Victor Klemperer’in dediği gibi, “Sözcükler, küçücük arsenik dozları olabilirler. Farkında olmaksızın yutulurlar, bir etki yaratmıyor gibi görünürler ama bir zaman sonra zehir etkisini gösterir.” Naziler Almancayı aldı, bütün dünya kaybetti. Türkçeyi teslim edersek, Cumhuriyet’i geri almak çok daha zor olacak!
Kordofan’daki Napata şehir devletinde rahipler, günü gelince ülkenin kralını öldürür ve yerine yeni kralı çağırırlarmış. O günü, sürekli gözledikleri ay ve yıldızlara göre belirler, şenlik ateşleri yaktırır, kurbanlar keserlermiş; gelenek böyleymiş… Bu seferki kralın, dinleyenlere yemeyi içmeyi, kölelere hizmet etmeyi, krallara nefes almayı unutturan; insanı zevk dolu baygınlığa salan bir dili ve çok güçlü bir masal anlatma yeteneği olan Far-li-mas adlı bir kölesi varmış…
Devamını Joseph Campbell’den okuyalım: “Sözleri bal gibi tatlıydı, sesi ilk yağmurun toprağa sızması gibi kalabalığı etkiliyordu. Dilinden miskten hoş bir koku yayılıyordu… Sözleri, bazıları için cennete giriyorlarmış gibi huzur verici, bazıları içinse ölüm meleği gibi korkutucuydu. Bazılarının ruhlarına neşe, ötekilerin yüreğine korku doldurdu. Ve şafak yaklaştıkça sesi daha da güçlendi, insanları daha çok titretti, savaştaymış gibi kalabalığın birbirlerine karşı yüreklerini coşturdu, herkeste birbirlerine karşı şimşekler çaktırdı…” (İlkel Mitoloji, Tanrının Maskeleri, İmge Kitabevi Yay. Ankara, 1992)
İşte Far-li-mas’ın bu güçlü dili, rahipleri öyle bir etkiler ki kralı öldürüp yenisini ilan edecekleri günü belirlemeyi bile unutturur onlara. Unutturunca da ülkede rahiplerin kral değiştirme geleneği son bulur; ne var ki geleneğin yok olması yüzünden sonunda ülke de yıkılır.
Bu efsane, dilin, hangi toplumsal statüde olursa olsun insan üzerindeki etkisini ve bütün bir toplumun kültürünü, geleneğini nasıl belirleyip değiştirebileceğinin bir alegorisidir (yerine). Ancak efsane denip geçilmemelidir; efsaneler bir anlamda mitostaki logosturlar ve toplumsal belleklerimizin arketipleridirler (ilk örnek), çağdaş toplumlarda da karşılıkları vardır. Tıpkı Far-li-mas’ın dilinin ve anlatımının bir karşılığı olan; halkı, aydını ve siyasileri ikinci büyük savaşa ikna eden faşizmin dili gibi.
Çünkü dil, yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda düşünce biçimimizi, dünya görüşümüzü ve kültürel kimliğimizi şekillendiren büyük bir güçtür. Dilin, ideolojilerin yayılması ve güçlendirilmesinde önemli bir araç olarak kullanılabildiğini; ideolojilerin dil aracılığıyla belirli marjinal kavramları, değerleri ve dünya görüşlerini normalleştirebildiğini, hatta onları diğerlerine göre daha üstün gösterebildiğini; örneğin sapkın bir düşünceyi veya toplumsal eşitsizlik üreten bir ekonomik sistemi doğal ve kaçınılmaz olarak sunabildiğini… dilbilimcilerin ve dil felsefecilerinin çalışmalarından ve her günkü gözlemlerimizden biliyoruz.
