İlk kez edebiyatta duyduk “intihali”.
Başkasının romanından içerik, olay, karakter, paragraf, hatta sayfa çalmanın adıydı.
İntihal kitapları ise, toplumdan ambargo yemek yerine, daha çok satanlar arasına giriyor, her çalmada yazar daha da yıldızlaşıyordu. Nitekim yakın zamanda da, yıldızlaştırılmış birinin intihal kitabı, edebiyat dünyasının yeni tartışmalarından biri olmuştu. Oysa ilk olay da değildi onun için. Yine tınmadı yıldızımsı yazar.
Kitap satıcıları ise, yine en görünecek yerlere koydular kitabını.
*
Akademik dünyada da duyduk intihali.
Bazı doçentlerin, kimi profesörlerin, bilmem hangi kitabını falanca bilimsel eserden aşırarak oluşturduğu, zaman zaman konuşuldu, yazıldı. Öyle ki, merhum YÖK Başkanı Doğramacı’nın bile profesörlük getiren eserinin esasında intihal olduğu, aşırma olduğu söyleniyordu. Arkasında 12 Eylül vardı tabi, tartışan tartıştığı ile kaldı. Ne Doğramacı, ne de ona unvanı verenler, tınmadılar bile.
Bugün de duyarız benzer olayları; “Filanca hocanın filan eserinde intihal var”, derler…
Sonra, intihallere, aşırmalara alıştı akademi dünyası.
Ömründe hiç kitap yazmamış profesörler türedi.
Bilimsel eseri yayınlanmamış rektörler türedi.
Aşırma artık eserden, sayfalardan çıkmış, unvanı, hatta üniversiteyi aşırmaya varmıştı.
*
Müzikte intihale, aşırmalara da rastlıyoruz zaman zaman.
Mesela “Sanat güneşi” için iddialar dolaşmaktadır. “Eserim” dediklerinin gerçekte başkasına ait olduğuna dair iddialar. Eserleri gerçek sahibinden bir dümenle ele geçirdiğine dair adliyelik suçlamalar…
Mesela bir pop yıldızının “bana ait” dediği eserlerin, sözlerinin de, bestesinin de başkasına ait olduğu söylendi. Mahkemeler, televizyon ekranlarından karşılıklı suçlamalar oldu… “Şarkıların söz ve besteleri gerçekte bana ait” diyenin, şarkıcıya aşık olduğu, unu desteklemek için bunları verdiği, ama aşkına karşılık bulamayınca ödünç verdiklerini geri istediği, vs vs… Magazin medyasına bile parmak ısırtan olaylar.
Müzikte bir de “yorum” modası var. Bir ozanın, dokumacı özeniyle dizdiği sözlere, günler boyu kazandırdığı ruhu, yani sözlerin tınısını, ozan öldükten sonra biri, “bakın böyle daha güzel oldu” diyerek keyfince değiştiriyor
Başkası ne der bilmem ama ben oldum olası müzikte yorumu anlamış değilim. Ustanın eserine kafana göre tını vermek yerine, neden kafandaki tınıya uygun bir eser üretmiyorsun? Neden hazıra konuyor, hatta bozuyorsun eseri?
İçime sinmiyor yani.
*
Sinemada intihal…
En çok aşırması yapılan sanat türü.
Kendi gözlemimle ilk intihali, “Yedi Samuray” filminin çalınmış türlerinde gördüm.
Akira Krusova, destansı filmleri ile sinema tarihine geçen, eserleri bütün dünyada izlenen büyük yönetmendir. Dersu Uzala’yı bilmeyen yoktur sanırım. Her eserinde sinema öğrencileri için büyük dersler vardır. O büyük eserlerinden biri de, “Yedi Samuray”dır. 1954 yapımı siyah beyaz filmi her izleyişimde, başka bir coşku kaplar içimi.
Sonra bir Amerikan filminde gördüm, Akira’nın eserinin çalınmış halini; “Yedi Silahşörler”.
