THE FALL/DÜŞÜŞ
Sinema sektörünün yok saydığı “dublör”ü başrole çıkaran “Düşüş”; sürreal bir metin olarak okunduğunda gerçekliğin Roy ile Alexandrian’nın hikâyesinde varlığını sürdürdüğünü görürüz. Hikâyenin, filmin ‘gerçek’ karakterlerinin umut, çaresizlik ve özlemlerinin fantastik birer izdüşümü olduğunu; hatta bu iz’düş’ümünün ‘düş’ten gerçeğe ‘düş’mekten başka bir şey olmadığını görmek de olanaklıdır!
DÜŞENLERİN KIRIKLARI
Altı yaşlarında bir kız çocuğu Alexandria (Catinca Untaru), meyve bahçesinde çalışan ailesine yardım ederken portakal ağacından düşüp kolunu; delikanlı yaşlarında dublör Roy Walker (Lee Pace), filmin en tehlikeli sahnesinde atıyla nehre düşüp belini kırarsa; bu ikilinin hastanede karşılaşmasını, olağanüstü bir rastlantıyla açıklamak gerekmez; küçük bir tesadüf bu iş için yeterlidir.
Eğer Alexandria’nın evini “kızgın adamlar” yıkıp yakmış; Roy’un gönlünü filmin yıldız oyuncusu çalıp başrol oyuncusuna kaçmışsa; bu iki “düşmüş”ün ve iki “kırgın”ın iyice yakınlaşıp birbirlerinin iç dünyalarına sokulmalarını hiçbir şey engelleyemez; hikâyelerin o sarıp sarmalayan büyülü dünyasına yolcu olabilirler artık!
Bu iki cümleden, yazımızın konusunun 2006 ABD-Hindistan ortak yapımı The Fall (Düşüş) filmi olduğu anlaşılmış olmalı. Masumiyet, sevgi, dostluk ve hayal gücü gibi temalara odaklanan, karakterlerinin içsel derinliklerinde izleyiciyi duygusal bir yolculuğa çıkaran film; filmografisi görsel açıdan zengin sahneleriyle ayrışan, içerik ve üslupta Hint kültürünün gerçeküstü ve gizemli ögelerinden yararlanan ana akım sinemacı, Hintli yönetmen Tarsem Singh imzalı.
SINGH’İN BÜYÜLÜ GÖRSELLİĞİ
Jennifer Lopez’li psikolojik gerilim filmi The Cell (Hücre, 2000), Yunan mitolojisine dayanan epik aksiyon filmi Immortals (Ölümsüzler, 2011), külkedisi masalını modern bir bakış açısıyla ele alan Mirror Mirror (Ayna Ayna, 2012), insan bilincinin transfer edilebildiği dünyaya ait bir hikâye anlatan bilimkurgu filmi Self/Lesse (Kendi/Daha Az, 2015) ve işçi sınıfından bir adamla evlenmeyi seçtiği için ailesiyle ters düşen bir kadını kadraja alan Dear Jassi (Sevgili Jassi, 2023), Tarsem Singh’in zengin görsel efektlerle dolu filmografisini oluşturuyor.
Öyküsünün gerektirdiği film mekânı olarak 1920’ler Los Angeles’inde bir hastaneyi temel alan The Fall’ın Dan Gilroy, Nico Soultanakis ve Tarsem Singh tarafından yazılan senaryosu, kendisinden 25 yıl önce çekilen bir başka filme dayanıyor. 1981 yapımı, Bulgar yönetmen ve senarist Zako Heskija’nın çektiği, adını korsan nidasından alan “Yo Ho Ho” adlı o film de Bulgar senarist Valeri Petrov’un 1970’lerde yazdığı aynı senaryoyu konu alıyordu. The Fall’ın sahne zenginliğine yönelmeyen ilk film “Yo Ho Ho”, bu seçimiyle izleyicinin hayal gücüne daha fazla güveniyor gibiydi. Yine de Tarsem Singh, Bulgaristan Senfoni Orkestrası’nın seslendirdiği Beethoven’in 7. Senfoni’siyle açılışında Yo Ho Ho’yu selamlamayı unutmuyor.
