“Yanılsama kolektif bilinçteki en inatçı zararlı ottur; tarih iyi bir öğretmendir, ama şu anda hiç öğrencisi yoktur.”
Antonio Gramsci, Faşizm Üzerine
Ortaokul son sınıfta olmalıyım, elime Hemingway’in bu haftaki yazımın başlığına ismini veren “Çanlar Kimin İçin Çalıyor (For Whom The Bell Tolls)” romanı düşmüştü. Kitapta, Cumhuriyetçi dinamit uzmanı Roberto’nun, faşist Franco kuvvetlerine karşı bir köprüyü havaya uçurma görevi alması ve bu görevi yerine getirmek için girdiği mücadeledeki öyküsü anlatılıyordu. Bir çırpıda okumuştum romanı. Daha sonra sinemaya uyarlanan ve Gary Cooper’ın başrolde Cumhuriyetçi Roberto’yu oynadığı 1943 yapım filmini de izledim. Yakın zamanda tiyatroyla ilgilenen Sosyalist Cumhuriyet Gençliği’nden bir yoldaşımız Çanlar Kimin İçin Çalıyor oyununu oynadı, bu vesileyle büyük bir keyifle bu başyapıtın tiyatrosunu da izlemiş oldum. Yoldaşımız, Roberto’ya yol gösteren yaşlı rehber Anselmo’yu canlandırdı, tek kelimeyle harikaydı… Özetin özetiyle, henüz ortaokul öğrencisiyken İspanya İç Savaşını öğrenmemde ve faşizmin ne menem olduğuna dair ön bilgilerimin oluşmasında Çanlar Kimin Çalıyor romanı etkili oldu. Yazının amacı bu önemli romanın bir özetini ve kendi yorumlarımı aktarmak değil elbette, amacı ve başlıkla ilişkisini ilerleyen satırlarda açmaya çalışacağım ancak edebiyatın ve daha özelde romanların siyasal ve toplumsal bilincimizin oluşmasında ve dahası Almanların weltanshauung dediği “dünya görüşümüzün” olgunlaşmasındaki öneminin altını çizmek istedim. İnsanlığa, emeğe, yurdunun bağımsızlığına dair sevgi ve sorumluluğun edebiyat ve sinemayla beslenebileceğini öğrendim. Büyük kuramsal katkılar yapmış ustaları okumak sonraki işti, onlarla derinleşip düşüncelerimizi daha sistematik ve örgütlü bir hale kavuşturduk.
Ondan dolayıdır ki, “romandır, kurgudur” diyerek geçmemek lazım. Bazen kimi okuduğumuz metinlerin verdiği cevaplardan ziyade bize sordurduğu sorular daha çok önem taşır. “Çanlar kimin için çalıyor?” işte öyle bir soru.
Küresel Kapitalist Sistemin Güncel Tahlili
Bugün dünyamız bir geçiş sürecinin sancılarıyla boğuşuyor. İtalyan Marksist düşünür Gramsci’nin “interregnum” kavramıyla açıklamaya çalıştığı şekliyle “eskinin öldüğü fakat yeninin henüz doğmadığı” bir fetret sürecinin içindeyiz. Öyle ki, kendisine içkin bir özellik olarak krizlerden beslenen ve ancak bu krizler vasıtasıyla yeniden üretimini gerçekleştirebilen kapitalist sistem, 2008 finans krizinden itibaren neoliberal birikim rejimini tahkim edecek yeni bir birikim modeli yaratmakta zorlanıyor. Halbuki, 1929 Bunalımı Keynesyen model ile; Keynesyen modelin 1970’li yıllarda petrol krizinin yarattığı stagflasyon ile girdiği kriz ise neoliberal birikim modeliyle çözülebilmişti. Ancak 2008 krizi sonrası yaşanan gelişmeler kapitalist sistemin yeni bir birikim modelini ikame etmesi bir yana, toplumsal hareketliliğin artışı, küresel ölçekli kitlesel göç hareketliliğinin hızlanması, iklim krizi ve COVID-19 pandemisiyle birlikte bir çoklu kriz (polycrisis) haline sürüklenmesine yol açtı. Bu tartışmalar, Yunanistan eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis’in 2023 yılında yayınlanan “Techno-Feudalism: What Killed Capitalism” kitabıyla kapitalizmin sonunun geldiği artık “yeni ve tekno feodal” bir döneme girdiğimiz gibi iddiaların ortaya atılmasına kadar vardı. Kapitalist sistemin özellikle teknolojik gelişmelerle son on yıllarda yaşadığı dönüşüm ve dijitalleşmeyle birlikte platform ekonomileri denilen Apple, Amazon, Google gibi küresel şirketlerin uluslararası ekonomide kapladığı alanın “yeni lordlar”, bu platformu dünya çapında kullanan milyonların ise “yeni serfler” olarak tanımlanabileceğine dair tartışmaların ortaya çıkmasına yol açtı. Varoufakis, kapitalizmin öldüğünü ancak bunun sol açısından “beklenenin” veya “istenilenin” aksine daha kötü bir küresel ekonomik sisteme yol açtığını iddia etti.
