Yarınlar Haber Yazı Kurulu üyelerimiz Kaan Eroğuz ve Dilek Hazan, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir ile geçtiğimiz yılın sonunda İmge Yayınevi’nden Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılına Armağan serisi içerisinde çıkan yeni kitabı “Proleterlerin Gündüzü: Günümüzde İşçi Sınıfı Kültürü ve İletişimi” başlıklı kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Bilim ve Sosyalizm Dergisi’nin Nisan 2024 sayısında tam metni yayınlanacak söyleşinin bir bölümünü Yarınlar Haber okuyucularının ilgisine sunuyoruz.
İşçi sınıfı kültürü ve iletişimi üzerine yazdığınız kitapta “iletişimin sınıfsallığının önemle vurgulanması ve altı çizilmesi gereken nokta” olduğunu belirtiyorsunuz. Buradan başlayabiliriz sanırım. İletişimi sınıfsal kılan nedir? Gelişen iletişim araçları teknolojilerinin işçi sınıfı kültürüne etkisini nasıl yorumluyorsunuz? Bu gelişmelerin “sınıfta açtığı yaralar” nelerdir?
İletişimin sınıfsallığı üzerine düşünmek başlangıç için oldukça önemli bir nokta. Hiçbir toplumsal olay sınıfsal ilişki ve çıkarlardan bağımsız değil. Dolayısıyla, sınıflı toplumlarda iletişim bu toplumların taşıdığı çelişkileri bünyesinde taşıyor. Bir yanda var olan yapının yeniden üretimini sağlamaya dönük pratikler var, diğer yanda ise başka bir dünyayı düşleyenlerin, öfkelerini, hayallerini, sözlerini birleştirmesine ve büyütmesine imkan tanıyan pratikler var.
İletişimin sınıfsallığını görememek ise, sınıf mücadelesi için gerekli iletişim kavrayışından uzaklaşmaya ve egemen iletişim yaklaşımının araçlarına doğru savrulmaya neden oluyor. Egemen iletişimin işaret ettiği hiyerarşik, tek taraflı, iknaya dayalı ve karşı tarafı edilgen gören tarz işçiler arasında da, emek örgütleri içinde de yeniden üretiliyor. Bu süreçler sınıfın kolektif doğasında, sınıf kültürünün dayanışmacı pratiklerinde çok ciddi yaralar açıyor.
Kitabınızın özellikle ikinci bölümü önemli kuramsal yaklaşımların hem özetini hem de tarihsel materyalist perspektiften eleştirisini sunuyor. Burada “sapaklardan” bahsediyorsunuz ve özellikle 1980 sonrası kimlik siyasetinin sınıf siyasetine ikame edilmesinin ideolojik angajmanlarını görünür kılıyorsunuz. İşçi sınıfı iletişimi açısından bu liberal saldırıları nasıl yorumlamak gerekir? Bu saldırılara karşı emekçilerin sınıf kültürünü ve iletişimini geliştirmeye dönük atacağı adımlar neler olabilir?
Kitabın ikinci bölümünde sınıf, kültür ve iletişim tartışmalarının tarihsel maddeci yaklaşım içinde hangi izleklerde geliştiğini, nasıl bir birikim oluşturduğunu ve ne gibi olanaklar sunduğunu açıklamaya çabalıyorum. Çünkü Marksizmin içindeki birikimi görünür kılmak ve bu düşünsel geleneğin mirasını yarına devredebilmek çok önemli. Sınıfın gündelik hayattan işyerine, yabancılaşmadan siyasallaşmaya kadar tüm boyutları Marksist geleneğin mücadele alanıdır. Bu bölümde Marksist kültür-emek tarihçilerini, yapısalcı Marksizmi, devrimci romantizmi ve emek süreci teorisini tartışıyorum. Tüm tartışmalarda sapaklar da mevcut kuşkusuz. Sapakları teorinin açıklama, anlama ve dönüştürme gücünden ve en önemlisi devrimci içeriğinden vazgeçme olarak tanımlayabiliriz. Sapakları yaratan esas olarak anti-Marksistlerin, Marksizmden uzaklaşanların ya da ona yeni eklemeler/enjeksiyonlar yapanların müdahaleleridir.
Marksizm içi ana izlekler çok değerli tartışmalar ve açılımlar sunarken sapaklar da bir o kadar tehlikeli. Esas olan ise ana izlekleri takip ederken Che’nin sözlerinden hareketle, Marksizmin özünü inkar ederek sapaklarda kaybolmamaktır. İçinden geçtiğimiz dönemde bu salt bir entelektüel tercih değil, geleceğimize dair de çok önemli bir toplumsal bir sorumluluktur.
