Bir yerde küçük insanların gölgesi çok büyümüşse orada güneş batıyor demektir. Eğer, toplumun bir kesimi hırsız ve vurguncular için “çalıyor ama alnı secdeye değiyor” diyerek onların peşinden gidiyorsa, orada bir ahlaki çöküş, bir çürüme yaşanıyor demektir. Bir ülkede, en yeteneksiz, cahil, ahlaksız, adalet tanımaz, liyakatsız ve zübük kişilikler toplumun en tepesine yükselmiş, yalanlar ve düzenbazlıklarla ülkeyi yönetiyor hale gelmişse; yandaş bir prof, “Okuma yazma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor, ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum” diyorsa, o toplumun yaşam enerjisi, iyiyi, güzeli yaratma ve gelecek umudu, vatan ve insan sevgisi tükeniyor, yaşam güneşi batıyor demektir.
Toplumdaki baskın kişilik ve davranış biçimini, ikiyüzlü, tutarsız, gevşek, laçka, bencil ve güvenilmez karakter ve tavırlar oluşturuyorsa… Yanar dönerlik, fırıldaklık, yalakalık itibar kazanmanın, gemisini yürütmenin, işini gör(dür)menin ana yolu olmuşsa, bir manevi, ahlaki çöküntü içindeyiz demektir.
Nedeni ne olursa olsun, gençliğinin yüzde yetmişi ve bir ülkenin en nitelikli unsurları, ülkeyi terk etmeye ve başka ülkelerde iş bulmaya ve yaşamaya zorlanıyorsa… Devleti yönetenlerin etik olmayan ve haksız ve adaletsiz bir temelde kayırmacı, dışlayıcı, rüşvetçi uygulamaları olağan hale gelmiş, bu durumu eleştiren ve karşı çıkanlar, hakaret ve suçlayıcı söylemlerle dışlanıyorsa, vatandaşlar arasında derinleşen yurttaşlara ve geleceğe dönük bir güvensizlik, umutsuzluk, çaresizlik dalgası kabarıyor demektir. Ve bu, özellikle gençlikte yaygınlaşan uyuşturucu bağımlılığının temel bir nedenini oluşturuyor.
Şu yaşananları başka nasıl açıklamalı? Neredeyse her gün bir kadının yaşamına mal olan kadın cinayetleri; kocası, sevgilisi, kardeşi tarafından katledilen kadınlar; üstelik daha da akıl almaz ve canicesi, babanın, eş ve çocuklarını, 20’sinden 80’ine erkeklerin ana, baba, kardeş ve çocuklarını ayrım yapmadan katletmesi; ya da erkek bir aile bireyinin bütün aileyi kuşuna dizmesi, kimisinin katliamdan sonra intihara kalkışması… Bütün bunlar, akıl almaz büyük bir ruhsal çöküntüyü, cinnet halini yansıtmıyorsa nedir? Ayrıca vurgulayalım ki; her gün tanık olduğumuz bütün bu olaylar, çok daha derin, kapsamlı ve ürkütücü nitelikteki ruhsal çöküntü buzdağının sadece su yüzüne çıkabilen, görünen parçalarıdır.
Özetle, ülkemizin içinde yaşadığı vahim tablo, ulusumuzun yaşamsal var oluşunu tehdit etmeyen, geçici, yüzeysel önlemlerle, ağrı dindirici ilaçlarla kolayca atlatılabilecek hastalıklar değildir. Bu olgular, tıpkı kolonlanmış, genetiği bozuma uğratılıp ve kanserojenleşmiş organizmalar gibi, bir ulusun kendi doğasına, temel özelliklerine, değerlerine yabancılaştırılması, başkalaştırılması olayını göstermektedir. Neşter atılmadan, köklü, radikal çözümlere başvurmadan bunların aşılması olanaksızdır artık.
***
Daha da üzücü ve korkutucu olanı ise, bütün bunları gördüğü, yaşadığı, tanık olduğu halde, çözüm ve çıkış yolu için yeterli enerji ve çabayı üretemeyen aydın ve siyasetçilerdeki sorumluluk ve irade yetersizliği, çap ve ufuk yoksunluğudur. Çünkü böylesi dönemlerde toplumun kurtuluşu için gerekli, kendini topluma ve vatanına adayan, yüksek toplumsal idealler için bilgili, bilinçli, öncü ve tutkulu kişiliklere ihtiyaç vardır. Oysa potansiyel olarak böyle bir birikim yeterince var olsa da, çeşitli nedenlerle bu bilinç, tutku ve iradenin, direnen belli bir aydın ve halk kesimi dışında, etkili, değiştirici bir kuvvete dönüşmediği için sönmekte ya da zayıflamaktadır.
