Daha önceki “Estetik siyasetin neresinde” başlıklı bir makalemde, güzellik bilimi olarak estetiğin siyasetle ilişkisine, daha doğrusu devrimci siyasetin başarısında estetiğin ve sanatın rolüne değinmiştim. Özellikle şunu vurgulamıştım: Toplumsal kaygıdan, sorumluluktan, ideallerden bağımsız bir etik olmadığı gibi estetik de yoktur. Ve tersi de en az o kadar doğrudur: Etik ve estetik olmayan bir devrimci siyaset bütünsel gerçeği, hakikati kucaklayamadığı için başarısız kalmaya mahkumdur. Bunların temelinde elbette hakikate, doğruya bağlılık kaygısı yatar; yani etik ve estetik olan aynı zamanda en büyük gerçek, en yüksek hakikattir.
Bugünün toplumsal gerçekliğinde, aynı zamanda tepeden tırnağa etik/ahlaki olan bir estetik kavrayışa ve siyaset üretimine büyük ihtiyaç vardır. Toplumsal dinamiklerin, yani içeriğin kendisini en iyi ve yetkin ifade etmesinin, taleplerinin ve kabul ettirme iredesinin en etkili yolu-yöntemi olan büyük kitlesel eylemlere en uygun örgütsel önderliğin yaratılması demektir bu. Aydın ya da bilinçli öncü ile kitleler arasındaki dinamik ilişki, aynı zamanda içerik ve biçim ilişkisidir. Bu ilişkinin doğru kurulması, siyasetin en üst düzeyde estetik niteliğini gösterdiği gibi hakikatin ve ahlakiliğin de en yetkin ifadesidir.
Aydın ve halk ilişkisi 100 yıl önce Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi ile doğru bir denklemde kurulmuştu. Ancak, 1940’lardan sonra, emperyalizme bağımlılık ve Tanzimatçılığın tekrardan yükselmesiyle aydın unsuru bölündüğü gibi, aydın ile halk arasındaki ilişki de koptu. 1960’larda, 68’lerde bu kopukluk belli ölçüde giderilmeye çalışılsa da istenen sonuçlara tam olarak ulaşılamadı.
Öte yandan, hele 12 Eylül’den sonra aydın ve halkın, emekçi sınıfların “küreselleşme” operasyonuyla tamamen farklı dünyalara savrulması sonucu, estetiğin ve nitelikli, anlamlı sanat ve edebiyat üretiminin toprağı de çoraklaştı, yozlaştı. Üstelik toplumu, toplumsallığı tamamen dışlayan, birey merkezli, içeriksizlik ve anlamsızlık yüceltildi. Sonuç olarak, büyük bir potansiyel enerjiye sahip olduğu halde, eğer kitle hareketi, dağınık, etkisiz ve sisteme-iktidara yönelik güçlü mesajlar vermiyorsa, bunun nedeni, bilimi, estetik ve etik davranışla birleştiren sağlam bir devrimci stratejiye sahip bir merkezin, kurmaylığın yaratılamamış olmasıdır.
***
Daha sade, yalın anlatımla, estetiğin en temel ilkeleri olan uyum, orantı, simetri ve bütün bunların özgünlük ve yaratıcılıkla bütünlüğü çok önemlidir. İçerikle uyumlu bir biçim, yani gerçekliğe uygun bir söylem ve örgütlenme, kitlelerin gerçek talepleri ve bilinç düzeyleriyle ve ayrıca somut çözüm önerilerinin örgütsel güç ve yapabilme kapasitesiyle orantılı olması, yeni, farklı olanın özgünlüğüne uygun bir yaratıcılık, devrimci siyasetin de vazgeçilmezleridir.