Dilin iktidar ve bilgi ile ilişkisini inceleyen Michel Foucault, ideolojilerin, dil aracılığıyla normlar ve değerler dayattığını bunun da toplumsal düzenin sürdürülmesine hizmet ettiğini ileri sürer. Yine dilin, devletin ideolojik aygıtlarından biri olduğunu söyleyen Louis Althusser’e göre ideolojiler dil yoluyla bireylere dayatılır ve bu, bireylerin toplumsal sistemin bir parçası haline gelmesini sağlar. Dilin evrensel bir yapıya sahip olduğunu ileri süren Noam Chomsky de dilin aynı zamanda politik propaganda ve manipülasyon için kullanıldığını, devletlerin medya ve dil aracılığıyla ideolojilerini yaydıklarını savunur. Antonio Gramsci’ye göre ise hegemonya, egemen sınıfın dünya görüşünün toplumun diğer kesimleri tarafından gönüllü olarak kabul edilmesi sürecidir ve bu süreçte dilin özel bir önemi vardır. Bunlara farklı dil yapılarının, olayları, zamanı ve mekânı algılayış biçimimizi etkileyebildiğini, dolayısıyla ideolojilerin ve dinlerin dil aracılığıyla bireylerin dünyayı algılama biçimlerini manipüle edebildiğini ileri süren “dilsel görelilik” kuramının savunucuları Edward Sapir ve Benjamin Lee Whorf’u da ekleyebiliriz.
Dolayısıyla dilin, toplumdaki güç ilişkilerini pekiştirdiği, muhalif görüşleri marjinalize edebildiği, böylece tarihsel olarak, egemen sınıfların kültürel ve siyasi egemenliklerini sürdürebildiği bir sır değildir. Nihayet Adolf Hitler, henüz iktidara gelmeden önce faşist ideoloji, toplumun her alanında olduğu gibi Almanca üzerinde de derin izler bırakmaya başladı. Nazilerin iktidar döneminde ise Almanca, adeta yeniden yapılandırıldı. Basit, akılda kalıcı sloganlar ve tekrarlanan ifadeler, halkın duygularını manipüle etmek için kullanıldı. “Ein Volk, ein Reich, ein Führer” (Bir halk, bir imparatorluk, bir lider) gibi sloganlar, bu dönemin en bilinen örnekleridir. Basın, yayın ve edebiyat, Nazi ideolojisine hizmet edecek biçimde düzenlendi. Almanca, “Untermensch” (Alt İnsan) ve “Übermensch” (Üst İnsan) gibi kavramlarla Yahudileri, Romanları, komünistleri, engellileri, diğer azınlıkları ötekileştiren, aşağılayıcı, bir dil oldu ve soykırımın ideolojik temellerini böyle oluşturdu.
Nazi rejimi, Almancaya yeni terimler eklemekle kalmadı, var olan sözcüklere militarist anlamlar da kazandırdı. Faşist ideolojinin kök saldığı bu dil, sürekli bir “savaş” ve ötekine “düşman” odaklıydı. Dilin bu şekilde politize edilmesi, toplumu savaşa hazırlamak ve “tehdit” duygusu yaratmak için kullanıldı. Her şey, bir “savaş” metaforu üzerinden anlatılır oldu. Semboller ve kısaltmalar da bu ideolojinin bir parçası haline getirildi. Rejim giderek Almancayı “saflaştırmayı” ve kendi ideolojisine uygun bir dil kılmayı hedefledi. NSDAP’nin (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) paramiliter kanatları olan Schutzstaffel (SS, Savunma Birimi) ve Sturmabteilung (SA, Fırtına Birimi), Almancada ve dolayısıyla halkın zihninde terör, disiplin, baskı ile eşanlamlı hale geldi. Özetle dil, Nazi rejiminin ideolojisini yaymak, toplumu manipüle etmek için kullanıldı; dilin yapısı, kelime dağarcığı ve anlam dünyası rejimin hedefleri doğrultusunda dönüştürüldü.