The Fall, yaşamın gerçekliğiyle sanatsal gerçeklik arasında ilmekler atan iki kavram üzerine kuruluyor. Biri, nesnel dünyanın olgularını film estetiğinin dayandığı duygulara iterek onlara inandırıcılık kazandırmaya çalışan “dublör”; diğeri, yaşamın somut gerçekliğini kendi hayali gerçekliğiyle zenginleştiren “hikâye”. Dublör Roy’un hayalleriyle zenginleşen hikâyesiyle sinema sanatının bu adsız kahramanları dublörlere bir teşekkür olan Düşüş, bir yandan da insanın hikâye anlata dinleye insanlaştığını etkili bir sinema diliyle anımsatıyor.
HOLLYWOOD’UN KORKUSUZ DUBLÖRLERİ
Filme devam etmeden önce, filmlerin görünmez emekçilerinden biri olan, ama Singh’in görünür kıldığı “dublör”ün etimolojisine ve tarihçesine hızlıca bir göz atmakta yarar var: Nişanyan Sözlük, sözcüğün Fransızcada “ikileyici” anlamına gelen “doubleur”dan kök aldığını yazıyor ve tabi o sözcük de “ikilemek” demek olan “doubler” eyleminden türüyor. Türkiye’de ilk kez 1934’te Cumhuriyet gazetesi bu sözcüğü “yedek oyuncu” anlamında kullanmış.
Sözcüğün izini sürmeye devam edecek olursak, yine Cumhuriyet’in ilk kez 1933’te kullandığı “ikileme, filmi başka dilde ikinci kez seslendirme” demek olan “dublaj” (Fr. doublage) da aynı kökten, “iki kat, iki misli” anlamındaki “doublé”den (Türkçede duble) geliyor. Bütün bu sözcüklere kaynaklık eden ise Latince “iki kat” anlamındaki “dublex” adından türemiş olan “ikilemek, iki kat yapmak” anlamındaki “duplicare” eylemiymiş.
Zorlu ve tehlikeli sahnelerin gerçeğe uygun ve inandırıcı bir biçimde betimlenmesini sağlayan, böylelikle seyircinin olay ve karaktere yabancılaşmasının önüne geçip katarsisi güçlendiren dublör, sessiz sinemadan beri bu sanatın vazgeçilmesi zor ögelerinden biri oldu. Sinemanın dijital olanaklara kavuşmasıyla işlevi, tehlikeli sahnelerden yıldız oyuncuların istemedikleri sahne rollerine doğru kayan dublörün, minimalist ve auteur yönetmen filmlerinden ziyade ana akım türler için önemli olduğu söylenebilir.
Sinema tarihinde ilk dublör, 1908 yapımı The Count of Monte Christo (Monte Kristo Kontu) adlı filmde görev aldı. O, bir akrobat ve sirk artistiydi; yüksek bir kayalıktan şelaleye atladı, bu onun ilk ve son işi oldu! Drama filmlerinden sonra başlayan macera dolu aksiyon filmlerinde dublör kullanımı yaygınlaştı. Nihayet ABD 2000-2016 verilerine göre tüm ekip içinde dublör oranı, westernde %8,4, aksiyonda %8,3, polisiyede %7,5, gerilimde %6,7, bilimkurguda %6,4, macerada %6,3, savaşta %5,6, korkuda %5,4, fantastikte %5,3. Öte yandan aynı verilere göre dublörlerin %70’inin erkek, %30’unun kadın olması da işlerinin daha çok tehlikeli sahnelerle ilişkili olduğuna işaret etmektedir.
Oluk oluk kan akan dövüş, yaralama ve öldürme sahnelerinin şehvetli ustası Quentin Tarantino’nun Ölüm Geçirmez’inde (2007) Dublör Mike (Kurt Russell), nasıl dublör olduğunu şöyle anlatıyor: “Hollywood’da kendini merdivenlerden atacak kadar aptal biri ve ona bu iş için para verecek bir yapımcı genellikle bulunur. Bu işe beni kardeşim bulaştırdı, kardeşim Dublör Bob!”
Aynı yönetmenin, 1960’lı yılların sonunda değişmeye başlayan sinema endüstrisiyle uyumsuzluk yaşayan bir aktöre ve onun dublörüne odaklanan, adıyla The Fall’ın giriş jeneriğindeki “Los Angeles’te Bir Zamanlar” biçimindeki alt başlığına atıfta bulunan 2019 yapımı “Bir Zamanlar… Hollywood’da” filmi de Ölüm Avcısı filminin setinde televizyon programcısı Allen Kincade’nin baş rol oyuncusu ve dublörünün benzerliğine dikkat çeken sözleriyle başlayan röportajıyla açılır:
-Merhaba millet… Eğer çift görüyorum diyorsanız, televizyonunuzun ayarlarıyla oynamayın; çünkü bir bakıma çift (‘Doublé’yi anımsayın!) görüyorsunuz. Sağımda Ödül Avcısı’nda Jake Cahill’i canlandıran Rick Dalton (Leonardo DiCaprio) var. Solumda ise Rick’in dublörü Cliff Booth (Brad Pitt) bulunmakta… Hoş geldiniz beyler, bize zaman ayırdığınız için teşekkürler… Rick, bir dublörün ne iş yaptığını seyircilerimize açıkla lütfen.
