın yıkıntıları içinden “ekonomik mucizeyle” doğrulan Almanya gibi, kendini kişisel yıkımından yeniden yaratmıştı. Rainer Werner Fassbinder’in hem tarihsel bir olayı hem de popüler bir şarkıyı beyaz perdeye taşıyarak sinemaseverlerin dikkatini çektiği Lili Marleen’de Willy’nin sosyal ve bireysel yaşamı ise daha gerçekçi betimlenen bir karakter olarak, Alman faşizminin yükseliş ve düşüşüyle koşut ilerliyor! Yine de Lili Marleen’in, Maria Braun’un yanında yönetmenin en iyi filmi olduğu söylenemez. Buna karşın, 2. Dünya Savaşı’nın karmaşık atmosferini ve dönemin havasını yansıtmakta zorlanmayan bir yapım olduğu teslim edilmelidir.
Lili Marleen şarkısının yanı sıra dönemin diğer popüler şarkılarının da filmde kullanılması, Fassbinder’in yaratmak istediği atmosferi güçlendirmekte ve izleyiciyi duygusal olarak etkilemektedir. Ne var ki filmin senaryosunun bazı yerlerde klişelere yaslandığından yüzeysel kaldığını ve aynı nedenle karakterlerin derinlemesine incelenmesine fırsat vermediğini söylemek zorundayız. Bazı sahnelerde melodramatik anlatımın abartılmasının tercih edilmiş olması, bir dönem filmi için olmazsa olmaz gerçeklik duygusunu zedelemekte, karakterlerin karmaşık iç dünyalarına sokulmayı engellemekte; zaman zaman görsel atmosferin de klişelere yaslanması, filmin görsel dilini zayıflatmaktadır.
Film, İsviçre’de geçen bir aşk hikâyesiyle başlıyor. Şarkıcı Willie ile zengin bir Yahudi ailenin oğlu olan Robert, tutkulu bir aşkın içindedirler. Ancak 2. Dünya Savaşı’nın duyulmaya başlayan ayak sesleri, âşıkların sevgilerini zorlu bir sınava çağırır. Willie, “Lili Marleen” şarkısıyla günden güne ünlenirken Robert, ailesiyle birlikte Nazilerden kaçmak zorunda kalır. Savaşın gölgesinde ve iki âşığın ayrılıkları izinde ilerleyen film, aşk, ihanet, hayata tutunma mücadelesi gibi evrensel izleklere yönelir.
FAİL VE KURBAN ELEŞTİRİSİ
Ezen- ezilen ilişkisinde sürekli ezenleri kötü, ezilenleri iyi göstermenin doğru olmadığına inandığını söyleyen Fassbinder, filmlerinde fail kadar kurbanı da sorunsallaştırır. Ezilen kurbanın da bu fiilde ezen kadar payı olduğunu, onun da olumsuzluklarının gösterilmesi gerektiğinin altını çizer ve bugün güneyimizdeki İsrail zulmünü düşündürürcesine, “Almanların Yahudilere yaptıkları, Yahudilerin parayla ilişkilerinden söz etmeden açıklanamaz.” der. Nihayet Robert’in ailesini, savaş karşısında tarafsız kalan İsviçre’de Yahudilerin ve varlıklarının güvence altına alınmasını sağlayan bir ağın içinde betimler. Robert’ın Willie’yle, yani bir Alman kadınla olan ilişkisinin, içinde bulunduğu bu ağı tehlikeye atabileceğinden korkan zengin baba Mendelson, siyasi etkisini kullanarak şarkıcı Willie’yi sınır dışı ettirir, Almanya’ya gitmesini ve orada kalmasını sağlar.