Gumilev’in deyişiyle, uygarlıkların ve halkların gerileme, dağılma veya çöküş dönemlerinde öne çıkan, sahte de olsa, “itibar” sahibi olmuş kişilikler, doğru ve haklı olanın, adaletin yanında değil, güç ve zenginliğin, bayağı arzuların, ahlakdışı haz arayışlarının, dönekliğin, yalanın ve ikiyüzlülüğün kaynağını oluştururlar. Onlar, büyük ozan Dadaloğlu’nun dediği gibi “Bin yiğidi bir kötüye kul eylemişlerdir.” Bunlar, toplumsal hiç bir ideali olmayan, günlük çıkarların peşinde koşmakla yetinen, yeri geldiğinde vatanını bile üç kuruşa satabilen bireyci, bencil, yalaka, fırıldak kişiliklerdir.
Emperyalist sistemin ve piyonlarının, “tüketim toplumu” masalıyla, varlıklarını sürdürebilmek için göz yumduğu, üstelik her gün yeniden üretip teşvik ettiği bu kirlenme, tıpkı doğa kirlenmesi gibi, sistemin medyası üzerinden bulaşıcı bir virüs gibi dalga dalga yayılıyor. Aç gözlü, bencil, şiddet tutkunu, hödük, trol, dalkavuk, yalaka, gösteriş düşkünü, laçka, müptezel, asalak ve yıkıcı bu tipler, ahlaki çürümüşlüğün belirgin örnekleri olarak toplumsal hayata yön vermeye çalışıyorlar.
Sözünü ettiğimiz cahiller, şarlatanlar ve zübükler saltanatında, bilge ve erdemli, ahlaklı ve ideal sahibi, tutkulu ve yaratıcı kişilikler, bastırılmış, aşağılanmış ve dışlanmışlardır. Üstelik üretken ve yaratıcı etkinliklerini sürdürmelerine bile yetmeyen büyük maddi sıkıntı içindedirler. Bilginin, gerçeğin, ahlakın ve adaletin temsilcileri, erdemli kişilikler, bu yüce değerleri topluma taşıma, anlatma, öğretme mevzilerinden adeta sürülmüşlerdir. Taocu felsefenin kurucusu Laozi’nin şu veciz sözü erdemin ve erdemsizliğin toplumsal rol ve itibar açısından nasıl yer değiştirdiği tam da böyle dönemleri anlatır: “Öyle insanlar gördüm ki sırtında elbise yoktu; öyle elbiseler gördüm ki içinde insan yoktu.”
***
Günümüz Türkiye tablosu, çağdaş ahlaka ve erdeme dayalı saygınlık ölçütlerinin tersine çevrildiği bir tablodur. Bu tablonun oluşmasında, milyonlarca emekçinin açlık sınırına itilmesi yanında özellikle orta sınıfların ve üst emekçi-memur kesimlerin hızla yoksullaşması ve hem nedeni hem de sonucu olarak bunun karşısında bir avuç vurguncu, mafyatik zenginin olağanüstü servet biriktirmesi, kanımca tayin edici bir olgudur.
Bir toplumda etik, estetik değer ve simgelerin yaratılması, üretilmesi ve yeniden üretilmesinde belirleyici toplumsal kesim, aydın ve sanatçıların da içinde yer aldığı orta sınıflardır. Özetle, orta sınıflar yoksulluk ve açlık sınırına sürülüp silinirken, bir tarafta aşırı zenginliğin yoğunlaşması, çöküş ve çürümenin belirgin işaretleridir.
Toplumsal uyum, hoşgörü, empati, sempati, paylaşma, konukseverlik gibi, çoğu ulusumuzun kültürel kodlarını oluşturan temel insani değerlerin hızla aşındığı bir büyük varoluş-yokoluş uçurumunun eşiğindeyiz. Orta sınıf katmanlarının çökmesiyle, bu tehlikeli kırılmayı oluşturan büyük gelir eşitsizliği uçurumunun iki tarafında da sağlıklı düşünen, davranan ve üreten insanlar giderek azınlığa düşmekte ve etkisizleşmektedir. Toplumun sağlığını koruyan dengeler ve uyum ögeleri ortadan kalkınca toplum kendine, özüne yabancılaşmakta, başkalaşmaktadır. Kuşkusuz devlete ve kurumlarını kene gibi yapışıp kamu imkanlarını emerek şişen ve aşırı zenginleşen aç gözlü, asalak azınlık, emperyalizme bağımlı kültürü, değerleri ve yaşam biçimiyle bütün toplumsal, ahlaki bozulma ve çürüme etkenlerinin en başında gelmektedir.
