Bugünün devrimcileri, tıpkı yüzyıl öncesinin Kuvayı Milliyecileri gibi Nazım’ın dediğince “el kapıları”nı bir daha kapatmak ve “insanın insana kulluğunu” yok etmekle yükümlüdürler. Tabii ki 1920’lerle 2020’lerin dünya konjonktüründe ve ülke sosyolojisinde kimi nicel ve nitel değişikleri teslim etmek devrimciliğin doğası gereğidir. Bu nedenle Nazım’ın Kartallı Kazım’ının “kavgadan sonra da bahçıvan” kalmasını paranteze almayı reddediyoruz!
Türkçemizin sunduğu anlamlandırma olanaklarının zenginliği hayranlık uyandırıyor. Dilimiz, sık kullandığımız iki soyut kavramı zihnimizde ne kadar güzel resmediyor: “Tartışma”yı “tartmak”, “eleştiri”yi “elemek” eylemlerine dayandırıyor. Bu somut eylemler, soyut kavramların anlamalarını aklımızdan asla çıkmayacak biçimde oraya kazıyor.
Özellikle kendilerini halkının ve ülkesinin kurtuluşuna, refahına adayan sol ve sosyalist siyaset okuryazarları, durmadan bu iki kavramın türediği köklerdeki eylemleri eyliyorlar. Karşılarında bulunan ve “benimki seninkinden ağırdır” denilerek ortaya atılan düşünceyi tartıp sonucu kendi düşüncesinin ağırlığıyla karşılaştırıyor. Karşılaştırmada kendisininki ağır basıyorsa, ileri sürülen bu düşünceyi zihinsel eleğine koyuyor ve eleğini sağa sola sallıyor. Sallıyor ki küçük kırıntılar halinde olup işe yaramayan yanlışlar aşağıya düşsün.
Eleğin üstünde kalanları alıp onları kendi öz ele(ştir)diklerinden kalanlara ekliyor. Böylece düşünceleri gelişiyor, ağırlık kazanıyor, doğruyu isabetle temsil ederek daha etkili oluyorlar. Sol ve sosyalist okuryazara bütün bu süreçte gerekli olan iki araç, hassas bir terazi ile sağlam bir elektir. Nesnel ve bilimsel olunacaksa ona böylesi gerektir.
Hem tartışmak iyidir, yararlıdır; bir yandan insanın düşünce sıkletini görmesini sağlar, diğer yandan düşünsel gelişmenin temel dinamiğidir. Sol ve sosyalizm içi tartışmalarsa daha iyi, daha yararlıdır. Siyasal, sınıfsal ayrımlarla veya doğrulama kalıplarımız olan ön kabullerimizle reddettiğimiz ya da reddedildiğimiz düşüncelerle tartışmak hem olanaksızdır hem de bu tür tartışmalardan olumlu ve yararlı sonuçlar almak olası değildir. Ancak benzer amaçlar için geliştirilen argümanları tartarak, eleyerek ve sentezleyerek edineceğimiz bakış açıları, yaklaşım biçimleri ortak ülkümüz için ortak bir güç oluşturur. Bununsa tek koşulu, doğrulama kalıplarımızı durmadan güncellemek, ayrıştırıcı ve kamplaştırıcı olmamaktır. Öteki türlüsü, yarım yüzyıllık tecrübeyle sabittir ki fraksiyon, giderek hizip üretmekten başka bir işe yaramamıştır.
***
Bu uzunca peşrevin gayesi; sözü, bizce son derece önemli, sol içi, hatta fraksiyon içi bir tartışmaya bağlayabilmektir. Tartışmanın merkez konusu, “emperyalizm” meselesidir; daha doğrusu, “sol/sosyalist siyaset ve antiemperyalizm”dir. Emperylizme karşı mücadelenin, hangi siyasal gelenekten beslendiğinden bağımsız olarak, kendiliğinden sol bir tavır olduğu argümanı bu tartışmanın bir tarafıdır. Bu tarafa göre sağ ve sol siyasetin mihenk taşı emperyalizme karşı tavırdır; gerisi “ultra solculuk”tur, “sol komünizm çocukluk hastalığı”dır!
