Andre ile akşam yemeğim/My dinner with Andre
Andre ile Akşam Yemeğim’de André’nin yakındığı, Wally’nin ise değiştirmeyi göze alamadığı mevcut gerçekliği doğru anlayacak bir bilimsel yaklaşıma ihtiyaç var. Felsefenin düşünsel, sanatın duygusal araçlarla kurcaladığı gerçeklik, sosyolojinin bilimsel bir incelemesine gereksinim duyuyor…
SANAT TÜRLERİNİN ÖZGÜLLÜĞÜ
Üç yüz kilometre uzaktaki bir şehirde yaşayan arkadaşımızın ziyaretine, otobüs ya da tren gibi daha uygun araçlar olduğu halde bisikletle gitmeyi seçmek, uygun bir tercih olmazdı sanırım. Yoksa farklı bir yol ve yolculuk deneyimi yaşamak isteyen biri için bu karar, iyi bir olanak mıdır?
Odağına sadece iki karakterin diyaloğunu koyan bir sinema yapıtı için de kendini tiyatronun temel anlamlandırma olanaklarıyla sınırlandırmak, bir sahne sanatı olan tiyatronun belirli bir mekân içindeki uzamsal yapısına, oyuncuların seyirciyle sabit mesafesine, seyircinin sahneyi sadece bir açıdan görme deneyimine ve karakterlerin diyaloğa dayalı performans biçimlerine yaslanmak, ilk bakışta yadırganacaktır; ama belki bu da sinema sanatı için bisiklet yolculuğunun farklı deneyimlerini barındıran güçlü bir olanaktır!
Teşbihte hata yoksa, bu benzetme sanat türlerinin özgüllüklerinin nereye kadar korunabileceğiyle ilgilidir. Sanat türlerinden her birinin anlamlandırma araç ve yöntemlerinin farklı olmasına karşın; yöneldikleri sadece kendine özgü konuları ve geliştirdikleri özgül temaları bulunduğunu söylemek doğru olmaz. Örneğin savaşın getirdiği acıları ya da sevginin verdiği mutluluğu resimden müziğe, heykelden şiire, romandan sinemaya, sanatın her türünde incelemek ve yaşatmak olasıdır. Duyguyu biraz daha öne çıkaracaksanız, şiir ve müzik daha makul bir tercih olur; karakter çözümlemede roman, dramatik olay örgüsüyle düşünce temellendirmede tiyatro, duyguyu görsel imgelerle yoğunlaştırmada sinema…
Buna karşılık sanat türleri, genellikle özgül estetik, teknik ve ifade biçimleri ile karakterizedirler. Ne var ki modern sanatın gelişmesi ve deneyselliğin yükselmesiyle birlikte türler arası geçişler, sınır ihlalleri, hatta karma türler giderek daha yaygın hale geldi. Kapitalist modernizmin tekdüzeleştirdiği yaşam tarzına ve tektipleştirdiği davranış kalıplarına sanat kampından ilk itirazlar böyle yükseldi ve geleneksel formlara meydan okundu. 19. yüzyıl ortalarında romantizme realizmin, aynı yüzyılın sonlarında realizme sembolizmin; 20. yüzyılın başlarında empresyonizme ekspresyonizmin; Birinci Dünya Savaşı sonrasında savaşın yarattığı dehşet ve toplumsal normlara dadaizmin; dadaizmle etkileşim içinde rasyonalitenin sınırlarını zorlamayı sürdüren sürrealizmin tepkisi bu meydan okumanın sonucuydu.
