THE GREAT DEBATERS / MUHTEŞEM MÜNAZARACILAR
Bu haftanın Sinemada Eğitim yazısı “Öğretmen Sadece Öğretmen Değildir!”i, aynı özel eğitim kurumunda, aynı sosyal duyarlıkların verdiği rahatsızlıkla 10 yıldan fazla birlikte çalıştığımız, ülkemizin Prof. Tolson’larından birine, sevgili branştaşım İzzet KORKMAZ’a ithaf ediyorum. Bizi erken terk ettin, seni bugün başka bir mekana uğurlarken, geride bıraktığın, sadece iyi bir öğretmenliğe değil, iyi bir dostluğa, iyi bir insanlığa da ait olan değerlerle övünüyoruz…
Wiley Kolej’de bir profesörün vurgulu motivasyon konuşması, dinî ayinde Tanrı’ya yakaran içli bir ses, aşkla dans edilip şarkı söylenen bir şölen ve yolcu otobüsünde kameranın zumladığı bir genç kız. Üst üste bindirilen bu dört planla açılıyor Muhteşem Münazaracılar’ın perdesi. Planların ortak özelliği ise öznelerin Afroamerikan olması. 1935 Teksas’ı: Wiley Kolej, siyahî öğrencilerin bir okulu; şölen, siyahîlerin eğlendikleri bir mekân; Tanrı’ya yakaran ses bir siyahîye ait ve otobüste kameranın zumladığı genç kız da siyahî. Amerika’nın Sahra altı Afrika kökenli, ikinci sınıf vatandaşları yani.
Çoğu kölelik döneminden geçmiş, Afrikalı esirlerin soyundan geliyor; soyları Karayipli, Orta Amerikalı ya da Güney Amerikalı uluslara dayananlar da var. Atalarının yaşadıkları acıları genlerinde taşıyorlar. Köle sahibi Charles Lynch ve William Lynch kardeşlerin, adlarını “Linç” sözcüğüne verecek denli acımasızlığını nasıl unutsunlar? Kölelik bitmiş, ama hâlâ itilip kakılıyorlar. Afrikalı Amerikalılar, Avrupalı Amerikalılara göre her zaman daha aşağıda ve gelir kaynakları daha az. Toplu taşım araçlarına binebiliyorlar, ama en arkada oturmak kaydıyla; okuyabiliyorlar, ama beyazlarla aynı okulda değil, kenar mahalledeki kendi okullarında! 1990’ların başında Körfez’e Çöl Fırtınası’yla “demokrasi” ihraç ederken bölgemizi kan gölüne çeviren ABD’nin 1930’lu yıllardaki “demokrasisi” bu!
2007 ABD yapımı The Great Debaters, (Büyük Tartışmacılar, daha çok bilinen Türkçe adıyla Muhteşem Münazaracılar) işte bu “demokrasi”yi Robert Eisele’in ustaca örülmüş senaryosuyla taşıyor beyaz perdeye. Yönetmen ve başrol oyuncusu Denzel Washington; eğitimci, şair ve aktivist Melvin B. Tolson’un gerçek yaşam öyküsüyle, Afrikalı Amerikalıların var olma, kendilerini gerçekleştirme mücadelesini ve gerçekliklerini beyaz adamın yüzüne bir tokat gibi çarpıyor.
Prof. Tolson, okulun ilk gün sınıfa fişek gibi girip masanın üstüne fırlıyor ve Afroamerikan şair Langston Hughes’in “Övgü” şiirini okuyor. Melih Cevdet Anday çevirisiyle şöyle:
“Ben, en esmer kardeşiniz.
Misafirler geldiği zaman
Mutfağa dehliyorlar yemekte beni.
Ama ben buna gülüyorum
Karnımı doyuruyorum güzelce
Büyüyüp kuvvetleniyorum.
Yarın
Masanın başına geçip oturacağım
Misafirler geldiği zaman
Kimse cesaret edip de
“Hadi sen mutfakta ye”
Diyemeyecek.
Bir hoş görüverecekler yanlarında beni
Utanacaklar da…
Ben de Amerika’yım.”
Hughes gibi doğum kaydı bile tutulmamış daha birçok siyahî şair, düşünür ve siyasinin bu dizelere yansıyan özlemi, duygu ve düşüncesi filmin merkez temasını oluşturuyor.