Tartışmanın diğer tarafında ise sol/sosyalist siyasetin doğası gereği kapitalizmin bir üst aşaması olan emperyalizme karşı olduğu argümanı yer almaktadır ve bu tarafa göre de emperyalizme karşı mücadele başat çelişme olan emek-sermaye çelişmesinin bir parçası olarak ele alınmalıdır. Nihayet temel çelişmeden uzaklaşan siyasetlerin en sonunda emperyalizmle buluşması ve etnikçi, çevreci, toplumsal cinsiyetle mücadele gibi alanlarda sıkışıp kalmaları kaçınılmazdır.
İlk argümanın sahipleri, sınıf çatışmasından bağımsız antiemperyalist tavrın, solun sahteliğini veya gerçekliğini ölçen bir “solmetre” olduğunu da ileri sürer. Mantığın işleyiş biçimine yakından bakıldığında, bunun tümdengelimsel bir önermeye dayandığı görülür. Tümdengelim (deduction), mantıksal bir akıl yürütmedir. Bu yöntemde, genel bir önermeden (büyük öncül) ve özel bir önermeden (küçük öncül) yola çıkarak yeni bir önermeye (sonuç) varılır:
Büyük öncül: Antiemperyalizm sol stratejidir.
Küçük öncül: ABD emperyalisttir.
Sonuç: Öyleyse ABD’ye karşı olan her siyaset soldur.
Tümdengelimsel önermelerde büyük öncül genel bir kuralı ifade ederken, küçük öncül bu kurala uyan özel bir durumu belirtir. Sonuç ise, büyük öncül ve küçük öncül arasındaki mantıksal ilişkiden çıkarılır. Tabii tümdengelimsel bir önermenin geçerli olabilmesi için şu koşulların sağlanması gerekir: Büyük öncül doğru olmalı, küçük öncül büyük öncülle tutarlı bulunmalı ve sonuç, büyük öncül ile küçük öncülden mantıksal olarak çıkarılmalıdır.
Tartışmanın bir tarafında yer alan argümanın dayandığı yukarıdaki tümdengelimsel önermede bu koşulların sağlanıp sağlanmadığını, dolayısıyla önermenin geçerli olup olmadığını şöyle kontrol edebiliriz: Önce “büyük öncül”ün, yani “Antiemperyalizm sol stratejidir.” önermesinin doğruluğuna bakalım: Öncelikle Marksist-Leninist gelenekte ülkelerin bağımsızlık, ulusların kurtuluş, halkların devrim talepleriyle bir bütünlük gösteren emperyalizme karşı bu mücadele solun ve sosyalizmin ayrılmaz bir parçası olmakla birlikte sadece bu siyasal akımın tekelinde olmadığı bir gerçekliktir. ABD’nin 1775-1783 yılları arasında İngiltere’ye, Yunanların 1821-1829 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’na, Birinci Dünya Savaşı sonunda Türk halkının itilaf devletlerine, Hindistan’ın 1857-1947 yılları arasında İngiliz sömürgeciliğine, Endonezya’nın 1945-1949 yılları arasında Hollanda sömürgeciliğine, Vietnam’ın 1946-1954 ve Cezayir’in 1954-1962 yılları arasında Fransa’ya karşı verdikleri bağımsızlık savaşları bu gerçekliğin sadece birkaç örneğidir. Diğer yandan Latin Amerika ülkelerinde kolonyalizme karşı mücadele içinde, merkez sağın ekonomik politikalarını, merkez solun sosyal politikalarıyla sentezleyen “üçüncü yol” arayışları da antiemperyalist siyasetlerdir ama arayışın eylemcileri doğrudan sol/sosyalist değildirler; buna karşın sosyalist önderliğin bağımsızlık mücadelesinde gerçek müttefikidirler.