Hiç kuşkusuz asıl anlatmak istediğimiz şey, gerçeği yansıtmayan ya da kitlelerin zaman ve mekan algısını bulandıran, körelten, yanıltıcı, içi boş, biçimsel olarak gösterişli ama sahte içerikli anlatımın ve propaganda biçimlerinin niteliksel bir eleştirisidir. Ne kadar parlak, gösterişli olursa olsun, merkezden, tepeden yapılan ve etkili propaganda araçlarıyla yaratılan ilk izlenim genellikle yanıltıcıdır. Devrimci program ve siyaset açısından teorik olarak doğru olsa da, somut, güncel, uygulanabilir bir içeriğe sahip değilse, somut gerçekliği yansıtmıyorsa, başarı da içi boştur, hayaldir, yanılgılar yumağından ibarettir. Daha da önemlisi, bütün bu merkezden yapılan genel propaganda söylemleri hedef kitlenin ulaştığı bilinç düzeyinde karşılık bulmuyor ve duyarlılıklar, tepkiler, sempatiler, önyargılar ve ortak kaygı ve özlemlerden oluşan bilinçaltı dünyasında bir titreşim, rezonans yaratmıyorsa, dönemsel, taktiksel fazla bir anlam taşımaz.
Devrimci toplumsal pratikte bütün bunların ölçütü nedir diye sorarsak, yanıt çok basittir: Belli bir deneyim sürecinin sonunda anlamlı bir kitlesel kuvvet yaratıp yaratmamak. Değilse bir önceki yazımda da vurguladığım gibi, “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” Yoksa, günümüz medya çağında egemen olan “Ayinesi laftır kişinin işe bakılmaz” mı demeliyiz!…
Ama öte yandan “strateji doğru, hiç insan kazanmasak, kuvvet toplamasak da onu döne döne anlatmanın ne sakıncası var” denebilir. Kaldı ki, “döne döne, tekrar tekrar anlatmanın” da estetik bir bedeli vardır; çünkü en büyük hakikati bile bıktırasıya tekrarlamak, beğeni ve sempati duygusunu tersine çevirme, reddetme gibi bir risk taşır. Örneğin salt ABD emperyalizmine karşı yapılan siyasal mücadele ve propaganda bile, tek başına, devrimci ideoloji ve siyasetleri sürdürmek için yeterli değil mi diyen itirazları duyar gibiyim. Bu yaklaşıma göre, siyaseten başka hiç bir şey yapmasan, üstelik sistemin en gerici güçleri ile işbirliği yapsan bile, ABD’ye karşı mücadele devrimciliğin “biricik” ölçütü oluyor. Buna göre, diğer toplumsal, ekonomik, ideolojik-kültürel sorunların, kitlelerin acil, hayati taleplerinin fazla bir önemi yoktur. İşte tam da burada, kitlelerin temel, yaşamsal, can alıcı somut talepleriyle buluşmayan, hatta onlara karşı duyarlılığı bastıran, körelten, dolayısıyla yaratıcılıktan, özgünlükten uzak, salt antiemperyalist söylem kalıplarının bıktırıcı tekrarı tam tersi bir davranışı tetiklediğini görüyoruz.
Siyasetin, etikle, dolayısıyla vicdani ve ahlaki tavırla, estetikle, hakikatle bağını hiç önemsemeyen ya da anlamayan böylesi ruhunu yitirmiş ve pişkinleşmiş bir mantık, elli yıllık deneyim ve birikimin sonucu bütün Türkiye’de 3 muhtarlık kazanmayı, “sistemin kalesinde delik açtık” diyerek bir başarı ölçütü olarak savunabiliyor. Siyasal güçle ve yüzde 04’lerden 01’lere düşmenin toplumda yarattığı algıyla hiç bir orantı ve uyum ilişkisi taşımayan, “AKP’yi aslında biz yönetiyoruz” diyen bu söylem tarzı olsa olsa sanatın güldürü türüne girebilir. Güldürünün düzeyini bir fıkrayla bir tık daha yükseltelim isterseniz. Toprak yolda hızla ilerleyen at arabasının kıçına konmuş sivrisinek arkaya bakar ve yükselen toz bulutuna bakarak şöyle böbürlenir: “Amma da tozuttum ha!..”
