Türk edebiyatının “Kaptanı”, düşünce hayatımızın son yüzyılda yaşamış en önemli isimlerinden Attila İlhan’ın meşhur soru zamiridir: “Hangi?”
Attila İlhan, eserlerindeki polemikleri hep bu soruyla sürdürmüştür; “Hangi Batı?, Hangi Atatürk?, Hangi Sol?, Hangi Edebiyat?, Hangi Laiklik?…”
Önemli ölçüde yazdığı aşk şiirleriyle tanınan İlhan’ın bu eserlerinde, düşünce hayatımız için değerli ve önemli katkılar bulunur. Hiç şüphesiz, içerisinde eleştirilebilecek argümanlar vardır. Ancak, gerçek bir aydın olarak topluma bir yol açma sorumluluğuyla hareket eden “kaptan”, sorduğu sorularla kavramların ve olguların gerçek karakteristiğini, amorflaşan sahtesi ile ayırt edebilmemize imkân tanır. “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu” başlıklı oldukça önemli bir eserin yazarı olan İngiliz Marksist E. P. Thompson’ın “Teorinin Sefaleti” başlıklı kitabında değindiği de tam olarak Attila İlhan’ın sorularıyla ilişkilidir. Thompson şöyle der: “Kavramlar her kapıyı açabileceğimiz maymuncuklar değildir. Kavramların bozulma/amorflaşma ihtimalinin göz önünde tutulması gerekmektedir. Gerektiğinde günümüzü anlama noktasında işlevsizleşen kavramların tamamen terk edilmesi gerekir.”
Peşinen söyleyelim. Bu girizgâh boşuna değil.
Bundan dolayı bu haftaki yazımızın başlığını “Attila İlhanvari” bir soru oluşturuyor ancak sorunun muhatabı bu sefer kendisi. Daha doğru bir ifadeyle, 2000’li yılların başında ülkücü kökenli gazeteci Arslan Bulut ile oluşturmaya başladıkları “Bir Millet Uyanıyor” başlıklı kitap serisiyle inşa edilen Ulusalcılık akımını bu haftaki yazımın merkezine alıyorum. Yazıda, bu akıma eleştirel bir yaklaşım geliştirmeye, tarihsel materyalist perspektiften uzak ulus ve ulusalcılık yaklaşımlarının günümüzde aldığı halin pür mealini ortaya koymaya çalışacağım.
İddiam şudur: Büyük ölçüde Attila İlhan’ın teorisyenliğinde gelişen daha sonra Aydınlık hareketinin ve oradan ayrılan parçaların (Attila İlhan, ölümüne kadar Gökçe Fırat’ın çıkardığı Türk Solu Gazetesinde de yazılar yazmıştır.) tekelinde siyaset sahnesine taşınan ulusalcılık akımının, 2000’li yılların başında dış politikadaki gelişmelere bağlı bir ikimde reaksiyoner olarak geliştiğini, toplumsal ve sınıfsal çelişkileri göz ardı ederek devletin güvenliği gözlükleriyle bir siyaset okuması ortaya koyduğunu, bu okumanın özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi ve sonrasında AKP iktidarının devamlılığını görev bilen ve dahası bunu öncelik sayan bir savruluşa sebep olduğunu söylüyorum. Böylesi bir ulusalcılık anlayışının devrimci barutunu hiç değilse 2015 sonrası tükettiğini ve bugün AKP iktidarının devamlılığını besleyen en önemli ideolojik desteklerden birini oluşturduğu savunuyorum. Anlatalım.
Ulusalcılığın Anatomisi
Ulusalcılık kavramı, diğer dünya ülkelerinden farklı olarak ülkemizin siyasal spektrumunda oldukça özgün bir yerde bulunuyor. Örneğin Kıta ve Ada Avrupa’sında milliyetçilik ve ulusalcılık bizde olduğu gibi iki ayrı kavrama denk düşmüyor. Tek bir kavram olarak; “nationalism” kelimesiyle ifade ediliyor ve bu kavram ekseninde anlamlandırılıyor. Yani, İngilizce konuşulan dünyada ulusalcılığı ve milliyetçiliği aynı kelimeyle “nationalism” ile çevirebiliyorsunuz, dolayısıyla da bir İngiliz’e ulusalcılık ile milliyetçilik arasındaki farkı anlatabilmeniz oldukça zorlaşıyor. Halbuki Türkiye’nin siyasal spektrumunda milliyetçiliğin anlam haznesi ile ulusalcılığın anlam hazneleri ve bunları temsil eden siyasal aktörler farklı yerlere denk düşüyor.
Yazıyı çok teorik bir eksende sürdürmemek ve okumayı zorlaştırmamak için saptamalarımı sıralı olarak ifade etmeye çalışacağım.
1-) Ulusalcılık, Kemalizm içerisinde yer alan ve Kemalizmden ayrı değerlendiremeyeceğimiz bir kavramsallaştırma olarak ortaya çıkıyor. Bu kavramsallaştırma, Kemalizmin 1990’lı yıllarda yaşadığı aydın katliamlarından sonra içerisine girdiği ideolojik krizin radikal bir reaksiyonu olarak ortaya çıkıyor. Bu tarihsel aralıktan önce “bir ideoloji olarak Ulusalcılık” kavramına rastlanılmıyor. İlk saptamamız bu.