Akımların bu etkili tepkili zincirlenmesi içinde yine de sanat türlerinin yöntem ve araçları toplumsal değerlerdeki değişmelere, teknolojik gelişmelere bağlı olarak az çok farklılaşsa da özgüllüğünü sürdürdü. Bu nedenle, o sürekliliğe bakarak, kimi sanat türlerinin belirli konulara daha yakın durduğunu söyleyebiliyoruz: Heykel, canlıların ve nesnelerin biçimlerini gerçekçi figürlerle, soyut formları ise geometrik şekillerle temsil ederken; müzik, sonat, konçerto, pop ve rock ile insanlığın daha genel duygularına, soyut hallerine yöneliyor. Edebiyatta roman ve öykü olaylar, kişiler çevresinde inşa edilirken, şiir yoğun duyguların ve düşüncelerin peşine düşüyor. Tiyatro, dramatik olay örgüsü içinde konumlanan karakterlerin yaşadıklarına; sinema, yarattığı görsel imgelerle türlü karşılaşma ve çatışmalara odaklanıyor…
ANDRÉ İLE AKŞAM YEMEĞİM
Bu girizgaha, Sinemada Sanat yazılarının bu bölümünde izleyeceğimiz filmin, tiyatro ve sinema gibi iki farklı sanat türünün birbirlerine dokunduğu sınırda yapılandırılmış olması nedeniyle gerek duyuldu. André ile Akşam Yemeğim (My Dinner with André), mekân, karakter ve diyalog yapısıyla daha çok tiyatro sanatının anlatı yapısı içinde kalan bir yapım. Sinemanın geleneksel anlatım olanaklarını pek fazla kullanmayan; kamera hareketleri, çekim açıları, renk paleti, kostüm ve set tasarımı gibi görsel diline; duygusal bağlamı pekiştiren, atmosfer yaratan kurgu, sembol; görüntü, müzik ve ses efektlerine çokça yaslanmayan, deneysel diyebileceğimiz bir film.
Andre ile Akşam Yemeğim, Virginia’da, Richmond Hotel’de, New York City’deki Café des Artistes’e benzeyecek şekilde tasarlanmış bir sette, iki haftada çekilmiş. Yarattığı görsel imgelerle bir aksiyonun etkili anlatımından tamamen uzak olan film, yıllar sonra bir akşam yemeğinde buluşan tiyatro sanatçısı iki karakterin, yaşamın ve tiyatronun doğası üzerine felsefi konuşmalarına odaklanıyor. Film, ilk 7 dakikasında Wally’in (Wallace Shawn) New York’ta beş yıldır görmediği arkadaşı André (André Gregory) ile buluşacakları restorana ulaştığı ve son 2 dakikasında taksiye binip evine döndüğü giriş ve çıkış sekansları dışında, 1 saat 42 dakika boyunca aynı kapalı mekânda, seyirciyi yan masaya kulak kabartmaya teşvik ediyor!
Popüler kültüre, çizgi filmlerden reklam filmi kurgularına kadar etki eden; birçok filmin ve dizinin üslubuna, konusuna göndermelerde bulunduğu André ile Akşam Yemeğim; Louis Malle’nin, seyirciyi belgesel ile kurgu arasında sallantıda bırakan, deneysel diyebileceğimiz bir filmi. Malle, Fransız Yeni Dalga akımının etkisinde yetişmiş bir yönetmen olsa da kendi özgün tarzını geliştirebilmiş; genellikle sıradan insanların yaşamlarına, ilişkilerine ve toplumsal sorunlara odaklanan sinemasıyla doğal oyunculuk performanslarına, derinlemesine karakter incelemelerine, gerçekçi diyaloglara ve toplumsal eleştirilere yönelmiş bir yönetmen.
Farklı türlerde çektiği filmlerle tanınan ve kariyerine Jacques Cousteau’nun denizaltı belgeseli The Silent World’ün (Sessiz Dünya, 1956) kamera hareketlerini yöneterek başlayan Louis Malle’nin (Fransa 1923 – ABD 1995) filmografisinde; bir suç hikâyesini anlattığı ve ilk uzun metraj denemesi olan Ascenseur Pour L’échafaud (İdam Sehpası, 1958), aynı yıl çektiği, cinsellik ve ahlaki normları sorgulaması nedeniyle çok tartışılan Les Amants (Âşıklar), kara mizah ve absürd komediyi bir araya getirdiği Zazie dans le Métro (Zazi Metroda, 1960), Alain Delon’un başrolünü üstlendiği ve bir adamın intihar kararını konu alan Le Feu Follet (Ateşle Oyun, 1963), büyük işler yaptıktan sonra unutulmuş bir gangsterin bir âşık ve kahraman olarak yeniden yükselişini anlatan Atlantic City (Atlantik Şehri, 1980), çocukluğundan esinlendiği ve bir Katolik okulunda yaşanan olaylara dayanan Au Revoir les Enfants (Elveda Çocuklar, 1987), Josephine Hart’ın aynı adlı romanından uyarlanan ve oğlunun sevgilisine takıntılı bir politikacıya odaklanan Damage (Ölesiye, 1992) gibi yapımlar var.