***
Egemen sınıfların aydın ve siyasetçisi güzellik kavramını genellikle salt biçimsel, dış görünüş olarak anladığı için siyasette estetiğin ve sanatın rolünü, temsil ettikleri sınıfın gerici çıkarları gereği ya görmezden gelip kitlelerin gözünü boyamayla, görünüşü kurtarmakla yetinirler. Ya da yalan, ikiyüzlülük ve sahteliklere dayanan siyasetleri gereği toplumsal içeriği çarpıtan ve bastıran gösterişli maskelere, süslü, etkili konuşmalara başvuran bir sahte “estetik” geliştirirler. Bu mantık ve üslubun, egemen sınıf siyasetçileri için geçerli olan en maharetli biçimini zübük karakterinde görürüz. İçerikten, haklı ve haksız, doğru ve yanlış olmaktan bağımsız, gerçeği temsil etmek gibi bir ilkesi ve derdi olmayan, içtenlikten, dürüstlükten uzak bir siyaset biçimidir bu.
Estetiği salt biçime, söylem ve laf ustalığına, söz, biçim, renk, mimik fantezisine hapseden postmodern -estetik karşıtı- estetik, siyasetin tam da bu görünüme, gösterişe odaklı biçimsel yanını mutlaklaştırır. Yani onlara göre estetik, güzellik, biçimden, görünüşten, güzel konuşmaktan, şaşırtıcı, tuhaflıklar, ilginçlikler yaratmaktan ibarettir. Neoliberal-postmodern sanat ve kültür felsefesiyle sistemleştirilen bu anlayış sonucu ve son kırk yıldır estirilen “yalan rüzgarı”ndan beslenen karşıdevrimci neoliberal ve İslamcı anlayış için, siyasette yalan, sahtelik, ikiyüzlülük, düzenbazlık doğal ve meşru hale geldi. Yeter ki o anda izleyiciyi kandırsın ve durumu kurtarsın, “sonrası için Allah kerim!..”
Oysa devrimci ideoloji ve siyaset, hepsi de emperyalist sömürü ve talan sisteminin ideolojik kültürel uzantısı olan düzen partilerinden temelden farklıdır ve onlara karşıdır. Her şeyden önce devrimci siyasetin temelinde, topluma, insanlığa karşı sorumluluktan kaynaklanan etik/ahlaki bir amaç vardır. Bunun içeriksel karşılığı, hakikate, gerçekliğe yeminli bağlılıktır. Devrimci siyasetin estetik niteliğinin birincil belirleyicisi içeriktir. Bu, estetiğin temel ilkesi olan, gerçek anlamıyla içeriğe uygun bir biçimin yaratılması anlamına gelir.
Başka deyişle, devrimci siyasette doğru bir strateji ve programın belirlendikten sonra tayin edici ilke, söylem ve propaganda biçimlerinin, üslupların, taktiklerin tamamen toplumsal, kültürel içeriklerce ve yaratıcı bir çabayla, büyük bir özen ve sorumlulukla belirlenmesidir. Bu da ancak, medyatik araç ve mekanizmalarda, “sosyal medya”da baskın halde olan çarpıtma, yalan, sahteleştirme ve yanıltma sisteminin dışında, doğrudan kitlelerle ilişki, onların duygu, düşünce ve beklentilerini paylaşma süreci içinde mümkündür. “Tv kanalıyla gerçekleri sansürsüz açıklıyoruz; kitlelerle yüzyüze görüşmelerde söyleyeceğimiz her şeyi söylüyoruz” biçiminde bir itiraz gelebilir. Sorunun çok önemli bir boyutu aslında tam da buradadır.
