Kant’ı doğmatik uykusundan uyandıran İngiliz filozof HUME’nün olduğu söylense de kendisinin daha çok Leibniz’den etkilendiğini ileri sürmemiz felsefi ve onun tarihsel bağlamı ile sıkıntı yaratmaz. Özellikle; bu savı güçlendiren ilk bulgulardan biri, Leibniz’in ‘uzay ve zaman fenomendir’ tanımlamasıdır.
Ona göre; somut maddi karakteristik özelliklerinin bu fenomenal olgularda (uzay ve zamanda) bulunamayacağı tezi, Kant’ın idealist çizgide kalışının ısrarı olarak görülebilir. Ancak; Kant, bir yerde Leibniz’in savunur hale geldiği ‘zaman ve uzayın’ karışık düşünce veya tasarımlar olduğuna ilişkin tezini salt bir tanımlama olarak kabul etmekten de kaçınıyordu, zira geometri karışık bir bilim değil, kesin hatları belirleyen bir bilim dalı olarak uzayın ve zamanın karışıklığından arındırılmış salt sezgilerden bahsediyordu, filozof Kant.
O halde geometri salt sezgilerin oluşumu ile söz konusu olmaktadır. Bu konuyu daha iyi kavrayabilmek için Kantçı felsefenin önemli iki noktasına işaret etmek gerekiyor ; insan bilgisini iki merkezli noktada ele alan Kant, ‘duyusal bilgi ile anlıksal (zihinsel akıl)bilgiyi’ ikiye ayırır. Bilginin ikiye bölünmesi bilgi edinmenin sonuçlarını değiştirmez, çünkü, duyusal bilgi seçik olabileceği gibi, zihinsel (anlıksal) bilginin de karışık hal almasını beklememiz abartı olmasa gerek, bunun tersi de mümkündür. Yani, Leibniz’in iddia ettiği gibi geometri ‘karışıktır’ tezi, bir bakıma zihin üzerinde yarattığı karışıklıktan ileri geldiğini ileri sürebiliriz; ama zihin karışıklığının bir çözüme gitmesi gerekir dediğimiz anda, seçik – açık düşün açılımlarının buradaki somutluluğu ile geometri, karışık bilgiyi oluşturmuyor. O, daha çok bilgileri yerli yerine yerleştirerek , duyusal bilginin ortaya çıkmasına neden olabilmektedir.
Filozof Kant’ın idealist tavrının a priori çizgisinin ilk çıkış noktası böyle gelişti diyebiliriz. Duyusal bilgide özdek (madde=materie) ve biçim ayrımı Kant açısından önemlidir. Biçim, maddenin görünümü olarak maddeye bir katkı olarak anlaşılmaktadır. Oysa diyalektik metodunun öngörüsü, maddeye biçim veren öz, maddeyi oluşturan kaynağın kendisi yine bu maddenin oluşumunu kaçınılmaz kılan tabii ilişkinin bir ürünü olarak, maddenin başlangıç ve sonu olmayan bir labirent olarak işlev görmesidir. Bir devinim ve başkalaşım söz konusu olan burada.
Atom enerjisini sağlayan elementlerin toplamı ile oluşan bir devinim sonucu bize iletilen elektrik enerjisi gibi bir şey. Bunlar ‘değişimin ve bir devinim sürecinin’ sonuçlarıdır.
Siyasal anlamda her siyasi ve toplumsal olgu bir değişimin yasası olarak bir gelişim sürecine bağlı olarak meşruluğunu korur. Bu değişim işte felsefenin konusudur ve felsefe görülmeyeni fark ederken eksik kalan bilgiyi sorgular.
Felsefenin karışık bir teorem ağı sergilediğini ileri sürülmesinin altında yatan gerçek iddia nedir? Beyinde ki –alt ve üst bölümlerde var olan bilginin ayıklanarak yer ve zamanına göre kullanılması gerekmez mi acaba? Elbette elde edilen bilginin nesnel hayati koşulları tanımlayacak ve yeterlilik seviyesinde olmasını bekleriz. Ancak kritik düşünce ağının gelişmesi bilgi edinim sürecine nitelik kazandırmaz mı?