-“Evet. Oyuncuların çok tehlikeli hareketler yapması gerekebiliyor. Mesela Jake Cahill, atın üzerindeyken vurulacak diyelim, ben atın üzerinden düşebilir miyim? Evet düşebilirim. Evet, düştüm de. Ters bir şekilde düşüp elimi ya da ayağımı kırdım diyelim. Bir hafta falan çalışamazsam bu, çekimleri gereksiz yere durdurabilir. O yüzden Cliff’in işi bu sorunun çözümüne yardım etmek.”
Dublörlüğü, cesaret gösterilerinin ve aykırılıkların yasallaştığı bir alan olarak gören ana akım Hollywood sineması, kendisi de bir sirk ve gösteri sektörü olduğundan birçok verimine konu ettiği dublörü, bu sektörün korkusuz bir figürü olarak ele almakta; onun sanatının inceliklerine ve bir insan olarak derinliklerine aldırış etmemektedir. Bu nedenle dublörü filmin yapım sürecinde görünmez kılmakta, adını ne jenerikte ne afişte anmaktadır.
Hollywood, dublörlüğü değil ama dublörü kadraja koyduğu kimi yapımlarında ise onu abartılı tehlikeler atlatan bir figürden ibaret görmektedir. Bugünlerde gösterime girmesi beklenen Dublör (David Leitch), yayımlanan fragmanlarından anlaşıldığına göre, sevgilisinin gönlüne girmek için, ortadan kaybolan film yıldızını ararken kendini bir suç komplosunun içinde bulan “emekli” bir dublörü odağına alıyor. Bundan başka “I. Dünya Savaşı” filminin setinde dublör olarak saklanan genç bir kaçağın hikâyesine dayanan 1980 yapımı The Stunt Man (Richard Rush); Dublörlük yapan ve üst düzey araba kullanabildiği için geceleri de soygunlara katılan bir sürücüyü anlatan 2012 yapımı Drive (Nicolas Winding Refn) kamerayı dublöre çeviren filmlerden birkaçı…
SıNGH’İN “DÜŞEN” DUBLÖRÜ
Hollywood sineması, sektörün önemsiz işler yapan hamalları gibi gördüğü ve çoğu kez riskli sahneleriyle izleyicinin adrenalini yükselten figürler olarak değerlendirdiği dublörleri Tarantino, işlerinin tehlikeleriyle baş etmeye çalışan, risklerle dolu yaşamları içinde çektikleri sıkıntılar ve sapkınlıklarla ele alır. Tarsem Singh ise dublöre daha derinlemesine sokulmakta, onu mesleki ve fiziksel varlığından çok, içsel yaşamı ve varoluş sorunları içinde somutlaştırmaktadır.
Nihayet The Fall’ın odağına aldığı dublör Roy Walker, filmin girişinde yavaşlatılmış ve siyah beyaz görüntülerle verilen kaza sekansıyla işinin fiziksel zorluğu üzerinde fazla oyalanmadan Los Angeles Hastanesi’nde yaşadığı varoluşsal krize geçer. Aynı filmde çalışan sevgilisini başrol oyuncusuna kaptırınca ağrıları nedeniyle bağımlısı olduğu morfini bu kez hem ağrılarını hem yaşamını sonsuza kadar dindirmek için kullanmak ister. Film setlerinin gözü kara süper kahramanı da nihayetinde hayalleriyle, duygularıyla, cesareti ve korkusuyla üstünlükleri ve zaaflarıyla bir insandır.
Sinema sanatının bu görünmez kahramanlarını görünür kılan birkaç filmden biri olan The Fall, diğerlerinin tersine dublörü tehlikeli sahne performansları içinde değil, yatağa bağlı hastane yaşamında betimler. Filmin, “insan olarak dublör”den sonraki ikinci izleği, “hikâye anlatma ve dinlemenin insan yaşamındaki önemi”dir. Konunun uzmanları, insanın iletişim ve bilişim alanındaki evriminden zihin kuramının oluşumundaki rolüne kadar bu önemin altını çiziyorlar. Eklemek gerekir ki türümüzün psikolojik ve kültürel varoluşunda da hikâye, kurucu bir öneme sahiptir.