Oysa, özellikle bizim gibi tam bağımsızlığını kazanamamış, aydınlanma ve bilimsel devrimini tamamlayamamış toplumlarda kitlelerin aklına ve yüreğine ulaşabilmek, vicdanını harekete geçirebilmek, yukarıdan, üstten propagandayla, ne kadar iyi kurgulanırsa kurgulansın, çok iyi hazırlanmış çok güzel, etkili söylemlerle bile mümkün değildir. Bilinç düzeyi görece daha yüksek, kirliyi temizi, doğruyu yanlışı ayırdetme yetisine sahip eğitimli ve deneyimli bir kesimle sınırlıdır bu. Hele hele, yüzlerce medya kanalından binlerce zübüknamenin trolnamenin kirli, yalan ve çarpıtma bilgilerinin boca edildiği günümüzde…
***
Halkın günlük yaşamına doğrudan girmeden, onun duygu ve düşünce dünyasını içeriden yaşayarak derinlemesine anlamadan genel, üstten ve merkezden yürütülen siyaset ve propagandanın başarısızlığa mahkum olduğu açıktır. Bunu vurguladıktan sonra, emekçinin günlük yaşamında siyaset ve estetik ilişkisini daha ayrıntılandırıp özgünleştirebiliriz. Bu özgünleştirmenin uygulama alanı, kuşkusuz en başta geniş anlamda kitle örgütleri ve sendikalardır. Daha çok kafa ve kol emekçilerinin örgütlü olduğu Demokratik Kitle Örgütlerinin, Sendikaların (STK’lar) etkinlik yürüttüğü, devrimci ideoloji ve siyaset ile emekçi kitlelerin buluştuğu en hareketli, en dinamik alana giriyoruz şimdi. Başka deyişle devrimci teorinin kitlesel pratikle buluştuğu, teori ile pratiğin birleşmesinde yaratıcı bütün deneyimlerin sergilendiği, sergilenebileceği alanlardır buralar.
Çağdaş bir toplumda Demokratik Kitle Örgütleri, emekçi kitlelerin ekonomik, demokratik, kültürel talep ve mücadeleleri ile onların teori ve siyasetlerini üreten aydın ve entelektüel niteliğin buluştuğu örgütlü mekanlar, kurumlardır demiştik. Bu kuruluşların en önemli özelliği, gerek sendikalar olarak sınıfsal, gerek TBB, TMMOB, Tabipler Birliği gibi mesleki ve gerekse ADD, ÇYDD ve kadın örgütleri gibi kültürel temelde olsun, üyelerinin, toplumdaki her türlü ideolojik, siyasal, kültürel eğilimin taşıyıcıları, temsilcileri olmasıdır. Dolayısıyla, kitlelere, halka, en başta da onun öncü, ileri unsurlarına devrimci fikirleri ulaştırmanın, onları ikna edip kazanmanın sinir merkezlerini, odak noktalarını oluşturan bu örgütlerde nasıl çalışılması gerektiğine ilişkin, geçmiş deneyimlere dayanan bazı düşünceleri açmak ve tartışmak yararlı olacaktır.
Örneğin kitle örgütlerinde iktidar olmanın ya da ideolojik-siyasal olarak etkin olmanın siyasal iktidar mücadelesiyle doğrudan veya dolaylı bağlantılı olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Devrimci çalışma ve mücadelenin başarı ve başarısızlığının, hayalci-palavracılık ile gerçekçiliğin, halk dalkavukluğu ve kibirlilik ile Mustafa Kemal’in simgeleştirdiği halkın gerçeklerine ve özlemlerine alçakgönüllü yürekten, ölümüne bağlılığın sınandığı yerdir burası. Programında, stratejisinde, temel siyasetlerinde teorik olarak ne kadar haklı olursan ol, kitlelerin en bilinçli en gelişkin unsurlarının toplandığı bu alanda yerinde ve zamanında doğru tavırlar ve siyasetler geliştirip elle tutulur başarılar sağlayamamışsan, bütün o teoriler bir süre sonra, koşulların da değişimiyle içi boşalır, kendini tekrarlayan palavralara dönüşür. Estetiğin özünü oluşturan içerik ve biçim ilişkisi işte tam da burada bütün özgünlüğü, derinliği ve zenginliğiyle işler ve hükmünü yürütür.
Devrimci-öncü siyasetle, öncü partiyle kitle örgütleri ilişkisinin, devrimin başarısı açısından ne kadar yaşamsal olduğunun kanıtı, modern çağın ve 20. yüzyılın ilk ve en büyük emekçi devrimi olan Sovyet Devrimi deneyimi ve onu gerçekleştiren Bolşeviklerin öncü parti modelidir. Türk toplumu, tarihsel-toplumsal bir çok bakımdan Rus toplumu ile benzerlikler gösterdiği gibi, Türk Devrimi de bazı özgün nitelikleri açısından Sovyet Devrimine benzemektedir. Böyle olduğu içindir ki, kopyacılığın, taklitçiliğin en amansız düşmanı olan Mustafa Kemal’in de açıkladığı gibi 1921 “Halkçılık Beyannamesi” “Halk Şuraları/Meclisleri” anlamına gelen “Sovyet” modelinden, ondaki evrensel ilkelerden esinlenerek hazırlanmıştır.
