Uluslaşma sorunu uluslaşma sürecini tamamlayıp tamamlayamadığınıza bağlı olarak oluşur. Sorun ve sürecin tamamlanabilmesi demokratik üretim ekonomisi, demokratik/laik bilimsel eğitim uygulanabilmesine bağlıdır. Bu sorunlardan uzak ve tarikatlara teslim edilen eğitim toplumu büyük ölçüde çürütecek boyuta varmıştır. Dolaysıyla ekonomiyi üreten ve oluşturulan temel ve ana sanayi ünitelerin yağmalandığı bir bağlamda, etnik bir meseleyi oluşturacak koşulların yaratılmış olmasına neden oluşturmuştur. Bu bağlamda bir ulusun ulus olmaktan çıkarılma girişimleri hız kazanırken, mikro etnik milliyetçilik’e kutsiyet atfedilerek, sorunsallık gizeminde mitolojik bir hikâye oluşturulmaktadır. Hikâye nasıl çözülür? Hikâye gizemli ve mitolojik bir efsane olarak kalmış olması ve hatta muhafaza edilmesi, etnik olguyu canlı tutulmasına yol açmaktadır.
Sanayi toplumlarında etnik olgu belirleyici değildir ve toplumsal oluşundan daha da önemlisi o, kültürel bir dinamik olarak, kapitalist toplumun kültürel dinamiğidir. Ancak feodal toplumun belirleyiciliğinde önemli rol oynar etnik özellikler.
Tarihsel olgu olarak, etnik çeşitlilik bir ulusun oluşum sürecinde önemli kriterdir ve özellikle Avrupa da ulus kavramı mutlakıyetçi bir devlet alanında gelişti. Mutlakıyet, devletin feodal üretim ilişkilerini yöneten politik devletin bir biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Fransız, İngiliz ve Amerika da gerçekleşen burjuva devrimleri ile feodal üretim ilişkileri ve araçlarının tasfiyesi devlet anlayışında muazzam bir değişimi beraberinde getirdi. Yeni üretici güçlerin ortaya çıkması ise demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesi bakımdan çok önemli dinamik güç elde eden emekçi sınıfların örgütlenmesi ve sendikalaşması ile Marksist aydınlanmacı hareket de burjuva devletinin ideolojik aygıtı olan sermaye odaklı sistemi hedef göstermiştir. Aslında Marksist aydınlanmacı hareket de ulus kavramının oluşumunda dolaylı olarak destek sunmuş olduğunu çok rahatlıkla burada müşahede edebiliyoruz. Sosyolojik ve sosyo-ekonomik temelli gelişim evrelerinde söz konusu olan devletin yapısıdır, zira devletin kimliği daha önce ilahi kral ve sultana ait iken, burjuva devlet yapısında bu kimlik, ulus tinine dönüşerek devletin şekil ve oluşum sürecinde modernitenin olgusuna dayalı olarak geliştiğini söyleyebiliriz.
Modern egemenlik kavramının ulusal egemenlik kavramına dönüşümü yeni maddi koşullara bağlanması, bir nevi sermaye birikim süreçleri ile iktidar yapıları arasında bir denge oluşturmuş olmalarından ötürü, devlet kapitalizminin gelişimini de beraberinde getirdiğini düşünüyorum. İngiliz ve Fransız devrimlerinin bize gösterdiği gibi burjuvazinin politik zaferi, ulus kavramını politik bir zemine taşıdığını ve ulusal egemenlik olgusunu tarihsel bağlamda meşrulaştırarak ulus devletinin gerekçesini açıklamaktadır. Türk devriminin özellikleri gereği, tarihsel meşruluğu çok açıkken, bu doğrultuda devam ettirilmesi gereken “sürekli devrimler” ve devrimlerin uluslaşma sürecini de daha ileri boyuta kavuşturacaktır.
Ulus devleti tarihsel olarak tarihin bir öznesi ve toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde yukarıda izahını yaptığım süreçlere denk düşmektedir. Ulus devleti tarihin öznesi olarak sınıf ilişkilerinin yanında ekonomik politik sorunlarının giderilmesinde sosyal devlet ve halkçılık ilkelerinin gelişmesinde önemli ve anlamlı rol oynamıştır.