HİKÂYENİN İYİLEŞTİRİCİ ETKİSİ
Nihayet evrimsel psikoloji alanında yapılan çalışmalar, insanların tarih öncesi yaşamlarına ait birçok davranış kalıbının modern çağ hikâyelerinde de sürdüğünü gösteriyor. Örneğin dayanışma duygusunun, grubun yaşadığı tehlikelere, bireysel zorbalıklara karşı geliştiğini ve bunun günümüz anlatılarında da ana izleklerden olduğunu söylemek zor değil. Nihayet tarihin en eski hikâyelerinden biri olan Gılgamış Destanı’nda güç ve cesaretiyle eksiksiz bir kahraman olan, ama bu güç ve cesaretini kötü yönde kullanan Kral Gılgamış, Enkidu’nun yönlendirmesiyle arkadaşlığı, yardımlaşmayı öğrenir. Kuşkusuz benzer izlekleri Antik Yunan edebiyatının temelini oluşturan, Batı edebiyatını derinden etkileyen Homeros’un anlatılarında da görürüz ve bugün yazılan birçok çağdaş roman ve hikâyede de…
Bu hikâyelerin on binlerce yıl öncesinden günümüze kadar gelebilmesi ve benzer izlekler çevresinde dönüp durması, onların toplum bireylerinde antik zamanlara dair ortak bir hafıza (arketip) oluşturma işlevlerine işaret eder. Nihayet Homeros’u daha bugün yazılmış gibi okuyor olmamızın nedenini, BBC’den David Robson’un, çağdaş İngiliz yazarlarından Ian McEwan’dan yaptığı “İçinde yaşadığımız döneme uzak veya kendi kültürümüze yabancı edebi eserlerden hoşlanmamızı mümkün kılan şey, yazarla ortak duyguları, bazı derin varsayım rezervlerini paylaşıyor olmamızdır.” (bbc.com/turkce, 2018) biçimindeki alıntı yeterince açıklamaktadır. Sanayi Devrimi’nden sonra, toplumsallığın gerileyip bireyselliğin öne çıkmasından sonra yazılan romanlarda bile iyi karakter-kötü karakter çatışmasının temel çatışma olduğu ortadadır.
Özetlenecek olursa, insanın hikâye anlatma ihtiyacı, biyolojik, psikolojik, sosyal ve kültürel faktörlerin karmaşık bir etkileşiminden kaynaklandığı söylenebilir. İnsanlar, kaotik ve belirsiz bir dünyada anlam ve düzen arayışlarını hikâyeler yardımıyla sürdürmekte, deneyimlerine bir çerçeve sağlayan bu anlatılarla neden-sonuç ilişkileri kurarak sosyal ve fiziksel evrenleri hakkında genellemeler yapabilmektedirler. Yine bu yolla insanlar, ortak deneyimler ve duygularda buluşarak başkalarıyla bağlar kurup yalnızlık hissini azaltabilmekte, toplumsal aidiyet duygusunu güçlendirbilmektedirler.
Öte yandan hikâyeler, iç dünyamızı keşfetmemizin, kendimizi anlamamızın ve ifade etmemizin; geleneklerimizi, değerlerimizi tutmamızın, onları zaman ve mekânda aktarmamızın, böylelikle kültürel kimliğimizi korumamızın da önemli ve etkili araçlarıdır. Kollektif hafızanın kurulmasını ve korunmasını sağlayan bu anlatılar, insan deneyiminin temel bir parçası olmaya devam etmektedir.
Bireyler arasında hikâye yoluyla kurulan iletişimin hikâye dışındaki iletişim yollarından çok daha etkili olduğu The Fall’a dönecek olursak; Roy’un burada anlattığı hikâyeler, kendisi gibi “yaralı” küçük bir kızla bağ kurma aracı olmasının yanında, Alexandria’yı kendine bağlayarak dinmez acılarından kurtulacağı intiharı için gerekli haplara ulaşacağı bir olanaktır da. Bir süre sonra hikâyelerin fantezi dolu dünyası ile Roy ve Alexandria’nın yaşamlarına ilişkin gerçeklikler iç içe geçerek gerçeküstü bir görünüm kazanır; giderek sevgilisiz kalmış Roy’un ve babasız kalmış Alexandria’nın bu derin eksikliklerini gideren etkili bir ilaca dönüşür.