Konumuzun birinci elden tanığı, Birinci Dünya Savaşı’nda cephede savaşan Victor Klemperer’dir. O bir Yahudi’ydi, Yahudi uyruğu nedeniyle Dresden Üniversitesi’nde Fransız Edebiyatı profesörüyken 1935’te üniversiteden uzaklaştırıldı. Eşinin Aryan olması onu Nazi şiddetinden ve toplama kamplarından uzak tuttu. Bir dil araştırmacısı olarak 1933’ten 1945’e kadar tuttuğu günlükler; Nazizm’in Almancayı nasıl dönüştürdüğünün somut göstergeleri oldu ve 1946’da yayımlanan “LTI, Lingua Tertii Imperii (Üçüncü İmparatorluğun Dili) / Notizbuch eines Philologen (Bir Filologun Defteri)” adlı kitabını oluşturdu. Nazi ideolojisinin dil üzerindeki etkilerini ve dilin nasıl bir ideolojik araç olarak kullanıldığını derinlemesine inceleyen kitap, 20. yüzyılın önemli ve etkileyici eserlerinden biri oldu.
Alman dilbilimci Karl Vossler’in ‘dilsel fenomenlerin tinin ifadesi olduğu’ tezinden yola çıkarak, “Dil, açığa çıkarandır” diyen Klemperer’e bu çalışması için, bir tanıdığının “Tabirlerden dolayı…” Nazilerce hapsedilmesi esin kaynağı olmuştu. “Benim için aydınlanma oldu bu. Bu söz her şeyi berrak görmemi sağladı. ‘Tabirlerden dolayı…’ İşte bu nedenle günlüğüme çalışacak ve bu meseleye eğilecektim.” diye yazar Victor Klemperer (LTI/Nasyonal Sosyalizmin Dili, İletişim yayınları, 2013).
Yazar, günlüklerinde Nazilerin kendi ideolojilerini yaymak ve güçlendirmek için dili nasıl sistematik bir biçimde kullandıklarını gösterir. Yeni kelimeler yaratmak, eski kelimelerin anlamlarını değiştirmek ve dilin duygusal yükünü yapılandırmak gibi yöntemlerle Nazi rejimi, toplum üzerindeki kontrolü sağlamıştır. Klemperer, Nazi söyleminin günlük hayata nasıl sızdığına, insanların düşünce ve davranışlarını nasıl şekillendirdiğine tanıklık eder. Yaşadığı deneyimlerinden ve gözlemlerinden hareketle Nazi dilinin toplumu nasıl dönüştürdüğünü çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bir dilbilimci olarak bu dilin yapısını ve işleyişini bilimsel bir yaklaşımla inceler. Ancak bir Yahudi olarak Nazi rejiminin kurbanı olma deneyimini de kişisel bir duygu yüküyle anlatır. Bu ikili bakış açısı, kitaba hem akademik bir derinlik hem öznel bir yoğunluk kazandırır.
Şimdi yukarıda dil ve ideoloji ilişkisi üzerine savladıklarımızı Victor Klemperer’in günlüklerine yansıyan gözlemleriyle örnekleyip somutlaştırabiliriz: Yazar, Nazilerin sadece ari Alman ırkını anlatmak için kullandıkları ve ötekileri dışarıda bırakan “Volksgemeinschaft” (Halk Topluluğu) sözcüğünün Alman toplumunda nasıl geniş çapta kabul gördüğünü ve Nazilerin bu terimle toplumu “biz” ve “onlar” şeklinde kutuplaştırdığını yazar.
Ailesi kadar yakın dostu, öğrencisi T. ile yaşadığı deneyim, yazarı Nazi dilinin ilk sözcüğüyle tanıştırır. T, Nazizm’e sempati duymaya başlayınca tartışırlar. “Savaş istediklerini görmüyor musun?” diye sorar Klemperer; “Olsa olsa bir kurtuluş savaşıdır istedikleri, tüm milli halk cemaatinin, işçilerin ve sıradan insanların da lehine olacak bir savaş…” yanıtını alır. T. ona bir komüniste “ceza seferi” düzenlediklerini, yani onu bir güzel dövdüklerini anlatır. “Ceza seferi”, duyduğu ilk Nazice sözcüktür!