Prof. Tolson; Wiley Kolej’de eğitim eşitliğinden yararlanamayan öğrencilerinde farkındalık yaratmak, onların gelişimlerine katkıda bulunmak, daha önemlisi toplumsal ve siyasal eksende Afroamerikanların “Ben de Amerika’yım!” iddiasını kabul ettirmek amacıyla, okullar arası münazara yarışmalarına katılmak üzere bir tartışama grubu kuruyor. Grup önce diğer siyahî Amerikalıların okudukları okullarla yarışmalara katılıyor. Ekibi Bay Tolson yönetiyor ve savunacakları argümanları o hazırlıyor: “Münazara kan sporudur, bir savaştır, silah yerine sözcükleri kullanırsınız!”
Gerçekten de kameranın arkasındaki “savaşçı” yönetmen Denzel Washington, kamerayı bombardıman altındaki bir savaş muhabiri gibi öyle hızlı hareket ettirmese, sanki kameranın önünde bir “savaşçı” kadar hızlı hareket eden oyuncu Denzel Washington’u kadraja alamayacak! Film saniyede 24 değil, 48 kare akıyor adeta. 126 dakikanın Albert Einstein’in özel görelilik kuramını kanıtlarcasına çabuk geçmesine bakarak, filmin bir kare bile sarkmadığını ekleyebiliriz.
Münazara takımının ödüllü oyuncuları da öyle, filmin ritmine uyumları övgüye değer. Prof. Tolson’da Denzel Washington, Samantha Booke’de Jurnee Smollett-Bell, Henry Lowe’de Nate Parker, James Farmer Jr.’de Denzel Whitaker, Hamilton Burgess’de Jermaine Williams ve Dr. James Farmer’de Forest Whitaker… NAACP’tan (Siyahî İnsanların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik) 2008’de En İyi Erkek Oyuncu’dan En İyi Kadın Oyuncu’ya, En İyi Film’den, En İyi Senaryo’ya, toplam 7 ödülü boşuna almıyor film.
Hikâyeye dönecek olursak Prof. Tolson, aynı zamanda Amerikan İşçi Sendikaları Fedarasyonu’na bağlı Ulusal İşçi İlişkileri Komisyonu adına çalışıyor. Irk ayrımcılığının emekçi cephesini bölmesine engel olmak, işçileri sendikalaştırıp hak arama mücadelesini merkezileştirmek için akademik kariyerini tehlikeye düşürecek gizli toplantılara katılıyor; tutuklanıyor, şehir dışına çıkması yasaklanıyor, okul yönetimince uyarılıyor…
İlk münazara Paul Quinn Üniversitesi’nde yapılıyor. Rakip takımın argümanı, “Ekonomik kriz sona erdiğinde, işsizlik yardımına da son verilmelidir.” Bizim takım için son derece kolay geçilecek bir tezdir bu. Ne yani, insanlar çalışacak iş bulamayınca sırf ekonomi yaşasın diye açlıktan ölsünler mi? Bireyler topluma verdikleri ölçüde toplumdan istemeyecekler mi? Ve münazarayı kazandıran kanıt, “Çocuğunu besleyemeyen yoksul bir annenin gözlerindeki bakışlar!”dır.
Münazara takımının yarışmacıları böyle böyle sözcüklerin gücünü keşfediyor, keşfedince dışlanmışlıklarını, hor görülmüşlüklerini zorla giydirilen bir giysiyi soyunur gibi çıkarıp atıyorlar üstlerinden. Yarışmada kazanılan sadece bir münazara değildir; derin bir özgüvendir de aynı zamanda! Arkası çorap söküğü gibi geliyor; münazara meydan savaşlarında, siyahî öğrencilerin okuduğu birçok okulu mağlup ediyorlar. Kupalar alıyorlar, yerel basın onlardan söz ediyor, gazetelerde resimleri eşliğnde haberleri çıkıyor… Prof. Tolson, artık beyazlarla karşılaşmak istiyor. Onlara siyahîleri kabul ettirmenin bir yolu olarak görüyor bu tartışma yarışmalarını. Birçok üniversiteye yarışma isteklerini bildiren mektuplar yazıyor.
Çağrıya Oklahoma Üniversitesi olumlu yanıt veriyor ve Afroamerikan takımı, ilk kez beyaz Amerikalılardan oluşan münazara takımıyla yarışma olanağı buluyor. “Süt çocukları” onları kampüslerine kabul etmiyor, ama olsun kampüs dışında bir yerde de yarışabilirler. “Basamaklar birer birer çıkılacaktır!” Bu onlar için kendilerini kanıtlamak, kabul ettirmek mücadelesinde çok önemli bir fırsattır; mutlaka kazanmalıdırlar. Ama o da ne? Takımda bir çatlak var: Burgess’in babası, oğlunun komünist bir hocanın ekibinde yarışmasına karşı çıkıyor ve Burgess yarışmadan çekiliyor.