ABD hegemonyası, küresel kapitalist sistemin içerisine girdiği bu kriz içerisinde aşınmaya başladı. Daralan ulusal ekonomisini Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Uzak Asya’da sürdürdüğü vekalet savaşlarıyla ve bu savaşlarda kullanılan silah ticaretiyle aşmaya çalışan ABD emperyalizmi, Suriye’de, Ukrayna’da ve Tayvan’da hüsrana uğradı. Merkez kapitalist ülkelerde yaşanan ekonomik durgunluk ve düşük kârlılık oranları yoksullaşmanın ve gelir eşitsizliğinin artmasına, bu ise toplumsal hoşnutsuzluğun yükselmesine yol açtı. SSCB’nin ve sosyalist bir alternatifin olmadığı bir dünyada kitlelerin öfkesi hızla sağ tandanslı partilerin toplumsal destek havuzuna dönüştü.
Tarihsel materyalizm, siyasal ve toplumsal olguların temelindeki iktisadi dönüşümleri anlamamıza olanak tanır. Günümüzde faşizmin veya sağ popülizmin yükselişi tartışmalarının 2010 sonrası artmaya başlamasının altında yatan maddi gerçeklik, son on yılda kapitalist-emperyalist sistemin yaşadığı dönüşümle anlaşılabilir. Kapitalist-emperyalist sistemin yaşadığı yapısal krizler her zaman sandığımız yeni dünyanın kurulmasına yol açmayabilir. 1929 krizi ve sonrasında yaşananlar bu saptamanın tarihteki en önemli örneklerinden biridir.
Faşizmi Ayakları Üzerine Oturtmak
Anakronik bir tarihsel okumaya mahal vermemekle birlikte içinden geçtiğimiz dönemi iki dünya savaşı arasındaki dönemle kıyaslamanın kimi benzer süreçleri görmemize olanak tanıdığını düşünüyorum. Kapitalizmin tarihindeki en büyük yapısal krizlerden biri olan 1929 krizi sonrası kapitalist-emperyalist sistemin içerisine girdiği bunalım, Komintern başta olmak üzere sosyalist literatürdeki birçok isim tarafından Avrupa’daki “sosyalist devrimin şafağı” olarak yorumlanmıştı. Ancak ekonomik kriz sonrası Kıta Avrupa’sında güçlenen faşizm oldu. Komünist Enternasyonal ile birlikte özellikle Bordiga ve Clara Zetkin gibi isimlerin yaptığı faşizm tahlilleri burjuva demokrasisi ile faşizm arasındaki ayırıcı özellikleri göremedi. Parlamenter burjuva demokrasisine yönelttiği eleştiriler ve uluslararası küresel ekonomiye karşı korumacı bir kavrayışla halkın yoksullaşmasını “dış güçler” üzerinden açıklayan propaganda faaliyetleri ile faşizm, işçi sınıfı da dahil olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde geniş kesimlerin desteğini aldı. Bu dönemde faşizm üzerine en doğru tahlili, Komünist Enternasyonal’in Yedinci Kongresi’nde benimsendiği haliyle Dimitrov yaptı. Dimitrov’a göre faşizm; “finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist öğelerinin açık, terörcü diktatörlüğüdür. Faşizm, tekelci sermaye için bir yığın tabanı oluşturmaya çalışır.”