AKP’Lİ YILLAR: NEOLİBERALİZMİN DERİNLEŞTİĞİ BİR DÖNEM
Günümüzün ekonomik kriz ortamında işçi sınıfı derin bir yoksullaşma sürecinin içerisinden geçiyor. Kitabınızın Gündelik Hayat bölümünde bu durumun işçi sınıfının gündelik yaşamında yarattığı tahribatlardan bahsediyorsunuz. Neoliberal birikim rejimine geçilmesiyle birlikte işçi sınıfının gündelik hayatında meydana gelen dönüşümü nasıl değerlendirebiliriz? AKP iktidarı döneminde bu süreç nasıl ilerledi?
İşçi sınıfı için gündelik hayatın devamı üç köşeli bir örüntü izliyor: gelir, geçim ve borçlanma. İşçilerin çok büyük bir bölümü derin bir ücret bağımlılığı içindeler. Hayatla kurulan tek bağ ücret bağıdır. Bu bağ koptuğu anda yaşamdan kopacak, hayattan düşecek bir haldedir işçi sınıfı. İçinden geçmekte olduğumuz dönemde ücret bağımlılığını derinleştiren iki eğilimden bahsedebiliriz: İlki kırdan gelen desteğin erimesi ve ücret dışı gelirlerin azalması; ikincisiyse hayatın her alanının metalaşması. Son yıllarda, kamu hizmetlerinin meta-dışı olma niteliği ve hak olma özelliği ortadan kalkmakta ve kamu hizmetleri metalaşarak piyasada “işlem görmekte”dir.
Gündelik hayatı var eden, belki de yok eden gerçek, borçluluktur. İşçi sınıfı borçla yaşamını sürdürüyor. Aileden ya da arkadaşlardan borçlanma gibi geleneksel kanalların önemli oranda eridiğini gözlemliyoruz. Geçmişten gelen, enformel dayanışma ilişkilerinin kentlerde akrabalar arasında sürmesi ve işçilerin bankaların eline düşmektense akrabalarından borçlanmayı tercih etmesi gibi deneyimler tükeniyor. İşçiler günümüzde finans piyasalarının şiddetini giderek daha yoğun deneyimliyor. İşçilerin çoğu için gündelik hayat evlere hapsolmuş durumda. Gelir yetmezliği iş dışı yaşamda ciddi bir sıkışmışlık, tekdüzelik yaratıyor ve sosyal etkinlikleri, izin ve tatil gibi konuları büyük oranda sınırlandırıyor.
Bu genel eğilimlerin ışığında kuraklaşan ve zayıflayan gündelik hayatı farklı kolektif deneyimlerle zenginleştirmek için imkanlar yaratmalıyız. Bu süreç bireysel olarak yıpranan iradelerin kolektif deneyimler halinde yeniden üretimi olarak düşünülebilir. Bu konu üzerine düşünmek ve yanıtlar aramak bize nefes olacak.
CUMHURİYET’İN ÖTESİNDE BİR SOSYALİZM OLMAZ, OLAMAZ
Proleterlerin Gündüzü, İmge Yayınevi tarafından “Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılına Armağan” serisi içerisinde okuyucuyla buluştu. Kitabınızın önsözünde “Cumhuriyetin ötesinde bir sosyalizm olmaz. Bağımsız cumhuriyet ancak ve ancak emekçi halkın cumhuriyetidir” diyorsunuz. Türkiye’de 100 yılı aşan Cumhuriyet birikimiyle işçi sınıfının sosyalizm mücadelesini ortak bir siyasette birleştirebilmek neden önemli?
Kitabı, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılına Armağan serisine yetiştirebilmek için çok çalıştığımı itiraf ediyorum. Kitabın üzerindeki o kırmızı bandı alabilmek için epey uğraştım yani. Çünkü benim için Cumhuriyetin ötesinde bir sosyalizm olmaz, olamaz.
