ABD’nin “küreselleşme” ve “Büyük Ortadoğu Projesi”yle ayar edilmiş partiler, güdümlü medya ve onların maaşlı elemanı gazeteci ve aydınlar, “Kürt sorunu” sakızını çiğnemekte ısrar ediyorlar. Onlara göre, “Kürt sorunu”, hâlâ demokrasinin temel koşuludur. Kullanılan en etkili silah ise, bilindiği gibi, neoliberal “çoğulcu” ve “kültürelci” ideoloji ve siyasetlerce gerçek içeriği boşaltılıp çarpıtılmış ve her şeyin ilacı gibi sunulan bir “demokrasi” söylemidir. Ne yazık ki, iktidar da, ana muhalefet de, sakatlanmış bu sandık demokrasisi düzenbazlığını kitlelere yutturmada yarışıyorlar ve şimdilik başarılılar. Yani, neoliberalizm formatlı, mafyalaşmış cemaat ve tarikat yobazlığıyla çeşitlendirilmiş bir demokrasi maskaralığıdır gidiyor.
Ayar edilmiş söz konusu kurum ve kişilere ek olarak, bu sahte demokrasi ve özgürlük kavramlarıyla avlanan geniş bir aydınlanmacı, ilerici kesim de ulusalcılığı ırkçılık olarak yaftalayan neoliberal sol ve etnikçi/bölücü anlayışın etki alanındalar. Sanki solculuğun, demokratlığın bir ölçütüymüş gibi aynı “Kürt sorunu” söylemini tekrarlıyorlar. Türkiye’nin özgün tarihsel ve toplumsal bağlamlarından kopartılmış sözde bir demokrasi ve özgürlük duyarlılığı, daha doğrusu aymazlığı, ne yazık ki böyle bir tuzağa düşmenin yumuşak karnını oluşturuyor. Kuşkusuz bu aymazlık ve yanılgıda, yenilikçiliğin, ilericiliğin, demokratlığın ölçütlerini, ilerici niteliklerini çoktan yitiren emperyalist Batı’nın kültür ve siyaset üreticilerinden bekleme ahmaklığının payı çok büyük.
Örneğin, CHP’nin Sosyal Demokrat Genel Başkanı Özgür Özel, dikkatle izliyorum, kitlelere yönelik bütün çağrılarını “demokratlar” diyerek yapıyor, “yurtsever” kavramını özenle kullanmaktan kaçınıyor, yani yurtseverleri dışlıyor nedense. Kuşkusuz bunun bilinçli olarak seçilmiş çok önemli bir anlamı var. Kanımca bu tercih, Kemalist değil, sık sık ideolojik bir kimlik olarak vurguladığı Avrupa merkezli Sosyal Demokrat ideolojiden kaynaklı bilinçli bir tercihtir. Siyasal düzlemde bunun nedeni ise, herhalde liberal sol ve DEM çevrelerinin tepkisini çekmemek, onlarla birliktelik bağlarını koparmamak kaygısı olsa gerek. Ama aynı duyarlılık ve kaygının Atatürkçülüğün temel ilkesi ulusal bağımsızlık konusunda gösterilmiyor olması anlamlı değil mi? Bu tehlikeli taktik ve söylem, giderek daha geniş bir kitleyi oluşturan Atatürk milliyetçilerini dışlama olarak algılandığı gibi, genel seçimin seyrini de belirleyen ve CHP’de kangrene dönüşmüş büyük hayal kırıklığının son yıkıcı sonuçlarına yol açabilir.
Oysa Atatürkçü, sosyalist, ilerici, devrimci Türk aydınının doğru bir hatta, doğru bir mücadele mevzisinde durmasının vazgeçilmez temel ilkesi ve koşulu Vatanseverlik ve Demokratlığı birleştiren, bu iki niteliği birlikte taşıyan bir tavır, bir duruştur. Türkiye’nin ulusal ve toplumsal gerçekliğini bütün derinliğiyle yansıtan, biri öbüründen asla kopartılamaz mücadele hedeflerini içeren kavramlardır bunlar. Kopartılırsa, ne tutarlı yurtsever, ne de tutarlı vatansever olunur. Ve bugünün gerçekliğinden bakarsak, Türkiye’nin temel sorunlarını çözmekten de kesinlikle uzaklaşılır ve çözümsüzlük daha da derinleşir. Sonuçta, asla hedefe ulaşamayan, sağa sola savrulup duran ve temel amaçtan kopmuş, nereye gideceğini bilmeyen ve bilmediği için kaçınılmaz olarak başkalarınca güdülen sürüler oluruz.