Öte yandan “antiemperyalizm”in bir başına ve her şeyden bağımsız olarak “sol”u ve “sağ”ı belirlediği argümanı doğru ise diğer bütün “sol” ve “sağ” gösterenlerinin yok sayılması gerekir. Doğrudan bir antiemperyalizm içermeyen, ama sınıf mücadelesinin ülkemiz bağlamındaki gösterenleri olan örneğin, kamu kaynaklarının sermayeye aktarılması, özelleştirmeler, eğitimde gericileşme, tarikat ve cemaatlerin iktidar eliyle beslenmesi, sağlık sisteminde yaşanan sıkıntılar, TÜİK’in istatistik yalanları, borçlanmaların vergi zamlarıyla emekçilere yazılması, emeklilerin ekonomik ve sosyal perişanlığı, çevre sorunları, kadın hakları, sokak hayvanları, sosyal medya yasakları gibi iç politikanın mücadele alanlarından çekilmek gerekir. Zira söz konusu indirgemeye göre, iç politikaya dair bu tür aktüel mücadele programları, emperyalizmi doğrudan hedefe koymadığından “sol” değil, “sağ” olmalıdır. Ayrıca bu alanlarda üretilecek her türlü sol ve sosyalist siyaset, emperyalizme karşı mücadelede “iç cepheyi” bölecek, zayıf düşürecektir! Bu nedenle ne İstanbul Sözleşmesi’ni savunmanın solculukla bir ilgisi vardır ne çocuk istismarına karşı mücadelenin… Aynı nedenle yatıp kalkıp Cumhuriyet önderlerine beddua okuyan, Mustafa Kemal’le sorunları olan, en son Kur’an emridir diyerek kadınlarımızı tesettüre çağıran Diyanet İşleri Başkanı’nı kınamak, şeriatı değil, laikliği savunduğu için hakkında tutuklama kararı çıkaran “Cumhuriyet” savcılarını eleştirmek, Bilim ve Sosyalizm dergisinde 1 Mayıs, 15-16 Haziran, Aydınlanma gibi dosyalar yapmak da ABD emperyalizmini doğrudan hedefe koymadığından “sol”, dolayısıyla sosyalist bir siyaset değil, “sağcılıktır”
Bütün bunlar doğruysa, tartışma konumuz olan tümdengelimsel önermenin “Antiemperyalizm sol stratejidir.” biçimindeki büyük öncülü doğrudur ve “ABD’ye karşı olan her siyaset soldur.” biçimindeki sonuç önermesi de bu nedenle geçerlidir. Ancak bu doğruluk ve geçerliliğin kabulü Aydınlık geleneğinden gelen siyasi akımın Vatan Partisi’ne dönüşme sürecindeki önderleriyle sınırlı kaldı. Bu geleneğin söz konusu dönüşümünden (dönekliğinden değil, çünkü dönekliğin kuramını yazan Hasan Yalçın ne yazık ki bu kuramı, dönüşüm sürecini yaşayıp tahlil etme şansı bulamadığından dönekliğin sadece birey bağlamıyla sınırlı kaldı; kuramına “kurumsal dönek”liğin nedenlerini, niteliklerini ve biçimlerini ekleyemedi.) sonra nasıl bir savrulma yaşadığına bakmak bile, tümdengelimsel önermenin büyük öncülünün ne kadar yanlış olduğunu görmeye yetmektedir.
Bugünkü tartışmada ise büyük öncülün dayandığı tez, o kadar da bilimsel bir ikna olmuşlukla, inanılarak ve canı gönülden savunuluyor görünmemektedir. Zira salt emperyalizme karşı tavrın bir siyaseti sol veya sağ yaptığını ileri sürmek, “Bağımsızlık, devrim, sosyalizm!” sloganının “devrim” ve “sosyalizm” hedeflerinden, en azından şimdilik vazgeçmek, “Millî Demokratik Devrim” stratejisinin “demokratik ve devrim” aşamalarına duyarsız kalmak olur ki bu slogan ve stratejiyi terk etmeyi gerektirir. Ayrıca emperyalizmin kucağında büyüyen, sonra da ABD’nin ticaret, siyaset ve güvenlik merkezini hedef alan Usame bin Ladin’i, ABD’den bağımsızlaşma siyasetini başarıya ulaştırmış olan Afganistan’ı “sol” siyasetin aktörleri, giderek neredeyse bütün şeriatçı yapılanmaları “günümüzün Kuvayı Milliye”si saymak kaçınılmazdır…
***
Muhafazakâr ve dinci kesimlerin desteğiyle iktidarda kalmayı başaran ve emperyalist güçler arasında iktidarını sürdürebilecek bir “denge politikası” izleyen bir ülkede sosyalist bir devrimci partinin antiemperyalizm ve devrim stratejisi geliştirmesi, kuşkusuz ek zorlukları olan bir görevdir. Sol/sosyalist mücadelede, klasik Marksist devrim stratejileri bazı önemli güncellemelere ihtiyaç duyabilir, nihayet duymuştur da. Kapitalizmin bir sonraki aşaması ile devrimin dinamikleri konusunda yapılan güncellemelerden biri, önceki yüzyılın başında Marksistler arasında önemli tartışmalara neden oldu. Lenin’in “İleri Asya Geri Avrupa” makalesinde savunduğu, sosyalist devrimin kapitalist ülkelerde gerçekleşeceğini ön gören klasik Marksist stratejiyi revize eden bu teze göre, devrimci potansiyel ve sosyalist hareket Asya’da, özellikle de sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde, Avrupa’dan daha ileri bir aşamadaydı. Lenin, Asya’nın çeşitli ülkelerinde halkın sömürgeci baskıya karşı verdiği mücadelelerin, Avrupa’daki işçi hareketlerinden daha dinamik ve devrimci bir nitelik taşıdığını saptadı.
