Evine hırsız giren Nasrettin Hoca, komşularının, niye kapını iyi kilitlemedin, niye yeterli önlem almadın eleştirilerine ve suçlamalara dayanamaz ve “Yahu hırsızın hiç mi suçu yok” diyerek isyan eder. Günümüzde ise bu sakat mantık çok daha acımasız, izansız ve insafsız işliyor. AKP İzmir Bayraklı Belediye Meclisi üyesi Latif Aydemir’in, kadın cinayetleriyle ilgili “öldüren kadar ölen de suçlu” açıklamasını nasıl yorumlamalı. Bu hangi insani mantığa sığar? Bunun ardında, aslında ölenin daha suçlu olduğu inancı ve iması yatmıyor mu? Her yanıyla ahlaksızca bir zorbalık kokan ve bütün kadın katili maganda ve canilerin avukatlığına soyunan bu hoyrat ve küstah tavır, Cumhuriyet kadınları için “fahişe” deyip “katli vacip” fetvaları veren yobaz zihniyetin talimatlarını yerine getirmiyor mu?
Köle ruhlu, bu zavallı kişiliğin sözleri, kesinlikle bireysel bir düşünce ve tepkinin çok ötesindedir. Öncelikle hemen belirtelim; gerici-yobaz güruhun ortak düşünce ve niyetlerine bire bir tercüman olduğu kesindir. Kadını ikinci sınıf ve köle olarak gören, onu aşağılayan Cumhuriyet düşmanı ortaçağ kültürünün çarpıcı bir dışa vurumudur. Yukarıda “köle ruhlu” demiştim; kadını, söz, itiraz, düşünce hakkı olmayan, erkeğin hizmetçisi, kölesi, cariyesi olarak gören, aksi halde onların dayağı da ölümü de hakettiğini bilincinin gerisinde bir idam sehpası gibi taşıyan bu kafa, kendisi de daha güçlü birinin kölesi olmayı kabul ediyor demektir.
Osmanlı ortaçağının efendi-kul ilişkilerini diriltmeye, hortlatmaya çalışan İhvancı, tarikatçı çevrelerin temel ideolojik-kültürel yapısından söz ediyoruz. Aynı yobaz mantığı ruhunda barındıran, belki daha derin ve gizli köşelerde koruyup besleyen bu anlayış, zaman zaman gerçek niyetini açığa vuran söylem ve tepkilerle kendini ele verse de, günlük toplumsal hayatın dayattığı siyasal taktikler gereği ikiyüzlü bir biçimde asıl amaçlarını gizlemeye çalışmakta. Ancak daha da yükselen ve artan kan dondurucu kadın ve çocuk cinayetleriyle yaşananlar, bütün kahrediciliği, acımasızlığı, vicdansızlığıyla ortada; ve mızrak çuvala sığmıyor. Sivri ve çatal dilli sözcüleri ise, her gün en az bir kadın ve kızın katledildiği cinayetlerle ilgili demagojiler, yalanlar üreterek, laf canbazlıkları yaparak derin bir vicdansızlık ve ahlaki kepazelik sergilemeye devam ediyorlar.
Saray ve Diyanet korumalı bu ipini koparmış ve küstahlaşmış yobaz zihniyetin elebaşılarına göre; “açık saçık giyimli”, çağdaş düşünce ve yaşam tarzındaki, kendini erkekle eşit gören, kişilikli, kendine güvenen, söyleyecek sözü ve itirazı olan, bütün bunların mücadelesini veren kadın ve kızlarımıza onurlu duruş ve tavırları yüzünden saldıran, sarkıntılık edip sataşanlar kadar, sözde onları “tahrik ettikleri için” kadın ve kız çocuklarımız da suçlu oluyor!… Üstelik kadınlar, kendilerini erkekle eşit görmekle “dini kurallara”, “adaba” uymadıkları için daha da suçlu ilan edilebiliyor.