Bir yerde derin toplumsal eşitsizlik uçurumları oluşmuşsa, orada adalet de ahlak da yalanlara ve sahteliklere boğulmuş, yozlaşmış ve çürümüş demektir. Ve geleceğin, ulusun bekasının maddi ve manevi tohumları ya çürütülmüş olarak toprağa atılmakta, ya da o toprak, atılan tohumları çürütecek ölçüde kirletilmiş, zehirlenmiş durumdadır.
Toplumsal kriz; herkesin üretime yaptığı katkı oranında pay alması demek olan adil bir bölüşümün kabul edilebilir ölçüde bile gerçekleşmemiş olmasından kaynaklanır. Başka deyişle bölüşünün, sistemin devamlılığını asgari düzeyde sağlayacak ölçüde bile yapılmaması, egemen sınıf ve onun siyasal iktidarı ile halk arasında giderek derinleşen ve mevcut düzenin artık eski haliyle devam edemeyeceğini gösteren bir çatışmayı, hesaplaşmayı işaret eder.
Bütün adaletsizliklerin ve bunun sonucu ikiyüzlülüklerin, sahtekarlıkların temel kaynağı olan büyük gelir eşitsizliklerinin son biçimi olan kapitalizm çürümenin türlü biçimlerini tekrar tekrar üretiyor. Bu nedenle kapitalizm, onun en son biçimi emperyalizm sona ermeden insanlığı çürüten, kirleten, kendi doğasına yabancılaştıran unsurlar sona ermeyecektir.
***
Ülkemizde çürümeye yol açan birincil kaynak, hiç kuşkusuz yeni bir ortaçağa evrilen ve mafyalaşan emperyalist sistemin başat kültürel biçimi postmodernizmdir. Onun bizde aldığı ve estetik, etik anlayışları, davranışları, yaşam ve düşünce tarzlarını etkileyen yansımaları ve biçimlerdir. Bilim düşmanlığını ve akıldışılığı, sıradanlığı, bayağılığı, cehaleti, cemaatçiliği ve bireyciliğin en yozlaşmış, bozulmuş biçimlerini yücelten, ulusal kültür ve ulusal devlet karşıtı bu düşünce ve anlayış, tam bir çöküş ve başkalaşma kültürüdür.
Düşünce, sanat ve edebiyatta, “sosyalizmin sonu”, “gelecek ideallerinin sonu” teorilerine koşut olarak geliştirilen ve yaygınlaşan, dis-ütopyacılık, yani ters ütopyacılıktır. Bu bir çöküş, alçalış, dağılış ütopyasıdır, ceset ve çöplük severliktir, kısacası ölümseverliktir. Batı toplumlarında gelecek umudunun yitirilmiş olması, “tarih yoktur, geçmiş ve gelecek yoktur, anı yaşa, gününü yaşa” diyen Nietzsche’nin en popüler flozof olarak Marks’ın yerini alması bu çürüme ve çöküş ruh halinin en çarpıcı olgusudur. Çünkü, en kötü durumdaki toplumlarda bile yarına, geleceğe dönük bir umut, iyimserlik ya da ütopya varsa, o topklumun yaşama şansı vardır.
Kültürel olarak bir “deneyim”, “renk, çeşitleme ve günlük yaşam zenginliği” olarak en bayağı hazları, pornoyu, sübyancılığı, eşcinsel ilişkileri öneren ve yücelten Foucault, Nietzsche’den sonra bu disütopya kültürünün en popüler kuramcısıdır.
Ne üzücüdür ki, emperyalizmin sosyal demokrat ve muhafazakar uzantıları ve kültür, sanat programları, bu emperyalist kültüre karşı çıkmadığı gibi, aksine ideolojileri ve siyasal çıkarları gereği neoliberalizmin tezgahında yozlaşmış ve kirletilmiş bir “yenilik”, “çağdaşlık” “demokrasi”, “çoğulculuk”, “otorite ve darbe karşıtlığı” soslu söylemlerle postmodern kültürü yücelten, yaygınlaştıran bir tutum izlediler.
İkincil kaynak, siyasal İslamcı ve mafyatik karşıdevrimin çağdaş Cumhuriyet kültürünü tasfiye edip kendi kültürel iktidarını kurma çabasıdır. Toplumun doğasına, otantik, kültürel dokusuna karşıt bu müdahale sonucu, ister dindar veya muhafazakar, ister laik ve çağdaş, kişiliklerde ciddi bir deformasyon, kirlenme, insani ve ahlaki yozlaşma yaşandı.
Kuşkusuz sözkonusu iki etkenin Cumhuriyet kültürünü yıkma temelinde birbirini tamamlayan, yer yer iç içe geçen işlevi tarihimizin en önemli gerçekliğidir.