***
Ekonomik ve siyasal olarak NATO üzerinden Atlantik sistemine bağımlı, onun tehditleri ve müdahaleleriyle karşı karşıya olan bir ülke olarak Türkiye’nin ulusal ve toplumsal iki ana mücadele hedefi vardır ve değişmemiştir. Bu gerçeklik içinde Türkiye’de, emperyalist Batı’dan aşırılmış kavramlar ve yaklaşımlarla özgürlük ve demokrasinin tanımını yapamazsın, yaparsan, günümüzde olduğu gibi, çarpıtılmış, kirletilmiş, sahte bir demokrasi çıkar ortaya.
ABD ve AB’nin, emperyalist sömürü ve yağma sistemini, sömürgeci özünü koruduğu bir dünyada, ezilen ve gelişmekte olan bir ülkede özgürlük ve demokrasinin içeriği iki boyutludur: Bağımsızlık ve demokrasi. Bu ülkede, bu coğrafyada, gerçek özgürlükten söz edebilmek için öncelikle ulusun özgür ve tam bağımsız olması gerekir. Bir ulus özgür ve bağımsız değilse, onun vatandaşı bireylerin gerçek anlamda özgür olabileceğinden söz edilebilir mi? Aynı şekilde, bir ülkede ulus/millet bağımsız, özgür değilse, ulusal egemenlik veya halkın egemenliği demek olan demokrasi gerçek anlamda uygulanabilir mi? Atatürk’ün bize bıraktığı “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesini hakkıyla uyguladığımızı söyleyebilir miyiz? Ulusu özgür olmayan, vatanı bağımsız olmayan bir birey, o ülkenin ekonomisine, siyasetine, ordusuna hükmeden, bankalarının ve ekonomik kuruluşlarının en az yüzde ellisini denetleyen dış güçlere, emperyalizme karşı çıkmadan özgür ve demokrat kimliğini nasıl başı dik, onurla savunabilir? Özetle bir ulus özgür değilse, onun bireyleri de özgür olamaz. Ancak emperyalist Batı’dan aşırılmış ve hadım edilmiş kavramlarla kendini kandırır.
Bu nedenle, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki, salt “demokrat”a vurgu yapıp “vatanseveri” dışlayan mantığın arkasında, ulusal bağımsızlık ve üniterlik (bütünlük) konusunda gerekli duyarlılığın köreldiği, Türkiye’nin bağımsızlık ve demokrasisine aykırı başka duyarlılıkların öne çıktığı gerçeği yatar. İşte bu gerçeklerin en başında, emperyalizmin “demokrasi” adı altında bize dayattığı, mafya ve tarikatlar demokrasisi içine yerleştirilmiş “etnik özgürlük” adı altındaki bölücülük yer alır.
Bölücülük ve yandaşları, neoliberalizm, onun CHP yönetiminde egemen olan “Sosyal Demokrat” versiyonun ve “liberal muhafazakar” mafya-tarikat iktidarının oluşturduğu siyasal iklimden besleniyor. ABD güdümlü etnik özgürlükçülüğü sosyalizm olarak sunan ve onların gölgesi, uzantısı ve etki alanındaki irili ufaklı bir çok sol örgüt, bu sahte, yarı-sömürge demokrasisinin kıvrımlarında, loşluklarında, bataklıklarında varlık buluyor Ne acıdır ki, Batı güdümlü, hatta Batı yaltakçısı tavırlarıyla varlıklarını, Atatürk milliyetçiliğine “ırkçı”, “şöven”, “faşist” yaftalarıyla saldırarak sürdürüyorlar.
***
Sorun neden Kürt sorunu değil, ABD güdümlü bölücülük sorunudur, şimdi ona geliyorum. Çünkü eğer niyetiniz, emperyalizmin son kırk yıldır Kemalizmi tasfiye, ülkeyi parçalama ve boyun eğdirme çabalarının hedefi olan, Türk milletinin bölünmez bütünlüğünü, üniter devleti korumaksa, bu sorun 90’ların başından itibaren zaten çözülmüştü. Son otuz yıldır, çıkarılan yasalar ve uygulamalarla Kürt kökenli vatandaş dilini serbestçe konuşabiliyor, Kürtçeyi kurslar açıp öğrenebiliyor, çoğunu Türklerle birlikte paylaştığı kendi özgün kültürünü, en başta kendi dilinde türkülerini söyleyip ve geleneklerini yaşayabiliyor. TRT’de Kürtçe yayın yapan bir bölüm faaliyette, Kürtçe basın-yayın serbest. En önemlisi de, aynı zamanda bunların hepsini kucaklayan, ama sanki yokmuş gibi döne döne gevelenen “eşit yurttaşlık” talebini kesinlikle çürüten olgulardır. Türkiye Cumhuriyetinin hiç bir kurumunda ve hiç bir alanda, Kürt kökenli yurttaşlara yönelik hiç bir ayrımın olmadığı, samimi hiç bir Kürt yurttaşın inkar edemeyeceği bir gerçektir.