***
Burada, çok daha önemli bir toplumsal ve kültürel kirlenme, dahası şizofren ve piskopat saldırganlar üreten derin bir çürüme bataklığı sözkonusudur. Bu derin çürümenin ürettiği saldırgan ruh hastalığını iki tür uyuşturucunun tetiklediğini söyleyebiliriz: Birincisi, samimi dindarlıkla ilgisi olamayan sahte dindar İhvancı, tarikatçı yobazlıktır. İkincisi ise, çürüyen Batı’nın ürettiği, sağaltıcı hiç bir işlevi olmayan ve bilinçli olarak emperyalist sistemin haksızlıklarına vatansever direnme potansiyeli taşıyan gençliği toplumsal sorunlarla ilgilenmekten uzaklaştırmak ve apolitikleştirmek için üretilen uyuşturucu ilaçlar, haplar, eroin vb’dir. Bir ucu emperyalist kültüre, diğer ucu ortaçağın mafya-tarikat kültürüne bağlı bu canilerin ortak özelliği ise, kadının hayır deme, itiraz etme, özgür ve bağımsız olma hakkını tanımamaları, onları her dediklerine boyun eğen ikinci sınıf insan olarak görmeleridır. Hiçbir gerçek aşık, gerçek seven, -ruh hastası da değilse- sevdiği kadını, itiraz ettiği, karşı çıktığı, ayrılmak istediği ya da bu süreçte hakaret de içeren en ağır sözler söylediği için öldürmez, öldüremez.
Onların en hoşgörülü olanlarına göre bile, kadının bütün yaptıkları Havva’dan kaynaklıdır ve şeytancadır; güvenilmezdir, her an insanı, yani adamı, erkeği günaha sokar!.. Kadını köle olarak, cinsel meta olarak gören bu çağdışı mantığa göre, “açık saçık” giyimiyle, “rahat” davranışıyla “erkeği tahrik etmekte”, ve erkek de “doğal erkeklik duygularıyla” doğal olanı yapmakta!… Yani erkeğin, cinsel malzeme, ekilecek toprak, doğacak çocukların bakıcısı bir unsur olma dışında bir değeri olmayan kadına karşı bütün yaptıkları doğaldır, meşrudur, haklıdır!… Öldürse bile elbette bir nedeni, bir hikmeti vardır!..
Ortaçağın efendi ahlakına dayalı ailenin temsilcisi erkek, kadına karşı ne yaparsa yapsın, küçük, önemsiz kusurlar dışında haklıdır!… Kölecilik çağlardan bu yana baskıcı, egemen sınıflar ve kişilerce kuşaktan kuşağa devralınan, yeri geldiğinde canileşen bu acımasız ve zalim düşünce, bütün kadın cinayetlerinin gerisindeki asıl şifredir. Sözkonusu bataklık ve çürük kokan düşüncenin bir soğan gibi kabuğunu, katmanlarını soyup çekirdeğine, bilinçaltına ulaştığınızda orada bu düşünce ve inancın bütün vahşi, kaba, hayvani niteliğiyle saltanat sürdüğünü açıkça görürsünüz. Ama çağdaş, Cumhuriyetçi kamuoyunun büyük tepkisi nedeniyle, bugün, öldüren erkekle öldürülen kadın -lûtfedilip- eşit suçlu ilan ediliyor?!..
Mağaradan boşanmış bu iğrenç, acımasız cinayet ve zorbalıkların çağımızdaki en öğretici, en veciz açıklaması şudur: Bütün devrimler kadınları özgürleştirmiş, onların can güvenliğini sağlamıştır; bütün karşıdevrimler ise, ülkemizdeki 22 yıldır uygulandığı gibi, kadını baskı altına almış, köleleştirmiş, aşağılamış ve onların acımasızca katledilmesine zemin hazırlamıştır.