Cumhuriyetin 100. yılını derin krizler ve mücadelelerle yaşıyoruz. 100. yılında bugünden geriye baktığımızda görüyoruz ki, Cumhuriyetin kurucu felsefesinin tüm toplum lehine ilerletilebildiği dönemler, emeğin ve işçi sınıfının siyaset alanında etkin olduğu dönemlerdir. İşçi sınıfının siyasette güçlü olduğu zamanlar, Anadolu aydınlanmasının halkçı programlarla iç içe geçtiği zamanlardır. İşçi sınıfı siyasetinin toplumsal yaşamda zayıfladığı, etkisinin azaldığı dönemler ise tüm halk sınıfları adına büyük bunalımlara ve gerilemelere neden olmuştur. Dolayısıyla bugün Cumhuriyetin kurucu felsefesini yeniden inşa etmek ancak işçi sınıfının toplumsal ilişkilerdeki etkisinin artmasıyla mümkün. İşçi sınıfı siyasetinin yükselmesi, siyasetin sosyal yurttaşlık ve hak söylemi temelinde şekillenmesini mümkün kılar.
Bugün sosyal devletin yok olduğu ve baskının, sömürünün derinleştiği bir ortamda emekçilerin dili, derdi ve çözümü Cumhuriyetin geleceğini belirleyecektir. Bu nedenle işçi sınıfı siyasetini yükseltme çabaları hayatidir. 100. yılında Cumhuriyeti selamlamak, Cumhuriyetin sınıfsal sarkacında laik, halkçı, kamucu ve antiemperyalist programları yeniden talep ve inşa etmekle mümkündür.
İşçi sınıfına karşı yürütülen ideolojik saldırılar başta olmak üzere artan sömürü ve baskının şiddetini kitabınızda aktarmaya çalışıyorsunuz. Tüm bu olumsuz koşullara karşı kitabın bütününe yayılan bir umut ve iyimserliği kâh Nazım Hikmet’in dizelerinde kâh Orhan Kemal’in satırlarında okuyucuya sunuyorsunuz. Böylesi dönemlerde “iyimser” olmak neden önemli? Sizce işçi sınıfı “şenliği geri getirebilecek mi?”
Sizin de belirttiğiniz gibi Nazım’ın dizeleri, Orhan Kemal’in satırları umuda ve iyimserliğe kapı açar. Nazım şöyle der, “Kederli, mahzun, acılı olmak için sebepler mevcuttur, fakat ümitsiz olmak için tek bir sebep mevcut değildir” ve ekler, “Bizim kalbimiz hep kırıktır. Ama yine de eksik etmeyiz sol cebimizden umudu ve sorumluluğu!”
Bu ülkenin insanlarını ve emekçilerini yazan Orhan Kemal’in şu satırlarını birlikte okuyalım: “İçinde yaşadığımız toplum düzensizliği, insanlarımızı buralara kadar düşürürse asıl suçlu toplumdaki düzensizlik olsa bile, insanlarımız aslında iyidir, güçlüdür, kahramandır. Ey insanoğlu, kendi ellerinle bozduğun toplum düzenini gene sen, kendi ellerinle düzeltip kendini bu çıkmazdan kurtaracaksın.” Bu umudu ve iyimserliği korumak en başta sınıfın içinde varolmakla mümkündür. Bugün toplumsal muhalefetin belki de en eksik bıraktığı alan tam da budur. İşçi sınıfının yanında yer alan toplumsal kesimler, aydınlar ve sanatçılarla birlikte şenliği geri getirebiliriz.
Son olarak Yarınlar Haber okuyucularına söylemek istediğiniz bir mesaj var mı?
Cumhuriyeti ve sosyalizmi savunurken Yarınlar Haber inadımızı ve irademizi dinç tutuyor. Cumhuriyete yönelik karşı-devrimci saldırılar, sınıf siyasetine karşı kimlik siyasetinin saldırıları, solun kendini bu memleketin ve emekçilerin arasında tanımlamaktan giderek uzaklaşması… Şu an bu sorunlarla mücadele ediyoruz ama hep birlikte bunların üstesinden geleceğimizi biliyoruz.
Teşekkür Ederiz.
Ben teşekkür ederim.
(Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir ile gerçekleşen söyleşinin tam metni Bilim ve Sosyalizm Dergisi’nin Nisan 2024 sayısında basılı olarak yayınlandı. Dergiyi temin etmek için iletişim kurabilirsiniz. dagitim@bilimvesosyalizm.com)
Author Profile
Latest entries
- ana manşet04/10/2024İngiliz gazetesinden çarpıcı savaş iddiası: Listede Türkiye de var
- ana manşet04/10/2024Ahmet Davutoğlu, PYD’ye Esad’a karşı ayaklanın size özerklik verelim demiş
- ana manşet03/10/2024KYK yurtlarına yemek hizmeti veren AKP’linin firmasının yemeklerinden domuz eti çıktı
- ana manşet03/10/2024Moskova’dan ‘Türkiye’nin BRICS üyeliği’ ile ilgili açıklama