Bu hesaplaşmada ne Cumhuriyetçilerin, ne de karşıdevrimcilerin kazandığı bir denge durumu oluşmuştur. Denge durumu, çok yönlü ve kapsamlı biçimde, aynı zamanda kişilik bölünmesinin, ikiyüzlülüğün zirve yaptığı bir kaos zemini yaratmaktadır. Denge ve kaos durumları uzadıkça manevi yıkıntı, yozlaşma unsurları daha da artmaktadır.
İktidardaki sahte İslamcılar, bir yandan faiz karşıtlığı yapan, kadının ikinci sınıf gören, çok kadınla evlenmeye doğal kabul eden tutum ve uygulamalar gösterir, hilafetçilik söyleminde bulunurken, öte yandan toplumda, çağdaş, laik, akılcı, tarikat ve şeriat karşıtı baskın bir kültürün varlığı ve güçlü bir direnç göstermesi, onları çifte standartlı ve ikiyüzlü davranmaya zorlamıştır. Bu mecburiyet, zaten kültür olarak buna hazır olan bağnaz, fanatik ve muhafazakar taraftarında, yukarıdan pompalanan kısa yoldan zengin olma tutkusuyla birleşince, ikiyüzlülüğü, fırıldaklığı, şarlatanlığı, sinsiliği ve yalakalığı günün itibarlı “ahlaki” davranış biçimi olarak meşrulaştırdı ve yaygınlaştırdı.
İktidarın önemli bir bileşeni olan, sınıfsal çıkarları konusunda son derece duyarlı, iyi koku alan, tek ideali “malı götürmek” olan muhafazakar sağın kodaman kesimleri Türkiye’de ahlaki yozlaşma ve çürümenin en temel, en “üretken” (!) unsurlarıdır. Yerli gericiliğin en önemli, en köklü sınıfsal temelini oluşturan bu kesim, hem Cumhuriyetçi, Atatürkçü görünüp, hem de alttan alta, onu yıkmak isteyen emperyalizm ve siyasal İslamla işbirliği yapan bir siyaset ve kültürü temsil ediyorlar.
***
Diğer önemli etken, bütün bu yozlaşma ve çürümenin, yükseltici, taşıyıcı ve çoğaltıcı mekanizmasını oluşturan yeni iletişim teknolojileridir. İletişim araçlarının bizdeki yıkıcı ve yozaştırıcı etkisi, tarihsel ve toplumsal doku uyuşmazlığından kaynaklanan çok önemli bir ruhsal patolojik sorunun önemli bir kaynağıdır. 1980’lerde neoliberal ABD projesini birebir uygulamaya çalışan Özal, Türk toplumunun gelişme dinamikleri, eğitim düzeyi, bilgi birikimi birey merkezli Batılı yaşam standartlarında bir tüketim kültürüne henüz hazır olmadığı, hazır olsa da ulusal-kültürel değerleri açısından asla kabul etmeyeceği halde bu küreselci projeyi Türkiye’ye dayattı.
Türkiye’nin ekonomik gelişme düzeyi, gerçek anlamda, yani nüfusun yüzde doksanını oluşturan emekçilerin ve orta sınıfların istikrarlı ekonomik gelir düzeyleri açısından, en önemlisi de iletişim teknolojilerini kendinin ve ülkesinin yararına akılcı ve bilinçli kullanma birikimi açısından henüz hazır olmadığı bir gerçekti. Ama küreselleşme projesi gereği, Anadolu’nun en ücra köşesindeki köylü vatandaş, önce televizyon sonra cep telefonuyla tüketim budalası yaratma sistemine bağlandı. Bu tüketim manyaklığı öyle bir trajikomik hal aldı ki, “ayranı yok içmeye, atla gider sıçmaya” noktasına gelindi. Bugün ise, toplumun en cahil kesimleri yanında gençlerin internet ve cep telefonu üzerinden ülke ve toplum gerçeklerinde ciddi bir kopuş yaşaması sonucu, biraz kafası çalışmaya başlayanlar, “Biz bu naneyi niye yedik?” diye düşünmeye ve sorgulamaya başladı.
Hiç kuşkusuz, hem emperyalizm hem de yerli ortaçağ güçlerinin çürümüş, zehirli hücrelerinden beslenen yukarıdaki Türkiye tablosunda baskın rol oynayan hormonlanmış, kanserojen hücrelerin ve dokusu bozulmuş organizmanın yeniden eski sağlıklı, canlı ve üretken konumuna gelmesi, köklü, devrimci bir operasyon ve dönüşüm sürecini zorunlu kılıyor. Bu devrimci dönüşümü ve kültürel, ahlaki arınmayı sağlayacak toplumsal ve düşünsel dinamikler ülkemizde yeterince vardır. Yeter ki, bu büyük ve zengin birikimi devrimci bir kuvvet merkezinde birleştirecek öncü bir irade ortaya çıksın.