Elde edilmiş bilgi, yeterlilik de yargısal aşama ile aklın sezgisel alanından süzülerek geçen bir sonuç, ama aynı zamanda niteliksel olarak elde edilmiş bir fikir ve eleştirel aklın sonucu dur. Bir bakıma felsefe, eleştirel aklın faaliyet alanıdır. Bir felsefe anlayışının temellendirilmesi keyfi olmamalıdır, ama öncelliği anlayışın kendisini anlamak ve insan türünün güncel bütünselliğinde neyi amaç ve ifade edebileceğini tartmak, felsefi alana büyük anlam kazandırabilir. Bu yaklaşımla işlevsellik daha somut bir veri olarak algılanabilir ve pratik akla hizmet edebilir. Bu tür fenomenolojik olgunun daha sade bir biçimde anlaşılabilmesi için, idealistçe mi yoksa materiyi baz alan diyalektiksel yaklaşımı mı öncel konuma getirmek gerekir – tartışımı önem kazanmaktadır. Nasıl bir yaklaşımla daha çözümsel olunur, bu ancak öz eleştirisel alanda bulunmakla sağlanabileceğini düşünüyorum. Felsefe geometrik bilgi olarak sunulamaz, geometrinin felsefi yanı olsa da… Zira antik dünyada felsefe kesinlilik ve seçiklilik felsefe bilgisi ile örtüşebiliyordu. Felsefe, özellikle son 200 yıldan beri düşünsel faaliyetlerde pekin bilgi edinmede gözlem ve deneysel algıyı düşün hayatın anlamı ile buluşturarak birey ve toplumsal yaşamın içinden hareket ederek sosyal sorgulamaları daha etkin kılmaktadır. Nedenselliği bir başka bağlamda ele alınabilir. Ancak bu konuya ilişkin akla gelen nokta Einstein’nın “ hiçbir şey var dan yok, yok tan var olamaz” görüşü, Kant’ın yönelimine niteliksel bir eleştiri ve yanıt verdiğini düşünüyorum. Oysa Kant “varolan her şey bir yer ve zaman içinde var olur” önermesinde bulunur. Yani bir örnekle Kant Tanrıyı “uzaysal-zamansal” alana çekme hakkımız yoktur der. Kant’ın burada eleştirdiği durum insanın böylesi evrensel ve doğasal bildirimlerini aklanamaz olarak görür. Böylece zihinsel bilgi, eleştirisel kullanımı içindeki duyular üstü olgusallığın çerçevesinde var olan kavramlar, zihinsel-anlıksal bilginin bazı kötülüklerinden arındırabilir ve duyuya yeniden işlerlik kandırılabilir. Duyu ile zihin(anlık) bilgilerinin birbirinden ayrıştırılarak zaman ve uzay olgularını sadece birer salt kavram- salt çizgiler olarak anlaşılması maddenin gerçek özünün ortaya çıkmasının olağan dışı biçiminde anlaşılmasına neden olmuştur. Kant’a göre ne zaman ve ne de uzay nesnedirler. Onlar daha çok zihinsel aklın sonuçlarıdır. Doğa olgusunu burada Kant yüce sıfatı ile salt insan özü ile açıklamaya çalışır.
Kanımca Kant “aklın eleştirel kullanımını dogmatik kullanımından ayrı olarak görülmelidir…” der ve söz gelimi Tanrı uzayda ve zamanda değildir diyebilmemizin olgusu kaçınılmaz karekteristik zihin yolu ile Tanrı konusunda olumlu ve kesin bilgiyi elde edebileceğimiz anlamına gelmez. Doğmatik metafiziğin ortadan kaldırılması için ölümsüz insan ruhu gibi duyular üstü sezgiler ile akıl/anlık eğer Kant’a göre konuşursak zihinde oluşan kavramların bir sentezi yapılmalıdır. Yani buna göre Tanrıyı bir kavram olarak ele almamız mümkündür. Ruhbilimciler açısından bu vazgeçilmezdir. Ancak simgesel yanı ağır basacağından O, aklın bilgisini oluşturmaz.