Şimdi eleştirilen ulus devlet modeli mi ? Yoksa etnik anlayışla ulus devlet modelinden daha ileri bir üretim anlayışı mı beklemeliyiz? Etnik hareket hangi ekonomik politik sorunu çözebilir? Aslında her soru için yanıtlar vardır ve şunu çok rahatlıkla ifade edebiliriz: Etnik hareketin ekonomik-politik sorunu çözme meselesi yoktur. Etnik durumun uluslaşma meselesindeki yeri ulusun uluslaşma süreci ile doğru orantılıdır. Tek mesele, etnikçilikle politik siyasal hayata ırk temeli veya kavmiyetçilik üzerinden politik mağduriyeti –duygusal güç olarak kullanarak, ulus devletini biçimlendiren üretim ilişkilerinin sermaye birikimi ile işçi sınıfını bölmek ve en gerici güçlerle ittifak yaparak gerici oluşumlara destek sunması kaçınılmaz bir durum oluşturmaktadır.
Etnik hareket demokratik değildir, çünkü toplumun bütünlüğüne ve gelişimine aykırı burjuvazinin belki de en şımarık politik halkasıdır. Ulusların devlet ve kader tayin hakkı teolojik bir meseleye dönüştürülerek siyasi alan da yer kapmak demokratik devlet için olumsuz bir durumdur. Bu bağlam içinde devletin varlığı ile onu oluşturan tüm kurumlar devrimler ve aydınlanmacı süreçlerin sonucudur. Devletlerin zarar görmesi ile ulus kavramının zayıflatılması etnik hareketin haklılığını ve meşruluğunu kanıtlamaz. Yugoslavya, Irak ve Suriye’nin ve daha bir çok ülkenin bölünmesi ulusların tüm ekonomik değerlerinin hiçleştirilmişi ile etnik ve ulus kavramlarının ayrıştırılarak özgürlük sorununun çözülebileceğini düşünebilmek bana çok nahif gelmektedir; demokrasinin odak noktası toplumun sosyo – ekonomik ve politik hakları olması gerekirken, onun yerine mikro milliyetçiliğin öncel biçime sokulması, demokrasi ve insani gelişimini sağlayabileceğini düşünmüyorum.
Tespit ettiğimiz tek şey etnikçilikle gelişen devletin bölünüp yağmalanması ve emperyalist güçlerin işgaline uğramasıdır. Etnik hareket ile emperyalist işgalin çıkarları dünyanın her yerinde ittifak halindedir. Bu durumda etnikçilik, gericileşen feodal güçlerle koalisyon yaparak küresel ve yerel olanla buluşma sahasında olması onun en dayanılmaz hafifliğini göstermektedir.
Etnikçilik çağdışı yani ortaçağın bir uzantıdır. Bu açıdan etnikçilik hem insanlık suçudur hem de insanlık dışıdır. Ama etnik kimlik siyasallaşmadığı sürece demokratik hukuk zemininde kendini kültürel temelde ifade edebilmesi ise olağan ve hukukidir. Bu durum demokrasinin gereği olduğu gibi ulus devletinin oluşum süreçlerinde var ola gelen bir sosyal olgu ve sosyal ulus olmanın şartlarından biridir. Tıpkı dinin siyasal amaçlar için kullanılmaması ve dinin siyasal zeminde yer almaması gibi laiklik ilkesinin uluslaşma sürecinde önemi ve anlamı büyüktür.
Diğer yandan küreselleşmeye içkin bir durum oluşturan yerel ve küresel olan arasındaki diyalektik ilişkidir. Bu bağlamda yerel bazı olaylar, zaman veya mekân içinde değişim ve dönüşüm içinde gelişen toplumsal olaylar ile kültürel hareketler içinde yeni bir ivme haline dönüşse de etnik durum katı bir halden küreselci anlayışın içinde aslında gelişim göstermeden çağın dışında olma halini tercih etmektedir adeta.
Küreselleşme olgusunu incelerken daha çok aydınlanma ve ulusalcılık arasındaki bağlantıları kurarak nitelikli bir analiz elde etmek mümkün görülmektedir. Küresel olan dünyanın varlığı ulus devletlerin varlığı ile eşgüdüm içindedir; zira ulus ve devlet modernitesi olmadan küresel dünyanın işlevsel olabilmesi mümkün değildir.
Diğer yandan devletin modernite yapısında ulusal kimlik ve ulusalcılığın yenilenmiş yeni gücü ile artan kültürel ve sosyo-ekonomik birlikteliğin zorunlu koşullarında ve büyük dünya salgını bağlamında ulus devlet olgusunun önemi ve işlevi ise çok daha büyük bir anlam içinde laik devlet yapılanmasının elzem olduğu gerçeğini bir kez daha tarihsel bir yanıt olarak göze çarptığını gözlemlemekteyiz.