Fail-kurban ilişkisi konusundaki düşüncelerini, filmlerinde bireylerin sosyal yaşamında ve kadın-erkek ilişkilerinde de ortaya koyan yönetmen, Lili Marleen şarkıcısı Willie’nin de bu anlamda gözünün yaşına bakmaz! Onun sanat yaşamında ve kişisel tercihlerinde belirleyici olan Naziler karşısındaki silik ve sinik tavrını eleştirir. Almanya’ya dönen Willie, müzik kariyerini ilerletmek isteyince, kendisini yüksek rütbeli bir Nazi yetkilisi olan Henkel’in koruması altına bulur ve bu konforu kabulleniverir. Seslendirdiği “Lili Marleen” adlı şarkı, onu faşist silahlı kuvvetlerin hem gözdesi hem de zengin ve ünlü bir sanatçı yapar. Robert, Willie’yi Yahudilerin Nazi karşıtı ağına dahil etmek için sahte kimlikle Almanya’ya girer. Polonya’daki Nazi ölüm kamplarını gösteren filmleri ele geçiren Robert, sürekli izlendiği Gestapo tarafından yakalanır ama aklanır.
Yüksek rütbeli Nazilerle yakın temasları nedeniyle Willie’nin hangi tarafta olduğunu tayin edemeyen Robert, ailesinin uygun gördüğü Yahudi bir kızla İsviçre’de evlenir. Willie ancak savaşın sonunda İsviçre’ye dönebilir. Robert’ın ilk konserine katılır, onu dinler, mutlu olur; ancak Robert’le aralarındaki romantizmin yeniden canlanacağına dair hiçbir umut yoktur.
Kişilerle hikâyesi bundan ibaret olan film, anlattığı bu maceradan çok, hikâyenin ayrıntılarında yer alan sanat/sanatçı-siyaset, sanatın işlevi, savaş ve sanat gibi temalar hakkında üstü örtük söyledikleriyle önemlidir. Bu bağlamda her şeyden önce sanatçının, faşist egemenlik altında, üstelik o egemenlik bütün bir dünyaya kan kustururken, sanat kariyerini sürdürmesi; hatta buna istekli olması ve o egemenliğin yarattığı konforu kabullenmesi tartışılmalıdır. Kendi bakış açımızdan bu durumu bütünüyle reddedeceğimiz açıktır; ama kuşkusuz hepimiz kabul edebildiğimiz sistemlerin içinde yaşıyor değiliz. Ancak aramızda yine de bir fark kalıyor: Biz, sisteme karşı eleştirel tavrımızı koruyoruz, Willie ya çoğunlukla şöhrete, alkışlara teslim oluyor ya da kişisel ilişkisinde arzularını gerçekleştirmek için boyun eğiyor!
SANATIN EVRENSELLİĞİ
Sanat adına sorulacak belki daha önemli soru şudur: Hikâyesi, sanatçının faşist bir rejimde hayatını ve sanatını sürdürebilme ve rejimle barışık, sorunsuz yaşama üzerine kuran filmde “en tanınmış noel şarkısı kadar ünlü” Lili Marleen şarkısı, nasıl olur da hem Nazi hem de karşı cephenin askerleri tarafından aynı duygular içinde sevilerek dinlenebiliyordu? Üstelik şarkı Führer tarafından da çok beğenilmişti. Belli ki insan, hangi duygular içinde olursa olsun, hangi kişilik özelliklerine sahip bulunursa bulunsun, insan olmanın ortak özelliklerine yönelen sanatın kapsayıcı gücü karşısında, ayırıcı ve uzaklaştırıcı değerler varlığını koruyamıyor.
Karşı cephelerde de olsa savaşın getirdiği acılar, ayrılıklar ve özlemler; birey olarak askerleri ortaklaştıran sonuçlar ve duygulardan bağımsız olarak, farklı kültürlerden, farklı yaşam deneyimlerine sahip insanlar, bir sanat eserinde kendilerine ait bir şeyler bulabilirler. Kuşkusuz kimi sanat ürünlerinin etkisi, farklı estetik zevkleri olan kişilere de ulaşabilir. Asıl olarak bu, sanatın evrensel dilinin yanında çoklu anlamını, anlam katmanlarını da gösterir ki sanatın alıcısı onda kendisine ait bir şeyler bulabilir. Kaldı ki sanat eserinin estetik değeri, gücü oranında ve duygusal veya ideolojik farklılıklardan bağımsız olarak beğenilip sevilebilir.