Şimdi sorun şudur; Bu izaha göre idealizm çürütülebildi mi? Ben Kant’ın idealizm kavramını felsefi açılımlarda değişik anlamlarda kullandığını gözlemledim.. Hem önemli felsefi yapıtlarından biri ve ilki olan Salt Aklın Eleştirisi kısaca deneyimi aşamayan insan aklının tümden deneyimden var olmadığını kanıtlamaya çalışır ve deminden beri sözünü ettiğim duyular üstü olgusallıkların/önermelerinin insan zihnine biçim verdiği önermesi yanlış olmasa da ve daha özenle hazırlanan ikinci yapıtında Pratik Aklın Eleştirisi zorunlu aşkınsal-trensendental estetiğin kategorilerini geniş açılımlı bir yargıya götürür olması bizlerin bu tür olgular karşısında apriori (deneyimdışı- üstü) çerçevesinde edindiğimiz bilgiler, Kant tarafından özenle birbirinden ayırt edilmişliğini ahlaksal yasanın gereği olarak adaletle ve erdemlilikle orantılı olan bir mutluluk anlayışının hakim kılınmasının zaruriyetini dile getirmiş olmasına bağlıyorum. Ancak böylesi bir idealizmin ekonomik verileri Kant tarafından doğmatik değil, eleştirel boyutlarda ele alınabilmiş olmasını aydınlanma ve demokrasinin Avrupa dünyasında yaygınlaşabilmesinde önemli anlam ve rol oynadığını düşünüyorum. Kant’ın ilgi çekici diğer önemli etkisi -yönü bu olsa gerekir değerli okuyucular…
Nasıl ki Kant’a göre etik/ahlak için dinin var olmasını bir ön koşul olarak gerektirmezse, din ahlak için bir ön koşul değildir. Bir bakıma laikliğin gelişmesi ve ulus devletlerin hukuk normlarına yerleşmesinde bu düşüncenin önemi vardır. O halde duyular üstü sezgilerin ve aklın(usun) deneyim dışı ve gözlem sonucu vardığı bireşimler (sentez) ve analizlerin ön koşulu salt ve mutlak değerlerden arındırılmış tarz ve davranışlardan uzak durabilmenin bilimsel yöntemin gereği olan, düşün hayatının en iyi gereksinimleri ile kişinin ne düşündüğünü değil, nasıl düşündüğünün ön koşullarını, bilinç düzeyine taşıyarak vargı ve sezgilerimize deneyim dışı olmaksızın, deneyimle elde edilen aklın uzantılarının açık bir konumlandırmayı gerektirmektedir.
Tarihsel ve toplumsal sistematiğin oluşabilmesi için bireylerin kendi ontolojik meşruluklarını pratik aklın yargı gücü ile kazanmalarını sağlayan eleştirel aklın yürütülmesi ile söz konusudur. Bir bakıma önerme niteliği taşıyan bu ifade demokrasinin olmazsa olmazı olan eleştiri mekanizması değil mi? İdeal olan bu durum, değişime ivme kazandırdığı gibi demokrasinin ve insan haklarının gelişimi açısından kaçınılmaz olmaktadır.
Ütopyamızın temel ilkesi umut ilkesidir: Umut ise eksik bilginin prensibidir. Eksik bilgiyi ise umut duygusu ile tamamlarız. Ancak ontolojik meşruluk için aklın geçerlilik kazanması için yargı ve eleştirel mekanizmaları ile eksik bilgi olgusunu aşabilmek, dinamik devinimler yaratan değişimleri görebilmekten geçtiğini ileri sürebiliriz. Devrimci ve aydınlanmacı geleneğin sürdürülebilmesi için etik aklın insan bilincine taşınmasını gerekli kıldığını düşünüyorum. Diğer yandan değişimin temel ve idealist yanı, ulaşılması gereken bir sanatsal olgunun estetik içeriği de bu bağlamda kaçınılmaz görünmektedir. Örneğin devrimin aşkınsal /transendental özelliği ve estetiği ulaşılması gereken şeyin, sanatsal etkinliğin tümünü kapsayan bir bilgi ve aydınlanma alanı olmalıdır ve bunun pratik aklın eleştirel akıl, yani a priori değil deneysel aklın geçerliliği ile bütünleşerek gerçekleşebileceğini düşünüyorum.