Bu genel geçer durumun karşısında küreselleşmenin sonuçlarını oluşturan radikal ve etnik terörist yapılanmaların yanında fundamentalist (İrtica) ve gerici yobaz dinsel terör aygıtlarının ortaya çıkması modernite-aydınlanma ve laikliğe karşı gösterdikleri kısmi başarıları hem küresel dünyayı ürkütmüş ve hem de yerel güçlerin demokratik olarak güçlenmesini engelleyebilmişlerdir -diyebiliriz.
Küreselleşmenin yarattığı bu alkışlanamayacak durum aslında salgın hastalıkların artması ve yayılmasına da önemli katkılar sunduğunu görebilmekteyiz.
Küresel sömürü ve artan küresel şiddet Amerikan hegemonyasının bir sonucudur. Çevre kirliliği ve artan yoksulluk, insanın varlık nedenini sorgular hale getirirken onun içsel dünyası ise dünya –küresel pandamı/salgından ötürü hayal ve özlemlerine, sanatsal yaratıcılığına ve kültürel etkin- ve üretkenliğine çok olumsuz vurucu darbeler ve çok çarpıcı olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
Küresel kimlik oluşturma çabaları bu bahsettiğim ekolojik dengenin zayıflaması, kültür ve sanatsal alandan çekilen insan topluluklarının ulus devlet kimliğinde kalmalarını sağlamış olması istenilen ve niyet edilen olarak değil, tarihin bir zorunluluğu olarak zaman ve mekân içinde yeni bir güçle ulus kimliğinde var olmayı yeğleyeceğini görüyorum. Zira ulusal kimliğin bir geçmişi var ve temeli olan bir kimlik, kendine özgü değerleri birliktelik ruhunda oluşturduğu için, ulus olabilme ve onun tarihsel kültürel değerlerini taşıyabilmenin anda ki varlık bilinci ile var olması birey için vazgeçilmezdir ve yaşamsaldır.
Kavmiyetçilik ve etnik siyasi olguların modern ve demokratik devletin yapılanmasında bir ilgi alanı oluşturabilmesi üniter ve laik devlet açısından zararlıdır. Kavmiyetçilik ve etnik olgular çerçevesinde oluşan her siyasi veya politik yapılanma demokrasi için bir şans değil, tam tersine demokratik çağdaş devletin varlığı için olumsuz ve dezavantaj bir resimdir. Kültürel ve yerel özelliklerin yaşanması, politize edilmediği sürece, demokratik toplum ve ulusun birlikteliği için önemli bir zenginliktir.
Tarih ve tarihsellik kültür, sanat, yazın ve üretimin her kolda yapılabildiği faaliyetler içinden gelişen ulusun oluşturduğu devletin zorunlu tarihi ve tarihselliğidir. Devlet tarih değil, ancak o tarihseldir. İnsanın devletle buluşması bir basit arzudan çok, tarihsel bir zorunluluktan geldiğini ifade etmek ve vurgulamak istiyorum.
Fakat küreselliğin tarihsel olduğunu söyleyebilmek için henüz çok erken; Küresel hegemonya, kapitalist hegemonyadır ve bunun diğer tanımı ise emperyalist gücün tüm yerküreyi tekli tüketim anlayışına zorlanan kitleleri kültürlerinden uzaklaşmıştır artık. Kapitalizmin küresel olgusu onun karanlık tarih sayfalarında mutlaka yer alacağından eminim, yer de aldı aslında. Aşırı tüketim ile dünya ulusların kültürel özelliklerinin bulanık hale getirilmesi veya tanınmaz hale dönüştürülmesi olarak izah edebileceğimiz sistemin kendisi küresel hegemonyanın, insanın insanla olan ilişkisini bile ortadan kaldırmaya yönelik olarak gelişmektedir. İşte yabancılaşmanın en dayanılmaz hafifliğinde var olan sistemin kendisi, suç üretirken, suçluyu da beraberinde oluşturmaktadır.
O halde etnik mesele olarak görünen şey, bireyin ve demokrasinin, ulusun ana amaçlarından da çıkmış olarak müşahede edebilmekteyiz.
Author Profile
Latest entries
- ana manşet28/11/2024Marksist din eleştirisinin dönüşümleri-1
- ana manşet21/11/2024Faşizmin inşaası üzerine geliştirilen eleştirilerin teorik çıkmazları-2
- ana manşet14/11/2024Faşizmin inşaası üzerine geliştirilen eleştirilerin teorik çıkmazları
- ana manşet07/11/2024Tasarım ve hayalleri ile rüyasını yaratan insan