Yazara göre Naziler, “kahramanlık” ve “yücelik” anlamları taşıyan kelimeleri sıkça kullanmışlardır. Örneğin, “Helden” (kahraman) ve “Opfer” (kurban) sıfatları, savaş ve milliyetçilikle ilişkilendirilerek propagandada önemli yer tutmuş; Naziler bu kelimeleri kullanarak Alman halkına sürekli bir fedakârlık ve kahramanlık çağrısında bulunmuştur. “Sosyalizm” yerine de “Marksizm”i kullanırlar ki gerçek “sosyalizm” onlara kalsın, yanlışıysa Yahudi Marks’ın sapkın öğretisi olarak tescillensin!
Yazar, bu süreçte “Jude” (Yahudi) sözcüğünün nasıl olumsuz bir anlam kazandığını da gösterir. Nazi propagandasında sözcük, “kötü niyetli, sinsi ve zararlı grup” anlamındadır. Bu anlam, Yahudilerin toplumdan dışlanmasına zemin hazırlar. Klemperer, “fanatik” sözcüğünün de anlam daralması yoluyla olumsuz anlamını yitirdiğine, yalnızca olumlu anlamıyla partiyi ve Hitler’i koşulsuz destekleyen kişileri tanımlamak için kullanıldığına tanıklık eder.
Toplama kamplarına “çalışma kampı” anlamına gelen “Arbeitslager” denmesi, “savaş” sözcüğünün sadece askerî anlamda değil, ekonomiden sanata kadar her alanda kullanılması, halkı sürekli bir tehlike ve çatışma hali içinde tutmayı amaçlayan bir dil stratejisidir. Yahudilerin sistematik olarak öldürüldüğü “nihai çözüm” anlamına gelen “Endlösung” terimi ise gerçekte soykırımı gizleyen bir örtmecedir (euphemismus). Hapishanelerdeki numaralandırma yöntemi, insanları ‘sayıya, sıraya taneye’ indirgemek, şeyleştirmekten başka bir nedir? Böylelikle tutsakların varlıkları değil ama insanlıkları yadsınmış olur!
“O yıllarda günlüğüm benim ‘denge çubuğu’mdu, o olmasa yüz defa düşmüştüm.” diye yazan Klemperer, tüm bu örnekler ve daha fazlasıyla, Nazi dilinin sadece ideolojik bir araç olmadığını, aynı zamanda insanların düşünme biçimlerini ve toplumsal normları yeniden şekillendiren bir güç olduğunu görmemizi sağlar. Yaptığı çözümlemelerle bu dilin bireyde ve toplumda nasıl bir karşılık oluşturduğunu gösterir: “Nazizm, insanların etine ve kanına tek tek kelimelerle, deyimlerle, cümle formlarıyla giriyor, milyonlarca defa tekrarlayarak kendini dayatıyor, bunların mekanik ve bilinçsiz biçimde devralınmasını sağlıyordu… Sözcükler küçücük arsenik dozları olabilirler. Farkında olmaksızın yutulurlar, bir etki yaratmıyor gibi görünürler ama bir zaman sonra zehir etkisini gösterir.”
Dilin psikolojisine, sosyolojisine dair son derece canlı örneklerin yer aldığı LTI/Nasyonal Sosyalizmin Dili, dile ilgi duyanların ilgisiz kalabileceği bir çalıma değil. Bizim yazımıza konu etmemizin nedeni ise, bu vesileyle ülkemizde uzun zamandır iktidarda olan siyasal İslam ideolojisinden kök alan bir terminolojinin Türkçemize bulaşan örneklerini görmemiz konusunda farkındalığı artırmaktır.
Zira, Faşizm örneğindeki gibi, dili teslim edersek, Cumhuriyet’i geri almak çok daha zor olacaktır!
Author Profile
Latest entries
- ana manşet01/12/2024Gerçeği Görme Sorunu
- ana manşet23/11/2024Arda’nın Geleceğini Konuşmak…
- ana manşet17/11/2024Faşizmin dili
- ana manşet16/11/2024Yangında İlk Kurtarılacak Beş Mısra