Marksist din eleştirisi konstant/sabit değil, variabel/değişen olarak değerlendirilmesi gerekir. Din eleştirisi, değişen tarihsel-sosyal olgulara göre tinsel tutumlarının da değişimini radikal bir biçimde etkilemiştir.
Marksist din eleştirisi Hegelyan felsefesi ile Feuerbach’ın antropolojik önermeleri çerçevesinde ele alınması gerekir.
Lenin’in devrim sürecinde saptadığı dinin, Çar’ın otokrattık ve kilisenin uyumlu hali ile biçimlenen nefretin patolojik görüntüsü, toplumsal spiritüalizmin bir sonucu olarak görülmesi, din eleştirisini tarihsel olgudan çok, siyasi bir sonuç olarak, özellikle Marks’ın din eleştirisi ile kıyaslanmayacak kadar bir farklılık gösterir. Ancak devrimci Lenin, Rus Çar’ı ile toplumun patolojik durum ve nefretini otokrattık sistemin bir sonucu olarak nihilizmin ve spiritüalizmin batağına girmiş Rusları ve Sovyet halklarının yaşadığı çaresiz ve umutsuz halini görerek, devrim sürecinin zorunluluğunu anlamıştı dolaysıyla. Problem olarak değerlendireceğim durum, dinin ve eleştirisinin spiritüalizmle karıştırılmış olmasıdır.
Şu an ülkemizde spiritüalizm ve nihilist durum gerçekten hâkim durumda; Din yerine spiritüalizm söz konusu olunca, kişilerin tinsel tutum ve davranışlarında da kompleks ve anlaşılmayan özellikler vuku bulmaktadır. Din eleştirisi karmaşık ve birbirleri ile ilintili olmayan özellikler karman çorman haline büründürülmektedir. Dolaysıyla din eleştirisinin yapılabilme olasılığı rafa kalkıyor; bir bakıma felsefi ve antropolojik bir tinsel tanımlama veya açıklık getirmenin aversion/nefret söylemlerine dönüşmesi akılcılığın ve kritik aklın bir sonucu olamaz.
Sadece Marks değil, Feuerbach ve sol Hegelciler, Hegel felsefesinden ötürü sarmalanmış olmalarına rağmen, ustasına (Hegel)’e karşı ayaklanmışlardı. Ancak din eleştirisi, Marks için maddi olgunun öznesini oluşturan tarihsel bir olaylara göre ele alınmalıydı. Hegel için ise azımsanmayacak kadar zor olan, batı dünyasının beklentilerine yönelik doyurucu sentezler ortaya koyabilme çabasının çıkmazlarını da görmek mümkündür.
Diğer yandan Hegel düşüncesinde dinin yeri nedir sorusu akla yatkın bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır: Hegel, dini tarihsel bir durum- mutlak Geist/Ruh veya akıl ve aklın gelişim sürecinde oluşan yerkürenin dinlerini ve din felsefesinin konusu olarak teolojik aklın zorunluluğu olarak değerlendirmiştir. Uygun olmayan ve ölçüleri kaçmış/aşmış tanrı tanımlamalarının eski Mısır dan tek tanrılı döneme gelindiği zamana kadar, insanlık din ve tanrı ikilemi içinde kalmış ve tek tanrılı dinin özelliklerinden kaynaklı durum da ise, tanrı ve tanrısallık bireyin anlam ve tanımlamalarına göre biçimlenmiştir. Mutlak tin/ruh yerine bireye indirgenen tanrısallık, kamusal tanrıcılığı yani kamusal vicdanı beraberinde getirerek, tanrıcılık, kamusal vicdan ve bireyin özgürleşmesine dönüşmektedir. Her bireyin tanrısal algısı kendi öz veri ve tecrübelerine yönelik yetilerinin özelliğinde değerlendirilen ve gelişen bir özellik olarak vuku bulmaktadır. Bireyin tanrı anlayışı doktrine edileni değil daha çok öznel ve genel etik kuralların geçerliliğinde oluşan bir tanımlamaya yol açmaktadır. Spiritüalizmin ve politik olmayan nihilist durumun öne çıkması ise din eleştirisini ve ateizmin teolojik akımda yer almasını da zorlaştırmaktadır.