2-) Kemalizm içerisinden çıkan Ulusalcılık akımının 1990’lı yıllardan itibaren ama özellikle 2000’li yıllardan itibaren bir paradigma haline gelmesi, dış politikadaki gelişmelerin güvenlik algısına dönük reaksiyoner bir sapmasından kaynaklanıyor. 1980 sonrası kimlik siyasetinin ve mikro milliyetçiliğin yükselişi, 1990 sonrası küreselleşmenin yaygınlaşması ve 2000’li yılların başından itibaren ABD’nin BOP ekseninde Ortadoğu bölgesine inmesi, Ulusalcılığın Kemalizm içerisinde bir paradigma haline gelmesine yol açtı. Dış tehdidi esas alan bu bakış, Attila İlhan’ın Arslan Bulut ile birlikte hazırladıkları eserlerinde belirttiği gibi “dışarıdan gelen yeni bir haçlı seferine karşı” içeriyi homojen bir yapı olarak kavrayan, toplumdaki çelişkileri görmeyen, “hepimiz aynı gemideyiz” hikayesinin bir yansıması olarak yükseldi. İkinci saptamamız bu.
3-) AKP’nin devleti liberaller ve cemaat ile bölüştüğü dönemde (2002-2015) Ulusalcılık, BOP’a ve iç siyasette iktidara karşı görece devrimci misyonu olan bir siyasal hareketin önder pozisyonundaydı. 2015 sonrası AKP’nin değişen ittifak siyasetiyle bu devrimci tutum da değişti. Çünkü, AKP’nin cemaat ile girdiği iktidar kavgasıyla Ulusalcılık, iç siyaseti homojen gören, dışarıya karşı “iç birlik” adı altında karşı-devrim cephesinin yıllara yayılan tahribatını ikincilleştiren dahası bunu yok saymaya kadar vardıran bir siyasal okumayı takip ettirdi. Buradan, AKP’ye dış politika danışmanlığı hizmeti sunmaya çalışan, AKP’nin yeni gayri-resmi teknokratları sayabileceğimiz bir “ulusalcı” kesim türemeye başladı. Ulusalcılık, iktidara “rica ve temennilerde bulunan bir Kemalizm” halini aldı. Üçüncü saptamamız bu.
4-) Bugün, Ulusalcılık, Kemalizm içerisinden çıkan bir sağ sapma olarak varlığını sürdürüyor. Bunda, sınıf perspektifinden yoksun toplumu homojen gören bir halkçılık ilkesinin benimsenmesinin etkili olduğunu düşünüyorum. Halbuki, sosyalistlerin Kemalizme en önemli katkıları; ulusal bağımsızlığı temel alan anti-emperyalist bir mücadelenin tutarlı ve sürdürülebilir kılınması için sınıf çelişkilerini göz ardı etmemesi gerektiği uyarısında bulunmasıydı. 1990’lı yıllarda katledilen aydınların hepsi bunun farkında olan aydınlardı. Onların yokluğu Kemalizmi olabildiğince sağdan yorumların etki alanı içerisine soktu ve günümüzde Atatürkçülük kılıfıyla AKP’yi destekleme ve dahası AKP’den milletvekili olma noktasına getirdi. Dördüncü olgumuz bu.
5-) Sinan Oğan’ın CB seçimlerinden sonra “Atatürkçüleri siyasetin merkezine taşıdık” söylemi, Zafer Partisi’nin “Kemalist bir partiyiz” çıkışı, Vatan Partisi’nin sarayın bahçesinde köşe kapmaca oynaması ve Hulki Cevizoğlu, Metin Feyzioğlu gibi tekil aktörlerin saltanat kayığına atlaması öznel veya karakteristik yönelimlerinden daha fazlasını, fark edilmesi ve önlem alınması gereken ideolojik bir sapmayı gözler önüne seriyor. Ulusalcılık ile birlikte iktidarın ideolojik destek aygıtına dönmüş Kemalizme sol bir müdahale gerekiyor. Israrla vurgulayacağız: Türkiye siyasetine sol bir müdahale gerekiyor. Beşinci saptamamız bu.
Bu müdahale ancak sınıf siyasetinden uzaklaşan, ulusal olanın ne olduğunu sınıf perspektifinden değil de iktidarın güvenlikçi ezberleriyle okuyan söylemlerin terk edilmesiyle sağlanabilir. Ekonomik krizden beslenen ve bu kriz sayesinde kârlarını kat be kat artıran sermayedarların çıkarlarıyla toplumun yüzde 70’ini oluşturan asgari ücretliler ordusunun çıkarları aynı değil. Ulusal çıkarların temsiliyeti emekçilerin temsiliyetine bağlı. ABD-NATO emperyalizmine karşı ve her geçen gün emekçilerin kanı üzerinden kazançlarını artıran sermayedarlara karşı tutarlı bir anti-emperyalist mücadele ancak bu bakış açısıyla sürdürülebilir. Cumhuriyet’in altını oyan saray rejimine karşı mücadele (tabi eğer böyle bir vizyonumuz varsa) ancak bu şekilde tutarlı olabilir. Sınıfsal çelişkiyi ikincilleştiren, toplumu homojen gören dolayısıyla da egemenlerin sınıfsal çıkarlarının yanında konumlanan her siyasal kavrayış bugün değilse yarın iktidarın kucağında kendisini bulur. Örnekleri ortada. Bugün ulusun çıkarlarını savunmak 2000’li yılların başından itibaren tekerlemeye dönen ve yukarıda tarihsel seyrini özetlemeye çalıştığımız ulusalcılık ideolojisini savunmaktan geçmiyor. Yine de sormuş oluyoruz, “hangisi?”