Ortadoğu, tarih boyunca emperyalist güçlerin çıkar çatışmalarına sahne olmuş bir coğrafya. Bu topraklarda hiçbir çatışma, Batı’nın müdahalesinden bağımsız değerlendirilemez. Bugün Suriye krizi, sadece bir ülkenin iç meselesi değil, küresel hegemonya mücadelesinin somut bir yansımasıdır. Türkiye’nin bu denklemdeki rolü kritik…
Suriye, 2011’de Arap Baharı’nın etkisiyle başlayan protesto dalgalarının Batı’nın kontrolüne geçtiği, halk hareketlerinin savaş alanına dönüştüğü bir ülke. Türkiye ise başlangıçta Suriye krizinde yanlış bir pozisyon alarak, Esad yönetimine karşı emperyalist planların dolaylı bir parçası haline geldi. Ancak bu süreç, ABD’nin bölgedeki gerçek niyetlerini anlamak için bir ders niteliğindeydi. ABD, Suriye’yi bölmek ve sınırlarımız boyunca PYD/YPG gibi örgütlerle bir tampon bölge oluşturmak için harekete geçti. Bu durum, Türkiye’nin kendi sınır güvenliği ve bölgesel dengeler açısından ciddi bir tehdit anlamına geliyor.
Bugün artık bir gerçek ortada: ABD, bölgede dost değil, çıkar peşinde koşan bir hegemon. Türkiye, ABD’nin sözde stratejik ortaklığının ardındaki ikiyüzlülüğü görmeli ve bölgesel işbirliği odaklı bir dış politikaya yönelmelidir. Suriye’nin toprak bütünlüğü, sadece Suriye halkının değil, Türkiye dahil tüm bölge ülkelerinin ortak çıkarıdır. Peki, bu çıkarları nasıl koruyacağız?
Cevap basit: Bölge ülkeleriyle dayanışma. Türkiye, Suriye, İran ve Rusya arasındaki diplomatik süreçler, Batı’nın bölgedeki planlarını bozmak için en güçlü zemini oluşturuyor. Özellikle Astana Süreci gibi girişimler, bölge halklarının emperyalist güçlere ihtiyaç duymadan kendi sorunlarını çözebileceğini gösteriyor. Türkiye’nin bu süreçte daha aktif bir rol üstlenmesi, Batı’nın bölgedeki oyunlarını bozacak önemli bir adımdır.
Diğer yandan, İran’la ilişkiler özel bir önem taşıyor. Tarihsel rekabet bir yana, Türkiye ve İran bugün ortak tehditlerle karşı karşıya. ABD’nin her iki ülkeyi zayıflatma hedefi, bölgesel işbirliğini bir zorunluluk haline getiriyor. Enerji, güvenlik ve terörle mücadele gibi alanlarda işbirliğinin derinleştirilmesi, hem Türkiye’nin hem de İran’ın elini güçlendirecektir.
Elbette bu yaklaşım, Türkiye’nin bağımsız bir dış politika geliştirmesini de gerektiriyor. NATO üyeliği ve Batı ile olan ekonomik ilişkiler, Türkiye’yi Batı’nın etkisinden tamamen çıkarmasa da(doğru ve ideal olan bu yapılardan çıkmak olmalıdır) bölgesel politikaların geliştirilmesine engel olmamalıdır. Türkiye’nin geçmişte olduğu gibi bugün de “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini yeniden hatırlaması gerekiyor. Ancak bu sulhun yolu, emperyalist güçlerle işbirliğinden değil, bölgesel dayanışmadan geçiyor.
Türkiye’nin Suriye politikasında atacağı her adım, sadece kendi ulusal güvenliği için değil, bölgenin barışı ve istikrarı için de belirleyici olacaktır. Emperyalist müdahalelerden arındırılmış, bölgesel dayanışmaya dayalı bir Ortadoğu mümkün. Bunun yolu ise komşularla birlikte hareket etmekten, bölge halklarının kaderini dış güçlere bırakmamaktan geçiyor.
Unutmayalım: Emperyalizmin en büyük korkusu, bölge halklarının birlikteliğidir. Türkiye, bu birlikteliğin öncüsü olma potansiyeline sahiptir. Suriye krizine verilecek en iyi yanıt, savaşın değil barışın aktörü olmaktır.
Author Profile