Nasıl bir modeldi, nasıl bir dinamik ilişki taşıyordu, Bolşevik Partisi ile, bizde karşılığı aşağı yukarı Demokratik Kitle Örgütleri olan “Sovyetler”in ilişkisi? Bilindiği gibi, Öncü Parti modelinin kuramcısı ve yaratıcısı, ilk antikapitalist ve antiemperyalist emekçi devriminin önderi Lenin ve Bolşevik Partisi’dir. Lenin, Öncü Parti ile devrimi gerçekleştiren işçi-köylü kitleleri arasındaki organik bağı oluşturan Sovyet örgütlenmesini şöyle açıklar: (Aklımda kaldığı kadar, ama özünü söylüyorum) Bolşevik Partisi ve emekçi sınıfların doğal önderlerinden oluşan Sovyetler, bir piramit oluşturur. Piramidin tepesinde profesyonel devrimciler vardır; bunlar partinin en fazla yüzde 10-15’ini oluşturur. Kadroların büyük çoğunluğu sendikalar ve diğer kitle örgütlerinin yönetici ve aktif unsurlarıdır, yani işçi-halk önderleri ya da doğal önderlerdir.
Evet, devrimin teorisini, stratejisini ve temel propaganda malzemelerini ağırlıklı olarak Lenin gibi en tepedeki profesyoneller geliştirmiştir; ama devrimin program ve stratejisini etkili ve yaratıcı bir propagandaya dönüştüren ve fiilen emekçi kitleleri örgütleyip harekete geçiren, sonra da devrimin karakterini “Sovyet Devrimi” olarak belirleyenler, kitleler içindeki parti kadrolarıdır; onların yeteneği, inisiyatifi ve iradesinin toplamıdır. Ayrıca devrimci teorinin kaynağının bütün kadroların yaşadığı zengin toplumsal pratik olduğunu da özellikle vurgulayalım. Lenin’in bu değerlendirmesini Stalin, “Leninizmin İlkeleri” kitabında -mealen söylüyorum- “teori ve strateji bir kez belirlendikten sonra tayin edici olan kadrolardır” diyerek tamamlar.
Peki, Bolşevik kadrolar, başlarda azınlık olmalarına rağmen daha sonra örgütlü kitleleri, devrimci bilinç ve iradeyle ikna edip nasıl çoğunluğa geçtiler. Bunun sırrını kaba, yüzeysel bilgiyle bulamayız; ancak Sovyet tarihini çok yönlü derin bir incelemeyle çözebiliriz. Bana göre ise Bolşevikler için de geçerli olan şu olgular, evrensel olarak da geçerlidir. Kuşkusuz en başta devrimci teori ve siyasetlerin doğruluğudur. İkincisi ve konumuz açısından en önemlisi, kitle örgütlerindeki yönetici ya da yönetim adayı kadrolar, önderlik yeteneği açısından merkezi kadrolara göre daha geri ve ikincil kadrolar değildi. Rus Sosyal Demokrat Partisi’nin (RSDP) kuruluş sürecinden de anlaşılacağı gibi, kadrolar, yerel devrimci pratiklerinde kendilerini kanıtlamış, entelektüel gücü yüksek, özgüvenli, kişilikli unsurlardı.
Dolayısıyla, Menşevik, Narodnik, Troçkist, liberal ve Çarlık rejimi yanlısı her türlü ideolojik ve siyasal eğilimin temsil edildiği ve tartıştığı bir alanda mücadele ediyorlar ve entelektüel güçleri ve özgüvenleriyle yer yer parti merkezine rağmen ikna edici özgüvenleriyle inisiyatiflerini kullanıyorlardı. En önemlisi de, farklı fikir ve siyasetteki insanlarla hem tartışıp, hem de ortak bir hedef doğrultusunda yanyana mücadele etmenin basiretine, olgunluğuna ve sorumluluğuna sahiptiler. Çünkü bunlar olmadan emekçilerin, işçi ve köylülerin birliğini sağlamak olanaksızdı. Farklı fikirdeki devrimcileri ve kitleleri ikna etmenin, anahtarı tam da buradaydı.