***
Kadını köle olarak gören, bu nedenle onu öldürmekte ahlaki bir sakınca görmeyen cani ruhun köklerinin nerede olduğuna ilişkin zihinlerdeki bazı soru işaretlerini gidermeye çalışalım. Köklerin Türk tarihinde, Türk töresinde ve geleneklerinde olmadığı açık ve kesin. Çünkü, köleci bir evre yaşamayan Türklerin kültürel genetiğinde kadın ve erkek eşitliği görünüşte değil özde benimsenmiştir. Fars ve Arap kültüründen etkilenme olsa da, sözkonusu kültürel genetiği fazla değiştirememiştir. Bunun en çarpıcı göstergesi, somutlaşmış biçimi Alevi-Bektaşi kültürüdür. Aynı gelenek, Türklerin kitleler halinde benimsediği Hanefi inancında da büyük ölçüde görülür. Gerçek özüyle, sahteleştirilmemiş, çarpıtılmamış Türk kültürü ve töresiyle yetişen bir erkek, mazluma, kadına ve çocuğa el kaldırmayı, şiddet kullanmayı, hele öldürmeyi asla düşünmez; bunu zul sayar, alçaklık, şerefsizlik olarak görür. Bugün büyük bir kirlenme ve yozlaşma yaşansa da, bu çürüme sürecine karşı direnen kimliğin önemli bileşenleri olan ve daha çok erkeğe özgü Alplik kültüründen kaynaklanan mazluma, kadına ve çocuğa el kaldırmamak yiğitlik ve mertliğin bir gereğidir.
Peki o zaman bu kadın kıyıcılığının kaynağı nerede? Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin temsil ettiği İslamda mı? Kesinlikle hayır. Evet, bu kökler, İslam öncesi, cahiliye döneminin Arap kültüründedir; daha doğrusu ve sistemli biçimi, onu besleyen Ortadoğu’nun, Mısır, Yunan, Roma’nın köleci kültüründedir. Yunan ve Roma uygarlıklarında kadın, statü ve haklar açısından gerçek anlamda köleydi. Günümüzde mizahi bir deyiş olan “Roma tipi barış”, ailede kadının -ve çocuğun- erkeğe kayıtsız şartsız boyun eğmesi anlamındadır. Çok iyi bildiğimiz gibi, Mısır, Yunan, Roma, Finike, Kartaca gibi köleci Akdeniz uygarlıklarının mirası olarak, İslam öncesi Arap kültüründe kadınlar köleydi, cariyeydi, onların bir hayvan kadar bile değeri ve hakkı yoktu. Bu nedenle kız olarak doğan çocuklar diri diri toprağa gömülüyordu, ya da köle olarak satılıyordu. Ne var ki bu köleci kültür, modern çağın bilimi ve aklı yücelten kültürüne ve kadın ve erkeğin eşitliğine karşı çıkan Vahabilik, Selefilik ve onların türevi İhvancılık ve tarikatlarla yeniden canlandırıldı. Amerikancı “Yeşil Kuşak” ve “Ilımlı İslam” projeleriyle adım adım, halka halka toplumumuza taşındı.
Bütün bu Vahabi, Selefi, İhvancı İslamının kaynağında, dinde siyaseti meşrulaştıran, yani devleti şeriatla yönetmeyi ilke edinen ve feodal aristokrasinin çıkarlarının hizmetine veren, buna göre İslamın özünü çarpıtan Emevi İslamı vardır. Hz. Muhammed ve Ali’nin silaha sarılması, İslamı doğarken boğmak isteyenlere karşı nefsi müdafaya dayanıyordu ve zorunlu olarak yaşama hakkı için düşmanın yöntemi olan şiddete şiddetle karşı koymayı içeriyordu.
Emeviler ise, İslamın doğuşundaki bu zorunlu silaha başvurma gerçeğini, feodal aristokrat bir efendiler sınıfının şiddet yoluyla yayılmak, geniş topraklarda ekonomik-siyasal egemenlik kurmak ve bu ayrıcalıklı azınlık aristokrasisine karşı direnen Abuzer gibi gerçek Müslümanları ve halkı sindirmek için İslamın tam karşıt amaçla kullandılar ve onu kirletip yozlaştırdılar. Türklerin önce Emevici İslama karşı direnişi ve sonra Ahmet Yesevi’nin Şaman kültürü ile İslamın özünü sentezleyen yorumuyla kitleler halinde İslamlaşma sürecinde yaşanan iki farklı yaklaşım, gerçek İslamla sahte Emevi İslamı arasındaki bu karşıtlığı bütün yönleriyle açıklamaktadır.