Dönüşür, çünkü birine bir hikâye anlattığımız zaman, aslında ona kendimizi anlatmış sayılırız. Bu nedenle Dublör Roy’un film boyunca anlattığı hikâye(ler) aslında paylaştığı kendisine ait duygulardan başka bir şey değildir. Öte yandan bu hikâyeleri dinleyen küçük Alexandria da anlatılanlara dahil olmak ister, aslında Roy’un yaşamakta olduğu duygularına o da gelecek ve umut dolu dünyasına ait duygularıyla müdahale eder. Dublör Roy’un karamsar iç dünyasının, yaşadığı olumsuzluklardan kaynaklanan kötü sonlu hikâyelerine, kirden pastan uzak tertemiz hayalleriyle yön vermeye çalışarak onları “mutlu son”a bağlamak için çırpınır küçük kız; onun travmalarıyla yüzleşmesine ve iyileşmesine yardımcı olur.
SıNGH’İN SİNE-MASAL DİLİ
Görsel olarak etkileyici ve estetik açıdan zengin sinematik deneyimler yaratma ustası olan Tarsem Singh, filmin girişinde bizi hikâyelerin hayallerle kurulu dünyasına hazırlarken sinema sanatının görsel olanaklarıyla hikâyenin fantastik dünyası arasına sıkı bir düğüm atar. Alexandria, dışarıda arkasından güneş vuran atın anahtar deliğinden duvara yansıyan ters görüntüsünden kapının açılmasıyla gerçek görüntüsüne geçer. Sanki Platon’un mağarasında duvara “yansıyan gerçekler” dünyasından çıkarak “ideaların gerçeklik dünyası”na geçmekteyizdir. Belki de bu ters görüntü çok uzak bir çağrışım ya da bizim yanılsamamızdır.
Filmin gerçek hikâyesi bu kadar, ancak zengin hayallere dayanan, bitmez tükenmez çağrışımlara açılan Dublör Roy’un hikâyesi, birçok geleneksel kültür ögeleriyle harmanlanıyor: Bir tarafta çevresinde gördüğü ve beğendiği her şeye sahip olmak için yoluna çıkan tüm engelleri ortadan kaldırmaya kararlı, insanları gözünü kırpmadan öldürebilen Vali Odious; diğer tarafta ondan nefret eden altı kahraman var. Hikâye, bu iki taraf arasında zaman zaman izleyicinin yüreğini ağzına getiren çatışmanın yarattığı gerilimle ışık hızında ilerliyor. Anlatıcı Roy’un hayal gücünün zenginleştirdiği hikâye, dinleyici Alexandria’nın umut ve beklentileriyle karışınca bilinç ile bilinçaltının geçişliliği sayesinde ilgi çekici bireşimlere ulaşıyor, doğallıkla sinemanın görsel dilinin bütün olanaklarını kullanarak.
Roy’un hikâyesinin altı karakteri ve altısının da Vali Odious’la farklı bir hikâyesi var: Vali Odious maskeli haydudun güzel karısını kaçırmış, eski köle Otto Benga’nın kardeşini öldürmüş, patlayıcı uzmanı Luigi’yi yalnız bırakmış, Charles Darwin’in arayıp bir türlü bulamadığı Americana Exotica kelebeğini öldürmüş… Hepsinin intikam peşinde olmalarının kendilerince haklı gerekçeleri var. Roy, kendi hikâyesi olduğunu söylediği anlatıya gerçek hayatında yaşadığı çaresizliğini yansıtarak karakterlerin her birini tek tek öldürür. Şehrazat, Bin Bir Gece Masalları’nı ölmemek için anlatmıştı, Roy ise bu gündüz masalını ölmek için anlatmaktadır! Alexandria’nın Roy olarak düşündüğü maskeli haydudu bile Vali Odious’a öldürtmek ister, ama küçük kız buna izin vermez ve haydudu, yani Roy’u ölümün elinden geri alır hem hikâyede hem gerçekte. İyi ki çocuklar vardır!