Lenin bu tezini, “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” kitabında bir adım daha ileri taşıdı. Burada kapitalizmin gelişimindeki belirli bir aşamayı temsil eden emperyalizmi ve bu aşamanın temel özelliklerini analiz etti. Bu analizde beş ana unsuru öne çıkardı: Birincisi, kapitalizmin gelişimiyle birlikte, üretim ve sermaye giderek daha az sayıda büyük tekelin elinde yoğunlaşır. Bu yoğunlaşmayla kapitalizm, serbest rekabet aşamasını geride bırakıp piyasayı kontrol eden tekelci aşamaya geçer. İkincisi, bankaların ekonomideki rolü ve etkisi artar. Finans kapital, sanayi sermayesi ile bankacılık sermayesinin birleşmesiyle ortaya çıkar ve ekonomi üzerindeki kontrolü büyük ölçüde elinde tutar. Üçüncüsü, sermaye ihracı meta ihracından daha büyük bir önem kazanır. Kapitalist ülkeler, sermaye ihraç ettikleri ülkelerin ekonomik yaşamını kontrol altına alır. Bu durum, o ülkelerin bağımsızlıklarını zayıflatır ve onları sömürgeleştirir. Dördüncüsü, uluslararası tekelci kapitalist gruplar oluşur ve büyük karteller, dünya pazarını bölüşüp kendi çıkarlarına göre düzenler. Beşincisi, kapitalist ülkeler arasında dünyanın bölüşülmesi ve yeniden paylaşılması süreci, sömürgecilik ve yarı-sömürgecilik yoluyla gerçekleştirilir ve büyük güçler arasında sürekli rekabet ve çatışmalara yol açar.
Lenin’e göre, bu beş temel özellik, kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçişini ve bu aşamanın ekonomik ve politik dinamiklerini açıklar. Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek ve son aşamasıdır ve aynı zamanda kapitalizmin çelişkilerinin yoğunlaştığı, sınıf mücadelelerinin en keskin hale geldiği bir dönemdir. Lenin, bu dönemin kaçınılmaz olarak sosyalist devrime yol açacağını savunur. Kuşkusuz bu “kaçınılmaz” durumun temel koşulu, emek-sermaye temel çelişmesinin üstünde beliren sömüren-sömürülen ülke baş çelişmesinin önceliklendirilmesi gerekir. Ancak bu önceliklendirme, yukarıda ülkemiz bazında örneklerini sıraladığımız, halkın demokratikleşeme, aydınlanma taleplerinin ertelenmesi anlamına gelmez.
Görüldüğü gibi Lenin, böyle bir konjonktürde sosyalizmin, dolayısıyla solun emperyalizme karşı mücadele stratejisini sınıf mücadelesiyle birlikte düşünür ve bu mücadeleyi parçalara ayırıp emperyalizme karşı olanın dışındakileri ertelemez ya da askıya almaz! Tartışmada ileri sürülen ve bizim de yakından gözlediğimiz tümdengelimsel önermeye Lenin’in yukarıda özetlediğimiz Emperyalizm çağı çözümlemesi bağlamında yaklaşırsak, sosyalist devrim mücadelesinin antiemperyalizmle sınırlanmadığını, tersine emperyalizmle mücadelenin, emek-sermaye çelişmesi temelinde ele alınması gerektiğini söyleyebiliriz. Belki eklememiz gereken, sınıf mücadelesinin olgusal olarak daha belirgin hale geldiği bu aşamada sınıfların tanımlanmasında bilimsel bir güncellemeye ihtiyaç duyulduğudur.