“KURMACA BELGESEL”
Yönetmenin 1981’de çektiği, yazımızın konusu olan My Dinner with André’nin (André ile Akşam Yemeğim), gerçek kişilere dayanan iki karakterinden biri olan André Gregory, 1934 Fransa doğumlu, Amerikalı aktör, yazar ve yönetmen. New York City’deki The Neighbourhood Playhouse School of the Theatre’da oyunculuk eğitimi almış. 1950’lerde oyunculuk kariyerine başlamış. 1960’lar ve 1970’ler boyunca topluluk iş birliğiyle geliştirilen bir dizi avangart tiyatro yapımı yönetmiş ve tiyatro dünyasında etkili bir isim olmuş. 1968’de kendi tiyatro şirketi The Manhattan Project’i kurmuş. Kısa bir süre sonra, tiyatronun modern yaşamdaki rolüne ilişkin şüpheleri çoğalmış ve Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin faşist eğilimine duyduğu tepkiyle aniden tiyatroyu bırakıp ülkeyi terk etmiş.
André Gregory’nin Andre ile Akşam Yemeğim’de anlattığına bakılırsa, tiyatro yönetmeni Jerzy Grotowski’nin daveti üzerine Polonya’ya gitmiş ve burada özel izleyiciler için bir dizi deneysel tiyatro etkinliği geliştirmiş. Farklı sahne prodüksiyonlarına imza atmış, filmlerde farklı karakter rolleri üstlenmiş. Kariyeri boyunca hem tiyatro sahnesinde hem de sinema dünyasında sıra dışı ve düşündürücü işler yapmış.
André ile Akşam Yemeğim’in diğer gerçek kişi ola karakteri Wallace Michael Shawn ise 1943 New York doğumlu, Amerikalı seslendirme sanatçısı, oyuncu, komedyen, deneme ve oyun yazarı. Kariyeri boyunca Woody Allen’in yönettiği altı filmde rol alan Shawn, çeşitli dizilerdeki rolleri ve televizyon çalışmalarıyla da biliniyor. 2014 İsrail-Gazze çatışması sırasında Filistin halkına desteğini dile getiren Yahudi sanatçı, sürmekte olan son İsrail-Gazze savaşında da ateşkes çağrısında bulundu.
Denemeler (2009) ve Gece Düşünceleri (2017) adlı kitapların yazarı da olan bu çok yönlü sanatçı, ilk oyunlarında duygusal ve cinsel çatışmaları absürt bir dille betimledi. Sonraki oyunlarında ise daha açık politik bir tavır aldı, karakterlerinin psikolojisi ile ait oldukları sosyal sınıfın davranış kalıpları arasında paralellikler kurdu; ABD’nin baskıcı rejimine karşı sert eleştiriler getirdi. Off-Broadway Tiyatro Ödülleri’nde 1986’da En İyi Oyun Yazarı ikinciliği ve The Fever’le 1991’de En İyi Amerikan Oyunu ödülünü aldı. Tiyatroyla ilgisi 1970 yılında, o zamandan beri birçok oyununu yöneten André Gregory ile tanıştığında başlayan Shawn, 2005 yılında da PEN/Laura Pels Uluslararası Tiyatro Vakfı Ödülü’ne layık görüldü.