Paradoksal olarak mutlak Geist, mutlak idealizmin kendisi olarak spekülatif bilimin konusu iken, sanat aşamasına dönüşen mutlak Geist /tinin spekülatif durumu dinin konusu olmaktadır. Dinden ötürü hissedilen spekülatif bilgelik, mutlak tanrısallığı öncelikli kılar dolaysıyla.
Hegel’in dediği gibi:
“…tıpkı bir halkın Tanrıyı hayal ve düşlediği gibi, ona olan ilişkisini açıklar ya da kendisini anlar ve hayal ederse, dinde, halkın bir kavramı olarak vuku bulur. Bir halk doğayı kendi tanrısı olarak betimliyorsa, o halk özgür olamaz; zira ve eğer halk tanrıyı doğaüstü bir tinsel olgu olarak görürse, o bir tinsel varlık /Geist ve özgür olabilir.”
Hegel’e göre din bir temel oluştururken altyapının özelliklerinden ötürü üstyapıdan kendini ayırt eder ve onu ayrı bir konuma iter. Din için de oluşan yeni anlayışlar ve hür devlet anlayışları ile büyük burjuva devletlerin yeni din retoriği ile “reformasyon olmadan devrim filizlenemez” tezi kısmı geçerliliğini hala korumaktadır. Bir bakıma devrimlerin dinsel reformasyonla oluşabileceğini görmekteyiz. Belki ülkemizde vuku bulan tartışma çabalarının böyle bir dinin reformasyonunu gerekli hale getirebilir.
Hegel için daha önemlisi olanı ise şöyle açığa çıkarabiliriz: “…devlet dinle birleştiği zaman, dinin kalıbına girer. Bundan bireyin kişiliğini, özelliklerini silen tanrısal devlet doğar. Dinin devletle birleşmesi ölümcül sonuçlar doğurur.”
Gayet açıktır ki din, toplumsal bir özellik taşısa da bireyin özürlüğü ve var oluş sebebi din değil, öznel fikir ve düşüncelerinin eleştiriye açık olmasıdır. Eleştiri, mutlak bilgeliği değil, mutlak bilgelik, mutlak eleştiriyi beraberinde getirir- dolaysıyla. Laik toplum ve devlet anlayışı da bir devinimin tarihsel gerekliliği ve sonucudur.
Mutlak Tin/geist, diyalektik modelde sübjektif ve objektif Geistın/Tinin tümünü ve birliğini oluşturur. Diyalektik birlik tinsel bireyin sübjektif durumunu ortaya korken, bu aynı anda bireyin veya toplumun objektif aklın ve düzenin bir olgusu olarak ortaya çıkmaları anlamına gelir. Bu betimleme bireyin özgürlüğünü rafa kaldıracak kadar kuvvetli bir gerekçe oluşturmaz, ancak sorun oluşturmaktadır.
Önemli olan etik/moral değer bakımından bireyin dine ilişkin mutlak geistın bütünselliğinden hareketle bir konumlanma ihtiyacı görüp görmediğini analize etmek, değerli bir sebep oluşturmaktadır. Bu açıdan mutlak tinsel durum, mutlak idealizm olabilir mi sorusunu eleştirmek ve sorgulamanın gereğini yaratmak pek evliya bir çabayı öne çıkartmaktadır.
Author Profile
Latest entries
- ana manşet28/11/2024Marksist din eleştirisinin dönüşümleri-1
- ana manşet21/11/2024Faşizmin inşaası üzerine geliştirilen eleştirilerin teorik çıkmazları-2
- ana manşet14/11/2024Faşizmin inşaası üzerine geliştirilen eleştirilerin teorik çıkmazları
- ana manşet07/11/2024Tasarım ve hayalleri ile rüyasını yaratan insan