1930’lu yıllarda tekelci sermaye için yığın tabanı oluşturmaya çalışan kuvvetler Alman ve İtalyan faşistleriydi. Yoksullaşan halkın öfkesini kendi faşist ideolojilerinin toplumsal destek yığınları haline getirebildiler. İtalya’nın Güneyindeki yoksul köylüler ve Kuzeyindeki kent proleterleri Mussolini faşizminin kara gömleklileri haline geldi. Alman işçi sınıfı ise büyük ölçüde Hitler’in NAZİ Partisi içerisinde yer aldı. Faşizm üzerine önemli tahlillerde bulunmuş bir diğer isim Togliatti’nin Lenin Üniversitesi’nde verdiği, daha sonrada aynı isimle basılan Faşizm Üzerine Dersler eserinde, “faşizmi anlamak için onun sınıf niteliğini anlamalısınız” sözü bu bakımdan önemli ve anlamlıdır.
Bu tarihsel okumayı fazla uzatmadan günümüzde kapitalist sistemin krizini anlayabilmek ve özellikle 2008 finans krizi sonrası yoksullaşma ve küresel göç hareketliliği ile birlikte artan sağ popülist siyaseti anlamlandırabilmek önem kazanmaktadır. Neil Faulkner’ın yakın zamanda Türkçeye kazandırılan kitabında bahsettiği gibi; “faşizm, anaakım burjuva siyasetin hızla sağa kayması sayesinde güçlenir. Bu sağa kayışın geniş çaplı bağlamı ise dünya kapitalizminin girift krizine bakılarak anlaşılabilir.” Kapitalizmin gelişen teknolojiyle birlikte platform ekonomileri halinde hızla dijitalleşmesi insanları korkunç bir sömürü ve birikim mekanizması içerisinde kendine düşen rolü oynayan küçük birer emek ve tüketim dişlisine dönüştürüyor. Günümüzün modern/yeni faşizmi işte bu dijital distopyanın yatağında büyüme fırsatı yakalıyor. ABD hegemonyasının çözülüşü emperyalist-kapitalist sistemin sol bir vizyon doğrultusunda yerinden edilmesiyle sonuçlanmıyor aksine zenofobiyi (yabancı düşmanlığı) siyasal programları haline getirmiş emek hareketi karşıtı sağ siyasetlerin güçlenmesine yol açıyor. Türkiye’de de durum budur. En son Kayseri’de gerçekleşen olaylar bunu göstermektedir. Suriye halkının yerinden yurdundan edilmesine neden olan ABD/NATO emperyalizmidir. Hiç şüphe yok. Ancak, onu Türkiye topraklarına düzensiz bir şekilde yayan, ÖSO terör örgütünü besleyen, kendi oy deposunu oluşturmak için Suriyelilere Türk vatandaşlığı dağıtan AKP ve onun inşa ettiği saray rejimi değil midir? Neden bunu ortaya koymaktan imtina ediyoruz? Suriyelilerin kaldığı gecekonduları kundaklamak yerine ABD emperyalizmini ve saray rejiminin Suriye politikasını hedefe koyan bir siyasal iradeyi oluşturmak gerekmiyor mu? Emperyalizm diyerek uzak hedefteki boşluğa seslenmek yerine ilk önce onun planlarına ortak olan iktidarı eleştirmek ve halkın öfkesini buraya yönlendirmek gerekmiyor mu? Burası netleşmemiz gereken yerdir. Türkiye’de 2017 yılından itibaren bir saray rejimi inşa edilmiştir. Devlet aygıtının bütün kurumsallaşması bu yapının etrafında yeniden şekillenmiştir ve bu yapı içerisinde de tek bir adamın iki dudağı arasından çıkan her söz “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” olarak yeni güne uyandığımızda yasalaşmaktadır. Bu rejimi yıkmadan ne dış politikada ne de iç siyasette emperyalizme karşı tutarlı bir politika uygulanabilecektir. Bu yüzden Türkiye’nin mevcut siyasal rejimini tanımlarken saray rejimi ifadesini kullanıyorum ve orayı hedefe koymanın zorunluluğundan bahsediyorum.