SPİRİTÜALİZMLE “ANLAM” ARAYIŞI
My Dinner with André’ye dönecek olursak, filmin temelde geleneksel bir senaryoya dayanmadığını, André Gregory ve Wallace Shawn’ın gerçek hayatta sahip oldukları düşünceler, deneyimler ve felsefi görüşler etrafında döndüğünü, hatta yönetmenin gerçek bir sohbet ortamını korumak için oyunculara geniş bir özgürlük tanıdığını belirtmeliyiz. Bir süre uzak kaldıktan sonra tiyatroya tekrar dönme düşüncesiyle arkadaşı Wallace Shawn’a fikrini soran André Gregory, aslında bir oyunla son beş yıldır yaşadıklarının bir hikâyesini anlatmak istiyordu. Shawn, yaşam hakkındaki farklı düşüncelerinin ve Gregory’in yaşadığı deneyimlerin ilgi çekebileceğini düşünerek bu çerçevede bir film öyküsü geliştirmeyi önerdi. Filme karar verildikten sonra, sürece yönetmen Louis Malle de dahil oldu; olunca da üç saatlik senaryoyu 1 saat 50 dakikaya indirdi ve üslup oyunculuğunu reddederek filme karakterlerin seyirciyle bağını güçlendirecek bir içtenlik kazandırdı.
İki tiyatrocunun yıllar sonra karşılaşıp çok geniş bir konu yelpazesinde öyle pek tartışma boyutu kazanmadan karşılıklı sohbet çerçevesinde süren konuşmalarına yan masadan kulak misafiri olduğumuz André ile Akşam Yemeğim; yarattığı görsel imgeler ya da dayandığı heyecan dolu aksiyonlarla değil, asıl olarak insanın varoluşsal sorunları, yaşamın anlamı ve bireyin kendi özüne dönme gibi derin konularda André’nin çıktığı içsel yolculukta edindiği deneyimlerle seyircinin dikkatine yöneliyor.
Filmin giriş sekansı, dış mekânda buluşacakları lokantaya doğru giderken Wallace Shawn’ın “Oyun yazarının hayatı zordur.” diyen kafa sesiyle başlıyor. Tiyatro yapmanın sorunlarını, insanların günlük hayatın akışına kapılmış yaşantılarında oyunlara ilgisizliklerini, bu nedenle kendisi gibi çoğu sanatçının başka işler yapmak zorunda kaldığını, kendisinin de geçim sıkıntısı içinde olduğunu ve günlük rutinlerini anlatıyor: “Bütün hayatım bu şehirde geçti. 10 yaşımdayken zengindim, soyluydum, sefahat içinde şehirde taksilerle dolaşıyordum, aklımdaki tek şey sanat ve müzikti. Şimdi 36 yaşındayım, aklımdaki tek şey para…”
Şimdi Shawn için işin kötü yanı, birtakım tuhaf rastlantılar nedeniyle yıllardır “resmen” uzak durduğu, tiyatro çevresinden meslektaşı André Gregory’le yemek için sözleşmek zorunda kalmış olmasıdır. Çünkü tanıştıklarında arkadaşı André, kariyerinin zirvesindeydi ve ekibi “Manhattan Project” ile müthiş işler çıkartmış, dünyanın her yerinden seyircileri şaşkına döndürmüştü. Ama sonra André’ye bir şeyler olmuş, tiyatroyu bırakmış, ortalıktan kaybolmuştu.
Shawn’ın onunla buluşmasını ortak arkadaşları George Grassfield istemişti; çünkü Grassfield, André’yi eski yıkık bir binaya yaslanmış ağlarken görmüştü ve André ona Ingmar Bergman’ın kızlarını uzun yıllar arayıp sormamış piyanist bir annenin, biri zihinsel engelli iki kızıyla gerilim dolu yüzleşmesini anlatan Güz Sonatı filmini seyrettiğini, Ingrid Bergman’ın canlandırdığı karakterin söylediği bir replik nedeniyle durduramadığı bir ağlama krizine girdiğini söylemişti: “Sanatımla sonsuza dek yaşayabilirim, hayatımla değil!”