Yedi Samuray filmini, Yedi Silahşörler adıyla çekmişler.
Yedi Samuray’dan 6 yıl sonra, 1960’da çekilmiş intihal. Konusu, tiplemeleri, her şey, her şey bire bir kopya edilmiş. Çalınmış yani. Yul Brynner, Eli Wallach, Steve McQueen, Charles Bronson gibi Hollywood’un meşhurları oynamaktadır.
Yedi Samuray filmine göre fark yok muydu? Elbette vardı. Akira’nın oyuncularındaki “bizden biri” duygusu yaratan samimiyet, alçak gönüllülük, rolünü yaşıyor gibi oynayan ustalık yoktu. Tipik Amerikan kovboylarıdır bunlar. Tepeden yaklaşan kibirler, “ben bilirim ulennn” bakışları, küstah silahlı gösteriler… Fark şu ki, bu kez koyboylar fakiri soymuyor, korumaya çalışıyordur. Mert kovboy yani… Peh!
İzledim, ama komedi izler gibi. “İntihalin kovboycası böyle oluyormuş demek ki” dedim, güldüm.
Akira Krusova’nın Yedi Samuray filmini aşırmak, Yedi Silahşor ile de kalmadı. Başka, hatta başka çalıntıları da çıktı.
Yedi Silahşor’dan sonra 1969’da “Yedi Kiralık Silahşör” filmini çektiler. George Kennedy, James Whitmore, Monte Markham gibi oyunculardı bu kez. Aynı çalıntılar, aynı özensizlik, aynı kovboy tavırları… Filmin adını azıcık değiştirdiler sadece; “Yedi Silahşor” idi, “Yedi Kiralık Silahşor” oluverdi.
Kızılderili kovalayan kovboy filmlerindeki sığlığı, Akira’nın usta filmini kopyalayarak gidermeye kalkıyorlardı.
2016 yılında üçüncü kez çektiler. Bu kez ‘Muhteşem yedili’ oldu. Konu, karakterler, mekan, her şey yine kopya idi, yine çalıntıydı. Amerikan kibri ve ruhsuzluğu dışında her şey yani…
Denzel Washington, Chris Pratt, Ethan Hawke gibi oyuncular vardı bu kez. Hollywood’un Doğu Asya filmlerinde oynattığı Güney Kore kökenli oyuncular, Kızılderililer bile vardı.
Bakalım Yedi Samuray’dan çalınmış dördüncü çekimi ne zaman izleyeceğiz?
Amerikan sinemasında sayısız çalıntı film sıralanabilir.
Ne yazık ki intihale bizim sinema sektöründe de rastlıyoruz. Yeşilçam zamanında tek tük görülen örneklerin, son yıllarda sıklaştığını görmek, epeyce düşündürücü…
*
Romanda, bilimsel eserde, müzikte, sinemada intihal olur da, dizilerde olmaz mı?
Halen televizyonlarda yayınlanan, yeni bölümleri çekilmeye devam eden bazı diziler için “Kore dizilerinin birebir kopyası” deniyor.
Dahası, bizim “yerli dizi” sandıklarımızın büyük kısmının, Güney Kore, ABD ve Japon dizilerinin kopyası olduğu iddia ediliyor. Bu yazı için biraz araştırmaya kalktım. Şöyle yüzeysel bakışla bile o kadar çok eser hakkında suçlama ile karşılaştım ki! Yazsam hepsini, buradan köye yol olur.
Utandım. Kolay paracılığın Türk sinema ve dizi sektörünü bu kadar yüzeysizleşmesine utandım.
*
Çürümenin sadece bürokraside, şirketlerde, ihalelerde olduğunu sanırdık. Çürümeyen yer kalmamış meğer.
Bu memlekette Kemalist devrimi tamamlama ihtiyacı, sadece yitirilen bağımsızlık, yok edilen tarım, tarikatlara verilen eğitim için değil, sanat için, bilim için, ahlak için, her şey için lazımmış meğer.