***
Ülkemiz gerçeğine dönersek… Bizim gibi, hizmet sektörü ve mafyatik yapıların ağırlıkta olduğu ama geleneksel sanayici kuruluşların da ciddi olarak varlığını sürdürdüğü kapitalist serbest piyasa ekonomisinde, kafa ve kol emekçilerinin neredeyse çalışanların yüzde 70’ini oluşturduğu bir ülkede Demokratik Kitle Örgütleri azımsanmayacak bir öneme ve işleve sahiptir. Üstelik Avrupa’da etkinlikleri giderek düşerken, genel olarak ezilen dünya ülkelerinin en gelişmişleri içinde yer alan ülkemizde bir hayli güçlü ve işlevseldir. Emperyalist Batı sistemi çürüme ve çöküş içine girmiş, işçi sendikaları neredeyse işlevsizleşmiş ve sosyalist-komünist partiler alabildiğine küçülmüşken, bizim gibi ülkelerde emekçi kitleler, kapitalizm dışında ve daha ileri yeni bir dünyanın kurulmasını isteyen bir enerjiye sahiptir; bunun için her türlü özveriye hazırdır ve büyük kitlesel eylemlerin eli kulağındadır.
Böyle bir tabloda, yukarıdaki gerçekler teorik olarak çok iyi bilindiği halde, benim içinden geldiğim siyasal gelenekte bu sorunun özgünlüğü, kendine has kural ve yöntemleri bir türlü kavranamadı ya da kavranmak istenmedi ve gelenekleşmiş tarihsel hatalar sürdürüldü. Bunun sonucu olarak, kitle örgütleri alanında hiç bir başarı elde edilemediği gibi, kazanılan başarılar ve mevziler de kısa süre sonra kaybedildi. 50 yıllık, kesintisiz büyük bir siyasal deneyim birikimine karşın, partinin kitlesel ve etkili bir güç olmasında tayin edici olan bu sorunun çözülüp onu aşma bilinci ve iradesi gösterilememiştir. Bu durum; kurumlaşma, parti içi demokrasi ve en önemlisi siyasetlerin özgünleşmesi, yani devrimci siyasetin Türkiye özgülünde ete-kemiğe bürünmesi noktasındaki başarısızlığın ve sağcılaşmanın, karşıdevrimci iktidarın eklentisi durumuna düşmenin de önemli bir nedenidir.
Neydi başarısızlığa neden olan anlayış ve uygulamalar? En başta bu, partinin devrimci hattından uzaklaşmasıyla sonuçlanan Türkiye gerçekliğinden ve halktan kopmaya yol açan öznelcilik ve bunun katmerlenmiş, kendini beğenmiş biçimi olan kibirliliktir. Öznelciliğin pratikteki karşılığı ise aceleciliktir. Nedensel olarak birbiri ile bağlantılı öznelcilik ve acelecilik, genel olarak siyasette, öncü kadroların kitlelerin bir adım önünde yürümesi gerekirken, 3 adım 5 adım önde yürüme kibirliliğine düşüp kitlelerden kopmanın, bu nedenle “öncü”yüm derken “artçı”lığa düşmenin açmaz mantığıdır. Halkımızın “acele giden ecele gider” sözü tam da bu anlayışın diyalektik eleştirisidir.
Kitle çalışmasındaki bu özgünlük ve incelikler, yukarıda vurguladığımız içerik ile biçim arasındaki uyumu, orantıyı ve yaratıcılığı zorunlu kılması açısından estetik bir niteliğe sahiptir. Özetle, belli bir özerkliğe sahip kitle örgütlerindeki çalışma tarzı ve yöntemler, tıpkı edebiyat ve sanatın, ideoloji ve siyasetin kendi estetik kurgusu, olay örgüsü ve üslubun özgünlüğünde gizleyerek ve dolayımlayarak içeriyor ve yansıtıyorsa, kitle örgütleri de -kuşkusuz hepsinin yapısal farklılığına uygun olarak- ideoloji ve siyaseti aynı biçimde içerir ve yansıtır.
