Dünyada yaşanan gelişmelerin hızına yetişemeyen bir düşünsel üretimsizlik döneminden geçiyoruz. Rekabetle birlikte hızın egemen olduğu bir dünyada olay ve olguların nedenlerini ve olası sonuçlarını değerlendirebilecek süremiz oldukça kısalıyor. Gelişen teknoloji ve bilgiye erişimin eskiye nazaran görece daha kolay hale gelmesi, düşünsel üretime avantajlar sağladığı gibi dezavantajlar da yaratıyor. Öyle ki, bilgiye erişimin çoğalması, hızlanması ve farklı medya kanalları üzerinden adeta “bilgi enflasyonunun” yaşanması, ilk akla gelenin aksine olayların ardında yatan gerçekliği görebilme anlamında insanların yoğun bir bilgi dezenformasyonuna ve çeşitli manipülasyonlara maruz kalmasına yol açıyor. Küresel ve ulusal düzeyde bilgiyi eğip bükmeyi tekellerine alan medya patronları ve platform şirketlerinin milyonerleri, kapitalist devletlerin hizmetinde günümüzün istihbarat ve propaganda faaliyetlerini yürütüyor.
Güncel bir örnek olarak Venezuela seçimlerine bakalım. Venezuela’da seçimlerle yeniden iktidara gelen Maduro hükümetine karşı SpaceX isimli uzay şirketinin kurucusu ve küresel ölçekte en çok kullanılan sosyal medya uygulamalarından biri olan X (Twitter)’in milyoner sahibi Elon Musk, seçim öncesi ve sonrasında Maduro aleyhinde birçok paylaşım yaptı. Yaptığı paylaşımların birinde “Eşek, Maduro’dan daha fazla şey biliyor” yazarak Venezuela Devlet Başkanına hakaret etti. ABD Hükümeti ise seçim sonuçlarının duyurulmasından hemen sonra Venezuela’daki seçimleri tanımadıklarını ilan etti. Böylelikle, küresel sermayenin patronları ve siyasilerinin, sistemlerini tehdit eden her aktöre karşı sistematik bir algı operasyonunun içerisinde konumlandığını bir kez daha görünmüş oldu. Ancak bu hesaplaşma, sadece Venezuela, Küba veya sosyalist hükümetlerin iktidarda olduğu dönemler Brezilya ya da Şili gibi Latin Amerika ülkeleri üzerinden ilerlemiyor. Bugün Ukrayna’da, Filistin’de ve Tayvan’da gördüğümüz gibi dünyanın çeşitli coğrafyalarında yer yer sıcak çatışmalara da dönen bir hesaplaşmadan bahsedebilmek mümkün. Bu hesaplaşmanın tarafları arasında ise esas itibariyle ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti bulunuyor. Bu rekabetin küresel kapitalist sistem içerisindeki bir güç mücadelesi olduğunu, Çinli uluslararası şirketler ile ABD’li uluslararası şirketler arasındaki pazar kavgasının ve ekonomik rekabetin bir uzantısı olarak şiddetlendiğini görüyoruz. Nitekim, ABD tarafından Çin’in “uluslararası bir tehdit” olarak algılanması ve Çin Komünist Partisi’nin “insanlığın özgürlüğü” önündeki en büyük engellerden biri olduğu yönündeki propaganda faaliyetleri, SSCB ile yaşanan Soğuk Savaş sürecine ideolojik bir anıştırma yaparcasına ABD’yi liberal Batı dünyasında aklama gayreti güdüyor. Halbuki, Çin’in uyguladığı ekonomi-politik anlayış SSCB’nin reel sosyalizm uygulamalarından oldukça büyük farklar içeriyor. Kapitalizmin 1980 sonrası içerisine girdiği küreselleşme dalgasıyla uyumlulaşmayı içeren Çin pratiğinin 2008 finans krizinin ardından küresel ekonomide başat aktör haline gelmeye başlaması günümüzün “yeni soğuk savaşını” hızlandırmış bulunuyor. Bundan dolayı küresel sermayenin amiral gemisi olan The Economist dergisinin son on yıllık sayılarını taradığımızda ekseriyetle Çin’i ve büyüyen Çin ekonomisini hedef alan dosyalara imza attığını görüyoruz. Avrupa’nın kapitalist devletlerinin Çin ile gün geçtikçe daha sıkı ekonomik ilişkiler kurması ABD’nin Çin’e karşı agresif tutumunu artırmasına yol açıyor.
Dolayısıyla, özellikle de COVID-19 pandemisinden sonra ABD-Çin arasında yaşanan ve yer yer bölgesel çatışmalarla görünürleşen sıcak çatışmaların küresel kapitalist sistemin kriziyle şiddetlendiğini, zayıflayan ABD hegemonyasına karşı Çin’in kapitalist mantığın tamamen kurallarına uygun şekilde yürüttüğü uluslararası pazar stratejisinin başarılar elde ettiğini bunun da esas itibariyle ABD-Çin arasında yeni bir soğuk savaşın yaşanmasına sebep olduğunu görüyoruz. Kasım ayında gerçekleşecek ABD Başkanlık seçimleri bu uluslararası konjonktürde daha da önemli hale geliyor. Küresel sermaye basınının bir başka amiral gemisi Financial Times dergisinde yayınlanan güncel bir makale üzerinden bunu ayrıntılandırmaya çalışalım.