Wallace Shawn’ın, bir yandan günlük rutinini bozduğu için istemeyerek, diğer yandan eski bir arkadaşının acı çektiği anlaşılan bu ruh halinden endişelenerek kabul ettiği buluşma böyle gerçekleşir. Durumun yarattığı düğüm, André Gregory’nin spiritüalizmin türlü boyutları içinde geçen yolculuğunu, bu yolculukta edindiği deneyimlerle temellenen ve asıl olarak kapitalizmin yarattığı tüketim kültürünün vitrinlerini kıran dünya görüşünü anlatmaya başlayınca yavaş yavaş çözülecektir. Wally, günlük yaşamın sıkıntılarını olumlamaz elbet, ama ondan kaçış olmadığını karşı bir argüman olarak ileri sürmekten de geri kalmaz. Ne var ki André, böyle bir yaşamdan uzaklaşmak ve inanç dünyasını terk etmek gerektiğinde, daha anlamlı bir yaşam için doğayla uyumu bir “ilkelliğe” dönmekten başka bir çare olmadığında ısrarlıdır.
André Gregory’nin geleneksel mimesis (öykünme) tiyatrosundan uzaklaşmasının nedeni, kendisi zaten bir taklit olarak yaşanan bu hayatın bir kere daha tiyatro yoluyla taklit edilmesindeki saçmalığın farkına varmış olmasıdır! Onun bu farkındalığı, Platon’un idealar kuramı ve sanatın taklidin taklidi olduğu yaklaşımıyla uyumludur. Platon da gerçek varlıkların, kendilerine ait olan idealarının bir taklidi olduğunu, sanatçıların da bu gerçek varlıkları betimledikleri yapıtlarıyla taklidin taklidini yapmaktan başka bir şey ortaya koymadıklarını savlamıştır. Gregory’nin Platon’a yaklaştığı bu noktada Shawn da Platon’un hocası Sokrates’e yanaşır: “Bu akşama katlanabilmemin tek yolunun André’ye soru sormak olduğunu fark etmeye başlamıştım. Soru sormak beni daima rahatlatır… İnsanlar hakkında bilgi edinmeyi hep sevmişimdir. Şiddetli ıstırap içinde olsalar dahi bunu hep enteresan bulmuşumdur.” Onun bu sözleri, insanda doğuştan var olan bilgiyi ortay çıkartmak için Sokrates’in soru sorarak uyguladığı “doğurtma” (Sokratik) yöntemini çağırır!
Peki, André Gregory, çocuklarını ve eşini terk edip yok olduğu sürede neler yaşadı? Kısaca belirtmek gerekirse, yaşadıkları şunlardı: 5 yıl önce Gregory’nin arkadaşı ve “akıl hocası”, Polonyalı ünlü tiyatro yönetmeni Jerzy Grotowski, onu tiyatro kampında eğitmenlik için Polonya’ya davet etmiş. O da sosyal izolasyon, sade yaşam ve minimalizm talebinde bulunarak, hiç tiyatro tecrübesi olmayan bir topluluk bulursa ve bir ormanda çalışabilecekse daveti kabul edebileceğini söylemiş.
Modern kent yaşamının dışında, doğanın içinde, dekorsuz kostümsüz ve taklitten uzak, tümüyle dürtüye dayalı doğaçlama bir tiyatro eğitimine katılmış, “Arı Kovanı” etkinliğine önderlik etmiş: “Konu bizzat kendimizdi. Doğaçlamanın kurallarını takip ediyorsun; karakterin, güdülerin sana neyi gösteriyorsa o şekilde davranıyorsun ama bu sefer canlandırdığın kendinsin. Bu tıpkı çocukluğa dönmek gibi!” İşte ‘mimesis’e (taklit) alternatif bir tiyatro deneyimi! André’nin farkındalığı, gerçekten yaşıyor olduğunu deneyimlemek olmuş ve bu çok korkutucuymuş, zira beraberinde ölümün farkındalığı da geliyormuş…