***
Kalem ile silahı, akıl ve düşünce ile şiddeti, daha doğrusu düşünceye, söze karşı şiddeti çıkarmayı haklı gösteren bir yaklaşım, en azından Göktürklerden bu yana yaklaşık 1500 yıldır kabul görmedi, ya da ahlaki bulunmadı. Yasalar ve hukuk dışında “Öldürmeyeceksin” ilkesinin, en azından İslam coğrafyasında, herkes için geçerli bir şekilde yaklaşık binbeşyüz yıldır uygulandığını biliyoruz. Bu ilkeyi kendi töreleriyle uygulayan Göktürklerle aynı çağda doğan ve yükselen İslam kurucularının felsefesinin, ona kaynaklık eden Musa’nın ve İsa’nın felsefesinin de temelinde, “Öldürmeyeceksin!… Çalmayacaksın!… Yalan söylemeyeceksin… Riyakârlık yapmayacaksın” ile başlayan temel ilkeler vardır.
Butün bu tarihsel birikimin insanlığın etik ve hukuk ilkelerine yansıttığı temel kabul ve anlayış, içeriği ne olursa olsun, isterse en ağır hakaret olsun, hiçbir düşünce, söylem ve tavrın, şiddetin ve öldürmenin asla haklı gerekçesi olamayacağını altını çize çize vurgular. Sözün karşılığı sözdür. Şiddetin karşılığı ise, eğer devletin, kamu gücünün koruyuculuğu yoksa, ancak yaşam hakkını savunma anlamında, şiddet olabilir. Sözün, düşüncenin karşısında şiddete başvurmak, öldürmek tam bir acizlik, zavallılık, uygarlaşmamış insana özgü vahşettir, canavarlıktır ve insan onurundan yoksunluktur. Kişilik yoksunluğunun başka ifadesi olan aşağılık kompleksinin çukurunda debelenmeyi “delikanlılık”, “erkeklik”, “namus” gösterileriyle gizlemeye çalışmaktır.
Kuşkusuz bu hastalıklı ve zorba kişiliğin arkasındaki ideoloji, haksız, gerici, haksız olarak elde ettiği maddi ve toplumsal-siyasal ayrıcalıkları korumaktır. İnandırıcı hiç bir seçeneği olmadığı için de, şiddete baş vurmayı meşru görmektedir. Çünkü insanlığın tarihsel gelişimi içinde gününü dolduran, geliştirici, özgürleştirici işlevini, ahlaki özünü yitiren bütün ideolojiler ve onların meşrulaştırdığı davranışlar gericileşir. Varlığını sürdürmenin tek aracı olarak baskıya, şiddete, katliamlara başvurur. Üstelik bunu yaparken, tarihteki bütün gerici ve despotların kullandığı paslanmış düşünsel ve maddi silahlara başvurmaktan çekinmezler.
***
Burada, sırat köprüsü inceliğinde ve oldukça karmaşık etkenler içeren bir durum var. Bilinçli ve organize ideolojik ve siyasal nitelikli olanlar ile aynı kültürden beslenen ama siyasal ve örgütsel bir bağ olmaksızın kendiliğinden gerçekleşen şiddet ve cinayetler arasındaki önemli farklılıklar ve birbirine geçişler sorunudur bu. Özellikle aile içi ve dışı cinayetlerin arkasındaki kişiliklerin anatomisine baktığımızda, toplumumuzdaki derin çözülme, çürüme ve insani yıkımı yansıtan çok çarpıcı ve ibret verici sonuçlara varıyoruz. Bu katil tipler ya da intiharlar, gelecek umudunu, topluma, insanlara ve çevresine güvenini, dolayısıyla kendini olumlu yönde değiştirme iradesini yitirmiş, topluma ve kendine düşman halegelmiş, dolayısıyla kendi içinde uyumlu, tutarlı ve dengeli olma durumundan yoksun, kaos içinde, parçalanmış bir ruh haline sahip kişiliklerdir.