Adına “federal” densin denmesin, bütün çağdaş ulusal devletlerde resmi bir dil vardır, bilimsel eğitim onunla yapılır, kamu kurumlarında bu resmi dil geçerlidir, alt kimlikler de kendi dillerini özgürce öğrenebilir ve konuşabilirler. Ayrıca, son otuz yıllık deneyimler, açılan Kürtçe öğrenme kurslarının çoğunun talep yetersizliği nedeniyle kapandığını gösteriyor. Bunun dışında, “Kürt dilinde eğitim yapmak” talebinin anlamı, -Kürtçe öğrenmek ve konuşmakla, Türkçede değil Kürtçede eğitim yapacağım demek bilerek karıştırılıyor- üstü kapalı bir şekilde, ayrı bir devlet kuracağım ya da gücüm yetmiyorsa özerk, federatif bir toplum amaçlıyorum demektir. PYD bölgesine binlerce tırla silah taşıyan ve dolar desteği yapan, Peşmergelere maaş ödeyen ABD’nin tamamen emrine girmiş PKK/PYD bölücülüğünün ayrı bir Kürt devleti kurma planı işte tam da bu noktada sahne alıyor.
Bugünün gerçekliğinde, gerek Kürt nüfusunun yüzde yetmişe varan kitlesinin büyük kentlere yerleşerek, ayrılığı ve özerkliği değil, üniter devletin TC yurttaşı olarak yaşamayı tercih etmesi; gerek terör ve bölücülüğe karşı tavır konusunda duyarlılığı; gerekse de yaşanan gerçeklerle hiç bir ilgisi olmayan “eşit yurttaşlık” gibi yapay, zorlama bir telebi fazla ciddiye almaması, temel sorunun etnik özgürlük yani “Kürt sorunu” değil, ekonomik ve toplumsal sorunlar olduğunu gösteriyor. Son yıllarda iktidara karşı yükselen toplumsal ve ekonomik muhalefetin ve yaşanan mücadelelerin içeriği de bunu göstermiyor mu?.
***
Açıkça görüleceği gibi, bu tabloda “Kürt sorunu vardır” ezberini sakız gibi çiğneyen ve tekrarlayanların yeri, emperyalist BOP projesini üreten ve uygulayan merkezler ve aymazlık içinde onlarla işbirliği içinde olanlardır. PKK’ya Hüdapar’ı da eklersek, onlarla sandık demokrasisi işbirliği yapanlar, bu büyük aymazlığın içindedirler. AKP’nin 2015 öncesi birinci döneminde olduğu gibi yer yer bir bütün olarak, yer yer birbirine “düşman” görünümünde karşımıza çıkan bir karşıdevrim cephesidir söz konusu olan.
Hepsinin ortak paydası, öncelikle Kemalist Cumhuriyetin üniter devletini tasfiye etmek ve Osmanlıcı bir Ortadoğu federasyonu üzerinden ABD güdümlü bir sömürge demokrasisi kurmaktır. Yıllar öncesine dayanan planlarıyla bunun baş mimarı ABD için kritik amaç, İsrail ve Barzanistan gibi kukla bir Kürt devletidir.
Bu planda “Kürt sorunu” söylemi, Gazze soykırımıyla İsrail’in BOP planını en üst düyeyde uygulamaya koymasıyla tam bir koşutluk ve bütünlük içindedir. PKK/PYD sözcülerinin de zaman zaman ağızlarından kaçırdıkları gibi, Türk, Fars ve Arap (Suriye, Irak) devletlerine karşı İsrail’le derin bir stratejik işbirliği ya da kader birliği söz konusudur. Yani kukla Kürt devletinin kaderi İsrail’in başarılarına ve hedeflerine ulaşmasıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. ABD, soykırımcı İsrail’e sınırsız ve koşulsuz desteğini sürdürürken, aynı desteği, onunla koordineli bir biçimde PKK/PYD’ye de yapmaktadır.
O nedenle hiç kimse farklı hayaller kurmasın, kukla Kürt devletinin denize açılması demek olan Kuzey Suriye’deki “Kürt koridoru”nda ısrar devam etmektedir. Ve AKP iktidarının Esat yönetimi ile anlaşmayı sürekli ertelemesi, hatta son ABD’nin dayatmalarına teslim olup anlaşma eğilimini nerdeyse rafa kaldırması ve yeni bir açılım düzenbazlığını sahneye koyması, tehlikenin azalmadan sürdüğünü göstermektedir.
Sonuç olarak; bu Ortadoğu ve Türkiye tablosunda “Kürt sorunu söylemi, içsel, demokratik bir sorunu dile getirmiyor. Tam tersine, ABD ve AB’nin Türkiye’yi parçalama ya da en azından “ana dilde eğitim” ve “özerklik” üzerinden parçalama tehdidiyle boyun eğdirme çabasını ifade etmektedir. Bu da, boyun eğdirilmiş ve köleleştirilmiş bir toplumda demokrasinin olsa olsa iğdiş edilmiş, göstermelik bir sömürge demokrasisi olabileceğini gösterir.