Kendini dev aynasında gören kibirlilik, farklı fikirlerle yan yana gelip tartışmak, eylem yapmak, ortak (ittifak, cephe, dayanışma vs ile) siyasal yapılar oluşturmaktan uzak olduğu gibi, kendi içindeki farklı fikir savunan ve eleştiriler getiren yetkin kadroları da dışladı. Sonuçta bu anlayış ve tutumlarla kitle örgütlerinde başarılı olmak, o “örgütün başına geçmek”, en küçük mevzisel bir başarı sağlamak bile mümkün değildi.
Çünkü sözkonusu anlayış, kitle örgütündeki üyesine, o kitle örgütünün gerektirdiği bağımsız inisiyatif kullanmasına, dolayısıyla yaratıcı bir düşünce ve eylem geliştirmesine engeldir. Doğru olan, partinin bir memuru gibi onun siyasetlerinin bire bir taşımak değildir, o özgül yapıyla gerçek anlamda bütünleşip özgün anlatım biçimleri, yöntemler gelişirmektir. Oysa bütün eleştirilere rağmen bu estetik gerçeği kavrayacak bir derinlik ve duyarlılıktan yoksunluk söz konusuydu. Görevlendirilen kadrolar da çoğunlukla özerklik bilinci ve inisiyatif geliştirme çapı, kapasitesi olmayan memurlardı.
İkinci olarak, merkezi propaganda aracı olarak gazetenin 20. yüzyıl ve günümüzdeki işlevi ve etkisi üzerine bir kaç şey söylemeliyim. Boşevikler, Iskra gibi güçlü bir merkezi siyaset üretme ve propaganda organına sahiptiler. 20. yüzyılın başlarında, köylülüğün yüzde 70’lerde olduğu ve ezici çoğunluğun gazete okumadığı, radyo ve televizyonun olmadığı ve dolayısıyla halkın toplumsal, siyasal gelişmelerden, ülke ve dünya gerçelerinden bihaber olduğu koşullarda Iskra gibi bir haftalık gazete ilk defa işçi ve köylü yığınlarına örgütlü kadrolar eliyle düzenli olarak ulaştırılıyordu. Çarlığın, emekçilerin zihninde yepyeni umutlar ve ufuklar açan bu sarsıcı bilgileri ne yalanlayacak ve engelleyecek araçları vardı ne de günümüzdeki gibi, gerçek bilgileri çarpıtıp kirletecek, boğacak ve etkisiz kılacak medyatik araç ve mekanizmalar.
Devrimci düşünce ve siyasetlerin kitlelere ulaştırılması konusunda 100 yıl öncesinden bu olağanüstü büyük farklılığın kavranması, hem kitlelerin düşünce, duygu, algı ve tepki dünyasını doğru anlama, hem de gerçeklerin hangi estetik biçim ve yöntemle ona ulaştırılması gerektiği açısından yaşamsal önemdedir. Bu nedenle, Iskra modeli merkezi propaganda aracı olarak bir gazetenin -buna ek olarak tv’nin- devrimci fikirlerin kitlelere ulaşmasındaki rolünün günümüzde tek başına belirleyici olmadığını gerekiyor. Çünkü, daha yaygın, daha hızlı ve ciddi olumsuzlukları yanında kendine has başka olumlulukları olan sosyal medyanın devreye girmesiyle durum bir hayli değişmiştir. Özellikle son yirmi yıllık deneyimlerin de gösterdiği gibi, kitlelerle bire bir ve çok yönlü ilişkiyi merkezine alan çeşitli kültürel, sanatsal, günün gerçekliğine özgü örgütsel açılımlarla zengin iletişim biçimleri geliştirmek gerekmektedir.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Şu anda önümüzde en büyük nesnellik olarak, patlamaya doğru ısınmakta olan, bazı öncü belirtilerini gözlemlediğimiz, büyük kitle eylemlerinin potansiyel birikimi durmaktadır. Türk aydını ve öncü devrimciler için bu tablo, geleceğin nasıl belirleneceğini, bunu gerçekleştirecek siyasal-toplumsal, örgütsel dinamiklerin nasıl ortaya çıkacağını gösterecek bir sınav yeri, bir laboratuar olacak gibi görünüyor.