Biri bilinçli ve planlı, diğeri kendiliğinden ve biliçsiz ama egemen ideolojik ve siyasal iklimden cesaret ve kapalı onay alarak ortalığa salınan ve şiddete tapan insan tipleri, ciddi ve önlenmesi giderek zorlaşan bir toplumsal sorun oluşturdu. Özellikle geçtiğimiz yirmi yılda derinleşen ekonomik krizle birlikte açlık ve sefalete itilmişlik, her alanda yaşanan adaletsizlik, Batı kaynaklı ve ulusal kültür dokumuzla kesinlikle uyumsuz yükselen bireycilik ve bencillik ahlaki çürümeyi derinleştiren diğer temel etkenlerdir. Yarı köylü yarı kentli, ne doğanın eğittiği saf ve temiz ruhlu köylü, ne modern yaşamın hümanist, akılcı ve demokratik değerleriyle eğitilmiş kentli!.. Köylülüğün, içi dışı bir, alçakgönüllü, bilgiye karşı saygılı tutum ve ruh halinden, kentleşmenin içi dışı farklı, ince oyunlara ve düzenbazlıklara heveslenen, işine geldiğinde saflığa yatan, işine geldiğinde hile ve oyunlara başvuran, ne kentli ne köylü, ne samimi dindar ne laik, yani kendi içinde tutarlı ve barışık olmayan katmanlaşmış bir ruhsal yapıya sahip bu tip, şu anda toplumumuzun en başat ve tehlikeli, en sorunlu karakteridir. Cehalet ve hödüklük itibar gördükçe daha da saldırgan ve pervasız olmaktadır.
Düşünün ki, son kırk yılda emperyalist piyasacı proje ve planla hızlı, yığma bir “kentleşme” kurbanı olan kitlelerin, kentleşmeden çok büyük kentlerin varoşlar deposuna doldurulduğu ve kentleri azmanlaşmış köylere dönüştüren bu ucube, çarpık toplumsal yapı, son yılların yıkıcı, çökertici ekonomik-toplumsal krizi ile birlikte tam bir kriminal suçlar üretme yatağına dönüştü. Kadının erkekle her alanda eşitlendiği çağdaş aklı, vicdanı, laik, hoşgörülü bir kent kültürünü henüz özümseyememiş, ama sözde kentli ilan edilmiş, üstelik Büyükşehir ile birlikte kangrene dönüştürülmüş kimlik kaosu ve bunalımı içindeki, yer yer kişilik parçalanması yaşayan bu büyük kitle, geniş bir yelpazede nüfusun yüzde 50’lerine varan bir kesimini içermektedir.
Sonuç olarak; eğer bir toplumda ekonomik-toplumsal büyük adaletsizliklerin yanında insan da kirlenmiş ve çürümeye başlamışsa, orada olağan, günlük, sıradan çözümler artık çare değildir. Türkiye tam bir toplumsal ve kültürel çözülme ve çürüme yaşarken, aynı zamanda mafya ve uyuşturucu baronlarının cirit attığı tam bir suç üretme ve ortalıkta cirit atan caniler bataklığına dönüşmüştür.
İnsanların can güvenliğinin olmadığı, ruhsal hastalıkların hızla yaygınlaştığı böyle bir toplumsal-siyasal yapıya direnmek en başta insani-ahlaki bir görevdir. Bu, aynı zamanda doğal insani ve ahlaki değerleri korumak için de yaşamsal önemdedir. Üstelik böyle çürümüş bir organizmayı sağlığına kavuşturmanın da biricik yolu, radikal, köklü toplumsal, kültürel değişim ve dönüşümlerden geçmektedir. Nasıl, bazı hastalıklar ilaçla tedavi edilemiyor ve ancak cerrahi bir neşter gerektiriyorsa, aynı müdahale toplum için de geçerlidir. Bunun adı ise, toplumsal, siyasal bir devrimdir.