Emperyalizm çağında devrimci mücadele ve sosyalist devrim kuramını, kapitalizmin en yüksek aşamasında sosyalist devrimin kaçınılmazlığına ve gerekliliğine odaklayan Lenin, kapitalizmin bu aşamasının sosyalist devrim için olgunlaşmış bir zemin hazırladığını savunuyor. Sermaye ihracının iç çelişkileri derinleştirdiğini, bunun da işçi sınıfı ile ezilen halkların yaşam koşullarını kötüleştirerek devrimci bir potansiyel yaratacağını ileri sürüyor. Oysa tartıştığımız argüman, Lenin’in emperyalizm çözümlemesine göndermede bulunarak böyle bir zeminde iç siyasete yönelik sosyalist politikaların emperyalizme karşı iç cepheyi zayıflatacağını, dolayısıyla bağımsızlık mücadelesine zarar vereceğini ima ediyor. Kuramların olgulara dayanması gerektiği gerçeğinden hareketle, güncellenebilmeleri için ortaya çıkan sosyolojik olgularla sınanması gerekiyor kuşkusuz. Ama ülkemizin gelir dağılımındaki adaletsizliğiyle tüm Avrupa ülkeleri içinde ilk sırada yer aldığına bakılırsa, emperyalizmin sınıfsal çelişkileri nasıl derinleştirdiğini daha iyi anlayabiliriz. Üst sınıfların yönetemez hale geldiği, alt sınıfların bu koşullarda yaşamak istemediği ve kitlelerin devrimci eyleme hazırlanmasının, onları güncel sorunlarından uzaklaştırarak değil, tersine bu sorunlarını dikkate alan doğru strateji ve taktiklerle sosyalist devrim hedefli anti emperyalist mücadeleye yönlendirmek gerektiğini söylemek bile fazla.
Lenin’in özetlediğimiz bu emperyalizm çağı tahlilinde sadece “antiemperyalizm”i görmek, sanki biraz boş bakmak değil midir? Marksizm ve Leninizm’in tarihsel materyalizm ve emperyalizm kuramından, Çin’in tarihsel ve kültürel deneyimlerinden, antiemperyalist ulusal kurtuluş hareketlerinden beslenen Mao Zedung’un “Üç Dünya Kuramı”ndan da bakılsa, emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinin sosyalist devrim ve ona ait politikaların hiçbir gerekçeyle ıskalanmadığı, ertelenmediği, paranteze veya askıya alınmadığı görülebilir.
Hatta Mao, İkinci Dünya ülkelerinin (Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkeleri), Birinci Dünya ülkelerinin (ABD ve SSCB) hegemonyasına karşı potansiyel müttefikler olabileceğini öngörüp bu ülkelerle iş birliği yaparak süper güçlerin dünya üzerindeki etkisini dengelemeyi hedeflerken bile Üçüncü Dünya ülkelerinin (sömürülen ülkeler) sosyalist kalkınma modelini benimseyerek, kendi içlerinde adil ve eşitlikçi bir toplum inşa etmeleri gerektiğini vurgular ve ülke içindeki sosyal çelişkileri hiçbir şekilde ertelemez.
***
Kuramsal tartışmalarda kimi zaman kurguya dayanmak, kurgudan bakmak da ufuk açıcı olabilir; çünkü kurgu, olgudan çoğu kez daha fazla gerçeklik ifade edebilir. Sosyal fenomenler, kurgu yoluyla bir yandan bilimsel kuramlar gibi kapsayıcılık, bir yandan da muhatabı etkileme gücü kazanırlar. Bu nedenle sosyolojide kurgusal metinlerden yola çıkmak, yolcuyu hiç de yaya bırakmaz. Resmi tarihler, yalan yazabilir ama şiirde yalan bulunmaz mesela. O nedenle söz konusu tartışmaya edebi metinler üzerinden katılmakta hiçbir sakınca yoktur.