Sistem İçi Seçeneksizliği Aşmak
Pekin Üniversitesi, Çin Uluslararası ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün Kurucu Başkanı Wang Jısı ve Pekin Üniversitesi Uluslararası ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde Araştırma Görevlileri Hu Ran ve Zhao Jıanweı tarafından 1 Ağustos 2024 tarihinde Financial Times dergisinde yayınlanan “Does Chine Prefer Harris or Trump? (Çin Harris’i mi yoksa Trump’ı mı Tercih ediyor?)” başlıklı makale ABD seçimlerine “yeni soğuk savaş” ekseninde bakmak açısından önemli. Yazarlar, özü itibariyle makalelerinde, Donald Trump’ın ABD Başkanı seçildiği 2016 yılı sonrası Çin’e karşı ABD siyasetinin sertleştiğini, Çin’in resmi söylemde “baş düşman” ilan edildiğini ve stratejik ortaklık söyleminin eski dönemlerle kıyaslandığında daha geri planda kaldığını söylüyorlar. Trump’a suikast girişiminde bulunulmasının ardından Biden’ın adaylıktan çekilmesi ve Harris’in Demokratların adayı olarak öne çıkması, ABD’nin önümüzdeki dönem Çin ile süregelen soğuk savaş sürecini nasıl yürüteceğini anlamamız açısından önem arz ediyor. Financial Times’a yazan Çinli uzmanlara göre, Trump veya Harris tercihlerinin ikisi de ABD’nin Çin’e karşı agresif tutumunda bir değişikliğe yol açmayacak. Doğrudan askeri bir çatışma veya diplomatik ilişkilerin tamamen ortadan kaldırılması gibi bir keskin kopuşun her iki adayın başkan seçilmesi halinde de yaşanmayacağı dile getiriliyor. Ancak Xi’nin 20. ÇKP Merkez Komitesi Üçüncü Genel Kurulunda da ifade ettiği gibi ÇKP liderliğini güçlendirmeyi, parti disiplinini uygulamak için yeni kurumlar oluşturmayı hedefe koyduğu biliniyor. Xi’nin 2023 yılının mayıs ayında gerçekleşen Merkezi Ulusal Güvenlik Komitesi toplantısında partisini “en kötü duruma ve aşırı senaryolara karşı hazırlıklı olmaya” yönelten, partiyi “şiddetli rüzgarlara, dalgalı sulara ve hatta tehlikeli fırtınaların büyük testine hazır olmaya” çağıran söylemi, bu soğuk savaşın sıcak savaşlara dönme ihtimaline karşı teyakkuz hallinin gerek ABD gerekse de Çin açısından olası bir ihtimal olduğunu kanıtlıyor.
Platform ekonomilerinin tüm dünyayı kuşattığı ve bu ekonomilerin dahil olduğu ülkelerin kapitalist pazarlara egemen olma mücadelesinin şiddetlendiği günümüzde, insanlığın büyük uyum dünyasını kurabilecek, emekten ve insan onurundan yana küresel bir seçeneğin yokluğunu görmek gerekiyor. 21. Yüzyıl soğuk savaşını, 20. Yüzyıldan ayıran en önemli ayrımların başında bu gerçeklik geliyor. Çin, iç siyasetindeki disiplini ve istikrarı sağlamak adına ÇKP’nin siyasal söylemini her ne kadar sol bir alternatif olarak sunmaya çalışsa da küresel kapitalist sistemin dişlilerini en güçlü şekilde çeviren aktörler arasında yer alıyor. Dolayısıyla günümüz soğuk savaşına rengini veren temel motif, ideolojik bir kamplaşmadan ziyade küresel pazara hâkim olma mücadelesinden kaynaklanıyor. Bunun farkında olmakla beraber yıllarca dünyanın dört bir yanında masumların kanını döken ABD-NATO terörüne karşı oluşacak güç dengesinde bağımsızlıktan ve emekten yana olan bölgesel güçlerin dayanışma ağlarını kurması ve mevcut uluslararası konjonktürden yararlanmaya çalışması büyük önem taşıyor. Çevresi emperyalist güçlerin savaş alanına dönen ülkemiz için bu ihtimalin sağlanabilmesi, “Washington’dan” veya “Pekin’den” değil dünyaya Ankara’dan bakan, kendisini “Türkiye’nin ve Türk milletinin devrimcileri” olarak gören kuvvetlerin içeride ve dışarıda kararlı ve sabırlı bir şekilde yürütecekleri mücadele azmine bağlı gözüküyor.