Derin ekonomik kriz ortamında emekçiler sınıf bilincini gündelik hayat pratiklerinde daha fazla deneyimleyip daha fazla politize olurken, Türkiye siyaseti gün geçtikçe daha çok geriye gidip daha çok sağcılaşıyor. 12 Eylül rejiminin devlet ideolojisi haline getirdiği Türk-İslam Sentezine ait söylem, motif ve pratikler Türkiye’de siyaset yapmanın olağan formları haline gelmiş durumda. Kendi iddiasını ve sözünü ortaya koyamayan sol/sosyalist siyaset, ya bu gerici eklemlenmenin kuyruğuna takılıyor ya da halka doğru gidemeyip kendi dar sınırları içerisinde “haklılık demagojisinin” esiri haline geliyor. 1990’lı yıllarda faili meçhul cinayetlerle aydın krizi içerisine giren Cumhuriyetçi-Kemalist kesim ise kendi tarihi içerisindeki sağcılaşmanın doruk noktasını yaşadığı bir dönemden geçiyor. “Plana güvenip” Sinan Oğan’ı “kurtarıcı” haline getirenler, ülkede gerçekleştirilmeye çalışılan pogromlara, emperyalist plan ve kışkırtmalara adeta bir at gözlüğüyle bakar hale gelmiş ve bu tertiplere söylemsel bazda veya fiilen eklemlenmiş bir pozisyonda konumlanmış bulunuyor.
Ankara ile Şam arasındaki ilişkilerin normalleşmeye başladığı süreçte Kayseri’de başlayıp ülkenin çeşitli illerine yansıyan vandallık ve geçtiğimiz günlerde bozkurt işareti üzerinden gerçekleşen siyasal konumlanışlar, ülkemizdeki sağcılaşmanın hangi boyutlara geldiğini daha net görmemizi sağlamadı mı? Ülkemize gelen plansız mülteci ve sığınmacı meselesinin esas sorumlusu olan “sarayı” hedefe koyamayan “çekingen muhalifler”, gecekonduları ve yoksulların araçlarını kundaklayıp “vatanseverliklerini” gösterdi. Gerçekleşen tertiplere ilk destek alkışı ise “Atatürkçü” kesimlerden geldi. Ekonomik krizlerle birlikte derinleşen halkın öfkesini, siyasal iktidara ve mevcut sosyo-ekonomik düzene yönlendirmesi beklenen kuvvetler, ülkücülerin kuyruğuna takılıp bozkurt işaretinin savunusuna girişti. Hem de 2 Temmuz Madımak Katliamının yıldönümünde… Bu olgu, 12 Eylül ile tohumları atılan ideolojik sapmanın günümüze yansıyan bir semptomudur. Devrimci bir mirasın sahipliği iddiasında bulunan kesimler devrim iddiasından kopmuş, tamamıyla devlet gözüyle bakan, olabildiğince güvenlikçi bir gözlükle Türkiye siyasetini okumaya girişmiştir. Bu tavır, Mustafa Kemallerin başlattığı; Mumcu, Selçuk ve Soysalların devam ettirdiği Kemalist devrimci geleneğin tamamen dışında, dahası karşısındadır.
Türk-İslam Sentezinin, sol-cumhuriyetçi-Kemalist kesimlere tezahürü, 90’lı yıllarda yaşanan katliamlar sonrası “ulusalcılık” ideolojisinin sahiplenilmesiyle açığa çıkmıştır. “Yurtseverlik bağlamında ulusu sevmek, ulus için çalışmak” anlamının ötesinde bir ideolojik kimliği olan ulusalcılık, ortaya koyduğu bu devlet gözlüklü siyaset okumasıyla saray yönetimini aklayan bir ideolojik sapmanın olağanlaşmasını ve meşrulaşmasını sağlamıştır. Sinan Oğan, Hulki Cevizoğlu, Mehmet Ali Çelebi, Doğu Perinçek ve diğerlerinin geldiği yer bunun açık ispatı değil mi?
Bu sağcılaşma trendi, sadece iç siyasete bakışta değil, bununla beraber dünyada olup bitenleri yorumlama konusunda da milliyetçi/faşist akımların aklanmasına hizmet etmektedir. Geçtiğimiz günlerde ilk turu tamamlanan Fransa seçimlerinde birinci parti olan ve adaylarından birinin Nazi işareti olan gamalı haçlı bir şapka takmasıyla gündeme gelen Le Pen liderliğindeki Ulusal Parti’den “anti-emperyalizm” ve “ilericilik” çıkmaz. Macaristan’da işçilerin çalışma süresini uzatmak için 2018’den itibaren vites artıran ve kanun taslağını ulusal meclise taşıyan Victor Orban’dan ilericilik çıkmaz. Neo-faşist gençlik hareketlerinden yetişen İtalyan Başbakanı Meloni’den ilericilik çıkmaz. Talihsiz olan dünyanın gittiği yönün bu listeyi uzatması… Örneklerin özü şudur: Önemli ve gerekli olmakla birlikte tüm siyasal analizi, Amerika ve NATO karşıtlığı üzerinden yapılandırmanın hiçbir stratejisi ve teorik derinliği olmamakla beraber sınıf mücadelesini esas alan bilimsel sosyalist bir perspektifle yakından uzaktan alakası bulunmamaktadır. Aksi bir tutum, İkinci Dünya Savaşı yıllarında dönemin en büyük emperyalist gücü olan İngiliz emperyalizmine karşı cephe açan Nazi Almanya’sını “ulusalcı”, “anti-emperyalist” görmeyi gerektirmez miydi?
Emperyalizm, dünya sınıf mücadelesinin 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan sınır-aşırı sömürü ve baskı aşamasıdır. Küresel kapitalizmin 2008 finans krizinden itibaren içine girdiği birikim modeli sıkışması, küresel göç hareketliliği ve 2019 pandemi krizi gibi kapitalist sistemin içerisine girdiği çoklu kriz dinamikleri anlaşılıp çözümlenmeden gerçekleştirilen bir emperyalizm tahlili, yukarıda özetlemeye çalıştığımız ideolojik sapmaların yoğunlaşmasına sebep olmaktadır. Sınıf mücadelesinden ve sınıf çelişkisinden bağımsız bir emperyalizm tahlili, ezen ulus-ezilen ulus ikiliğini esas alan retorik bir Galiyev okumasının sınırlarını aşamaz. Halbuki bir zamanlar eleştirisini yazdığımız tam da bu değil miydi?