SEMBOLLER/GÖNDERMELER
Filmin adından başlayan sembolizmler, her ne kadar Singh tarafından izleyicinin yorumuna bırakılmış olsa da belli bir kültür birikimiyle izlendiğinde yoğun göndermelerle çerçevelenmiş bir yapıyla karşı karşıya kalırız: The Fall (Düşüş), Alexandria’nın portakal ağacından, Dublör Roy’un film setinde köprüden ve kendisini terk eden sevgilisinin gönlünden düşüşüne; birçok görsel düzenlemenin Salvador Dali’nin tablolarına (örneğin afişteki ‘Mae West Room’); Charles Darwin’in evrim kuramcısına doğrudan, evcil maymunu Wallace’nin Britanyalı doğa bilimci Alfred Russel Wallace’a; kelebeğin, Yunan ve Çin mitolojisindeki yeniden doğuş ve zarafet anlamına; lotus çiçeğinin manevi aydınlanmaya; Benga’nın sırtına saplanan okların, Hint destanı Mahabarata’nın mitolojik kahramanı Bhişhma’nın ölümüne… (Çelik vd., 2023) göndermektedir.
Görselleştirmede özel efektten uzak duran Singh, Roy Walker”in hikâyesinde mimari ve doğal mekânlarında kullandığı canlı renk paletini, filmin gerçek mekânında bir kenara bırakır ve Los Angeles Hastanesi’ni donuk, silik, soğuk renklerle boyar. Çekimleri 4 yılda tamamlanan film, Türkiye dahil 16 ülke ve Ayasofya dahil 50 mekânla yoğun bir kültürel çeşitlilik kazanır. Filmin sunduğu bu çeşitlilik sadece peyzaj ve mekânlarla sınırlı kalmaz kuşkusuz, kostümlere de yansır: Evrim kuramcısı Darwin’in aradığı kelebeği temsil eden siyah, beyaz, kırmızı kostümü; maskeli haydudun gücünü ve enerjisini gösteren kırmızı maskesi; Hintlinin, kararlılığı ve direncini ifade eden zümrüt yeşili kostümü; Yarı çıplak Otto Benga’nın başındaki özgürlük ve direnişi sembolize eden aksesuarı… seyirciye zengin yorum olanağı sağlar.
DÜŞTEN GERÇEĞE DÜŞMEK
Diğer yandan eksiksiz bir “düşüş güzellemesi” olan filmin “düşüş”ü “yükseliş”e çevirme gücü veren, sağlam bir felsefi ve psikolojik altyapısı olduğunu söylemek zor değil. Alexandria ile tanışması ve ona fantastik bir hikâye anlatması, Roy’un travmalarıyla yüzleşmesine ve iyileşmesine yardımcı oluyor. Film, masumiyetin ve hayal gücünün zorluklarla başa çıkmada ve iyileşmede önemli bir rol oynayabileceğini gösteriyor. Alexandria’nın “Bırak yaşasın. Neden herkesi öldürüyorsun?” itirazıyla, umut-umutsuzluk çatışmasından umudu zaferle çıkarmak da. Roy, her ne kadar “Bu benim hikâyem.” dese de Alexandria, her ne kadar Amerikan kültürü ile Hint kültürü arasında sıkışmış olsa da “Benim de hikâyem.” diye diretmektedir çünkü!
Filmin felsefi dokusunda ise öncelikle Roy Walker’in boğuştuğu sorunlar nedeniyle varoluşçulukla karşılaşıyoruz ve onun özgür irade ve determinizm, yaşam ve ölüm, gerçeklik ve rüya gibi temel kavramlarıyla da. Roy hayatının anlamını sorguluyor, varoluşunun sebebini ve amacını arıyor. İnsanlığın, sevginin, dayanışmanın, merhamet ve şefkatin vurgulanması ise hümanizmin, kişinin hayata tutunmasındaki önemini gösteriyor.
Bütün bunların ötesinde sinema sektörünün yok saydığı “dublör”ü başrole çıkaran Düşüş; sürreal bir metin olarak okunduğunda gerçekliğin Roy ile Alexandrian’nın hikâyesinde varlığını sürdürdüğünü görürüz. Hikâyenin, filmin ‘gerçek’ karakterlerinin umut, çaresizlik ve özlemlerinin fantastik birer izdüşümü olduğunu; hatta bu iz’düş’ümünün ‘düş’ten gerçeğe ‘düş’mekten başka bir şey olmadığını görmek de olanaklıdır!
Author Profile
Latest entries
- ana manşet01/12/2024Gerçeği Görme Sorunu
- ana manşet23/11/2024Arda’nın Geleceğini Konuşmak…
- ana manşet17/11/2024Faşizmin dili
- ana manşet16/11/2024Yangında İlk Kurtarılacak Beş Mısra