Oklahoma münazarasında bizim takımın argümanı, “Zenciler eyalet üniversitelerine kabul edilmeli.”dir. Çünkü zenciler bu toplumda bir renk değil, toplumun yapıtaşıdır, örnek mi, istemediğiniz kadar… Rakip, kabul ediyor tezimizi, ama kocaman bir “amaaaa”sı var! Diyor ki, “Amaaaa ne yazık ki o gün bugün değil!” Ekibe avukat olma sevdasıyla katılan, filmin başındaki otobüste kameranın zum yaptığı Samantha Booke noktayı koyuyor: “Devlet beyaz bir çocuğa eğitimi için şu anda renkli bir çocuğa harcadığından beş kat daha fazla harcıyor. Rakibim bunun bir utanç olduğunu kabul etmekle birlikte, beyazlarla zencilerin aynı üniversiteye gideceği günün bugün olmadığını söylüyor. Bir iyilik yapın da söyleyin bana, o gün ne zaman gelecek? Yarın mı? Önümüzdeki hafta mı? Yüz yıl sonra mı? Hayır, adaletin, özgürlüğün ve eşitliğin zamanı daima içinde bulunduğumuz zamandır!”
Ekipte Burgess’in ayrılmasıyla başlayan sıkıntı, Samantha ile Lowe’un duygusal yakınlığının kıskançlık mikrobu üretmesiyle sürüyor. Bitmiyor, bir başka üniversiteye yarışmak için giderken ağacın dalında bir zencinin cesedini sallandıran beyazlar, yollarını kesiyor. Ekip, bu travmayla ve o sorunlarla girdiği yarışmadan yenilgiyle ayrılıyor.
Eve döndüklerinde kendilerini bir sürpriz bekliyor: Nihai hedefleri olan Harvard’dan yarışmaya davet mektubu alıyorlar. İşte mutlu sona ulaşmak için çok değerli bir fırsat. Yasaklı olduğundan yarışmaya katılamayacak olsa da Prof. Tolson umutludur. Ne de olsa birkaç borsacıya karşı “Kapitalizm ahlaksızlıktır!” tezini savunacaklardır. Tolson’un yokluğunda takım kaptanı Henry Lowe’dur ve konu başlığı da yarışmadan 48 saat önce değiştirilmiştir. Ekip elemanları, ateşli bir iç tartışmadan sonra güçlü rakipleri Harvard öğrencilerinin karşı-sına çıkarlar; ulusal radyo canlı yayında, salon tıklım tıklım, heyecan doruktadır.
Olumlu görüşü savunan ekibimizin konu başlığı, “Adalet için yapılan savaşta sivil itaatsizlik etik bir silahtır.” Gandi örneği üzerinden giderek “Yasayı yıpratan hiçbir şey etik olmaz.” karşı tezini alaşağı edip Harvard gibi 300 yaşında ve 5 devlet başkanı mezun etmiş bir üniversiteyi nasıl dize getirdiğini anlatmıyor, sadece şu kadarını yazıyorum: “Şiddet kullanarak veya sivil itaatsizlikle direnmek, benim hakkım, hatta sorumluluğumdur! İkincisini seçtiğim için tanrıya şükretmelisiniz! Adalet dağıtmayan kanun, kanun değildir!”
Filmin, ABD’nin demokrasi ve adalet anlayışına getirdiği temel eleştiriyi terazinizin vicdan kefesine; ABD emperyalizminin 1990’ların başından beri bölgemizi çıkarları doğrultusunda dizayn etme girişimlerini ve günümüzde bölgemize karşı sürdürdüğü düşmanca tavrı izan kefesine koyun ve filmi öyle izleyin. İki şey göreceksiniz:
Birincisi, “Amerika rüyası” bir rüya değil kâbustur; ikincisi, okul sadece okul değil, bir okuldan çok daha fazlasıdır! Tıpkı öğretmen gibi…
Author Profile
Latest entries
- ana manşet01/12/2024Gerçeği Görme Sorunu
- ana manşet23/11/2024Arda’nın Geleceğini Konuşmak…
- ana manşet17/11/2024Faşizmin dili
- ana manşet16/11/2024Yangında İlk Kurtarılacak Beş Mısra