Bireyler, sanat eserleriyle duygusal ve psikolojik düzeyde bağ kurabilirler. Bu bağ, eserin içeriği, teması veya estetiği ile ilgili olabilir. Bir eserin belirli bir duygu durumunu tetiklemesi, farklı bireylerin aynı eseri sevmelerine neden olabilir, çünkü bu eser onlara içsel bir deneyimi, anıyı hatırlatabilir. Lili Marleen şarkısında olduğu gibi, aynı sanat eserinin düşman cephelerde aynı derecede beğenilmesi, bazen o eserin içinde bulunduğu kültürel veya sosyal bağlamla da ilgili olabilir. Bir eserin popülerliği de farklı bireylerin onu tanımasını ve beğenmesini sağlayabilir; bu da ortak bir beğenin oluşmasına zemin hazırlar. Bütün bu faktörler bir araya geldiğinde, farklı karakterlerin ve hatta düşman kişilerin aynı sanat eserini beğenmesi şaşırtıcı olmaktan çıkar, çünkü sanat, insan deneyiminin ortak noktalarını keşfetme ve ifade etme yeteneğine sahiptir.
FAŞİZMİN SANATLA KAVGASI
Altı milyondan fazla Nazi askeri, cephede her akşam aynı saatte askerî radyoda yayımlanan Lili Marleen şarkısını dinlemektedirler. İnanılmaz bir şey hem de her akşam ve savaşın o anki gidişine bakmadan üç dakika boyunca… Kendilerini savaştan önce var eden ve savaştan sonra da var edecek olan bir tanrıya ibadet eder gibi, radyonun başında, derin bir hülya içinde, kuzey kutbundan Afrika’ya kadar! Ama Nazi komutanları için bunca sevilen bu şarkıda aksayan bir şeyler vardır! Bu nedenle Göbels’in önderliğindeki propaganda bürosu, şarkıyı yasaklama taraftarıdır; çünkü Lili Marleen, Nasyonal Sosyalist savaş ahlakını yansıtan bir şarkı değildir; cephedeki askeri uyuşturan, tembelleştiren bir şey vardır onda. Oysa askere cesaret veren ve onu ateşleyen şarkılar çoktur!
Örneğin “Lambanın altında olacağım / Çökünce sabahın sisi / Eskiden olduğu gibi / Seninle Lili Marleen” dizeleri Dr. Goebbels’e göre “ölü dansı kokusuna sahip duygusal dizeler”dir ve bu düşünceyi onun aklından çıkarmak olanaklı değildir! Bu durumda belki de dizelerde biraz değişiklik yapmak gerekecektir. Şarkının kısa bir süre yasaklanmasına ve Willie’nin az daha vatan haini ilan edilmesine halkın gösterdiği büyük tepki ve ardından Lili Marleen hakkında Hitler ve Goebbels’in farklı düşüncede olması şarkıyı Nazi komutanının müdahalesinden kurtarır!
İşte böyle… Bir yanda sanatın birleştiren, ortaklaştıran ve yakınlaştıran etkisi, diğer yanda Nazi faşizminin koparan, uzaklaştıran ve düşmanlaştıran ideolojisi…
Lili Marleen yıllardır bunu anlatıyor!
Author Profile
Latest entries
- ana manşet01/12/2024Gerçeği Görme Sorunu
- ana manşet23/11/2024Arda’nın Geleceğini Konuşmak…
- ana manşet17/11/2024Faşizmin dili
- ana manşet16/11/2024Yangında İlk Kurtarılacak Beş Mısra