Uluslararası aktörlere bakalım; İtalya’da Meloni, Fransa’da Le Pen, Macaristan’da Orban… günümüz faşizminin Avrupa temsilcilerinin hiçbirinin küresel emperyalist-kapitalist sistemle bir sorunu bulunmuyor. Dahası, örneğin Meloni, Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesini “işgal olarak” yorumluyor ve Rusya’nın “neo-emperyalist planlarının doğal sonucu” olarak Ukrayna’ya müdahale ettiğini söylüyor.[1] 26 yönetimsel bölgeden oluşan emperyalist Fransa’nın günümüzde dahi 4 yönetim bölgesi ülke sınırları dışında sömürgeleştirdiği ülkelerde bulunmasına rağmen onun aşırı sağ lideri Le Pen “emperyalizm karşıtı, ulusalcı” olarak nitelendiriliyor. Sorunlu olan yer tam da burası. Tek başına ABD’yi hedef tahtasına koymak, emperyalist-kapitalist sistemin bütününe karşı durabilmek için yeter şartı oluşturmuyor. Aynı hatalar daha önce “Sovyet sosyal emperyalizmini” baş düşman ilan edip ABD ile müttefiklik stratejisi önerilerek yapılmıştı. Bugün de ABD emperyalizmine karşı Avrupa’nın emek karşıtı sağ partileri kutsanıyor. Yanlıştır diyorum. ABD-NATO emperyalizmine karşı emek düşmanı partilerin “makbul” görülmesi iç siyasetimizde Zafer Partisi ve onun “kanzilerini” de “millici” görmeye yol açıyor, buradan anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir mücadele hattı doğmaz diyorum. ABD hegemonyası çözülüyor, doğrudur, iyidir. Ancak kapitalist üretim ilişkilerinde yaşanan dönüşümü ve bunun tüm dünyada sağ popülist/neo-faşist hareketleri kuvvetlendirdiğini görmezden gelerek dahası bunları “sağ değil sol” diyerek kavramların ve mücadele hatlarının iyice iğdiş edilmesine yol açacak analizler geliştirmenin “sağcılaşmanın” bir alameti olduğunu iddia ediyorum. “ABD’nin yanındaysa sağ, karşısındaysa soldur.” Önermesi günümüz dünyasının gerçekliğini basitleştirmekten ve saptanan doğru düşmana karşı yanlış strateji ve müttefiklerle yol alınmasına sebep olmaktan öteye geçemiyor.
1929 sonrasının aksine dünyada bir SSCB’nin bulunmayışı sol/sosyalist siyasetin çok kolay sağ/neo-faşist siyasal partileri aklamaya girişmesine dolayısıyla da küresel ölçekte kendi alternatif siyasetini yaratamamasına sebep oluyor. Bunun söylemsel bazda meşruiyeti, ulus devleti savunan, “ulusalcı” siyaset izlemeleri üzerinden yapılıyor. Ulusalcılık meselesini önümüzdeki haftanın konusu olarak ele almakla birlikte, günümüz emperyalist-kapitalist sistemin krizinin dünyayı emekten ve emekçilerden yana ilerici sol bir yörüngeye sokmaktan oldukça uzak olduğunu, bunda sol siyasetin sağa yedeklenmesinin ve tüm siyasal okumasını sağın şablonları üzerinden yapmasının etkili olduğunu tekrar tekrar vurgulamak gerekiyor.
Basit kategorileştirmeler ve siyah-beyaz okumalar yapma kolaylığını bir yana bırakarak “çanların kimler için çaldığını” daha incelikli düşünmek ve tartmak gerekiyor.
[1] Haber için bkz: https://www.bbc.com/turkce/articles/ce95rqqgln9o