Örneğin 20. yüzyıl Alman şiirinin ve epik tiyatronun kurucusu, devrimci Alman şair, tiyatro yazarı ve yönetmeni Berthold Brecht’in kapitalist toplumda sınıfların durumunu ve düzenin dengesini olanca yalınlığı ve somutluğuyla anlatan bir metafor olan Tahterevalli adlı şiiri… Dünyada adaletsizliklerin arttığı, ülkemizde gelir dağılımındaki eşitsizlik uçurumunun dizginsizce derinleştiği ve 1’e doğru koşan “gini katsayımızla” Avrupa ülkelerinin önüne geçtiğimiz günümüzde Brecht’in Tahterevalli’sini anımsamamak; sınıfsal çelişkilerin derinleşip keskinleşmesinin ve TÜİK istatistiklerinin nedenini anlamamak olası değil!
“İyice görüyorum artık düzeni.
Orada, bir avuç insan oturuyor yukarıda,
Aşağıda da birçok kişi.
Ve bağırıyor yukarıdakiler aşağıya:
“Çıkın buraya gelin ki
hepimiz olalım yukarıda.”
Ama iyice gözlediğinde görüyorsun,
neyin saklı olduğunu
yukarıdakilerle, aşağıdakiler arasında.
(…)
bütün düzen bir tahterevalli aslında.
iki ucu birbirine bağımlı.
yukarıdakiler durabiliyorlar orada,
sırf ötekiler durduğundan aşağıda
(…)
Bu yüzden isterler ki;
aşağıdakiler sonsuza dek
hep orada kalsınlar.
çıkmasınlar yukarı.
bir de, aşağıda daha çok insan olmalı yukarıdakilerden.
yoksa durmaz tahterevalli.”
Öte yandan bölgemizin kaynaklarına çökmüş ve dahasını talep eden emperyalizm de aktörleri değişmiş olmakla birlikte, geçen yüzyılın başlarındaki konumunu andırıyor. Ülkemiz bu nedenle yüzyıl sonra bir kere daha Nazım Hikmet’in “Davet”ine icabet etmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalıyor:
“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim…
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşcesine,
bu hasret bizim…”
O halde yüz yıl sonra, bugünün devrimcileri, tıpkı yüzyıl öncesinin Kuvayı Milliyecileri gibi Nazım’ın dediğince “el kapıları”nı bir daha kapatmak ve “insanın insana kulluğunu” bir daha yok etmekle yükümlüdürler. Tabii ki 1920’lerle 2020’lerin dünya konjonktüründe ve ülke sosyolojisinde kimi nicel ve nitel değişikleri teslim etmek devrimciliğin doğası gereğidir. Bu nedenle bugünün antiemperyalist ve sosyalistleri, Nazım’ın Kartallı Kazım’ının “kavgadan sonra da bahçıvan” kalmasını paranteze almayı reddederler!
“Dövüştü pir aşkına,
Yaralandı birkaç kere
Ve saire
Ve kavga bittiği zaman
Ne çiftlik sahibi oldu ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı,
Kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan”
Öyleyse, yukarıdaki tümdengelimsel önermeyi şöyle kurmak gerekir:
Birinci öncül: Kapitalizmin bir üst aşaması emperyalizmdir
İkinci öncül: Sosyalistler kapitalizme karşıdır
Sonuç: Öyleyse sosyalistler antiemperyalisttir.
Yalınlaştırarak söyleyelim: Birbirimize kıymadan tartışmamız gereken, “Tahterevalli”nin tahtasını yere paralel hale getirerek yukarısındaki çiftlik ve apartman sahipleriyle aşağısındaki bahçıvan Kazım’ı eşitleme stratejisi ile “el kapılarını kapatma” mücadelesinin nasıl uyumlu kılınacağıdır, yani bağımsızlık mücadelesiyle sosyalist devrimin!
Author Profile
Latest entries
- ana manşet01/12/2024Gerçeği Görme Sorunu
- ana manşet23/11/2024Arda’nın Geleceğini Konuşmak…
- ana manşet17/11/2024Faşizmin dili
- ana manşet16/11/2024Yangında İlk Kurtarılacak Beş Mısra