André Gregory, burada yaşadığı birçok içsel deneyimden sonra New York’ta Kozan adında genç bir Japon Budist rahibiyle tanışmış ve onun önce “Bir Yaz Gecesi Rüyası”nın Puck’u, sonra da Küçük Prens olduğunu düşünmüş. André, uçsuz bucaksız çölü develerle geçmiş, çok uzaklardan Kazan’ın güzel bas sesini işitmiş, sesi izlemiş, onunla meditasyon yapmış, karısının ve çocuklarının görüntülerini görmüş, içinde şeytan olan Tibet gamalı bir bayrak edinmiş… Sonra ilkbaharda Hindistan’a gitmiş, burada bitkileri rahatsız eden böceklerle konuşanların olduğuna tanık olmuş, tarlanın bir bölümüne bu böcekler için sebze ekiyorlarmış! Aziziler Gecesi, Cadılar Bayramı ve mezar deneyimleri gibi bu tarz son büyük deneyimi Long Island’da Montauk’ta yaşamış; ölümün tek başına yaşandığının kesin olduğuna inanmış…
“DASEİN” ANDRÉ “DAS MAN” WALLY
Bu uzun ve ruhani yolculuktan sonra André Gregory, eve döndüğünden beri içinde yaşadığımız dünyayı çok ama çok üzücü buluyormuş. Ulaştığı düşüne, algıladığımız gerçekliğe değer vermediğimiz; çünkü her anımızı alışkanlıklarımızla yaşadığımızmış ve eğer alışkanlıklarımızla yaşıyorsak aslında yaşamıyor olduğumuzmuş! Eğer Budist meditasyon merkezine gidersek, orada bize yediğimiz her lokmanın tadına baktırıyorlarmış, bu yüzden öğle yemeği iki saat sürüyormuş, ama yemeğinin tadına karşı da bilinçleniyormuşuz…. André Grogery bu yolculuktan özetle, materyalist bir algı, düşünme ve yaşam biçimine karşı spiritüel bir algı, düşünme ve yaşam biçimi inşa ederek dönmüş.
Gregory, bu arayışıyla Heidegger’in “Dasein”ini anımsatıyor. Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman’da sözünü ettiği, günlük yaşamın gürültüsü içinde sıradan ihtiyaçlarını karşılama telaşına düşmüş, kalabalıklar içinde savrulup giden, birey olamamış, dönüp kendine bakmaya fırsat bulamamış, düşünmeyen, sorgulamayan… “das man”ın, indirgeyerek söylersek “bir özelliği olmayan, sıradan” insanının karşısında; hayatın aşkın anlamı hakkında farkındalığı yüksek, olup bitenden kaygı duyan, bu kaygıyla sorumluluğunun bilincine varmış, hakikatin ve varoluşunun peşinde koşan… bir “Dasein”dir André Gregory! Yine indirgeyecek olursak o, “orada olandır ve var oluşunun farkındadır.”
Gregory’nin bu soyut ve ruhani olguların gözlemleriyle kurduğu düşünce dünyasına, onu başından beri biraz da merakla dinleyen Wallace Shawn, günlük yaşamın nesnel gerçekliğiyle karşılık vermek ister ve geçen Noel’de birlikte yaşadığı Debby ve onun kendisine verdiği elektrikli battaniyenin sağladığı konfordan asla vazgeçemeyeceğini ileri sürer! André’nin itirazı hazırdır: “Ama Wally, bence böylesine bir konfor seni gerçeklikten koparır. Hatta soğuk olduğu için sana daha fazla bile sokulabilirim!” Gregory’e göre biz güneşin, ayın, gökyüzünün ve yıldızların altında yaşamak yerine, kendi kurduğumuz hayali bir dünyada yaşıyoruz! Wally’nin dünyanın yıpratıcılığına karşı konfor arama ısrarına André, “Rahatlığın tehlikeli olduğunu görmüyor musun?” diyerek itiraz eder. Wally, onun Everest fantezisine karşı sıkı durur: “Şu sokağın başındaki bir tütüncü dükkânında Everest dağındaki kadar fark edilecek bir gerçeklik yok mudur? Ne yani Batı’nın bilimini bırakıp sadece ruhani arayışlar için Everest’e mi çıkalım?”
Bilim adamlarına, sanatçılara, düşünürlere, Heidegger’e, Schopenhauer’a göndermelerle ilerleyen sohbet, André’nin yeni bir dil yaratmak gerektiği inancıyla bağlanır; yeni bir dile ihtiyacımız vardır, kalbin diline, tıpkı Polonya ormanındaki gibi, dile ihtiyaç duyulmayacak bir dile! Kuşkusuz bu, modernitenin yapaylaştırdığı, tüketime dayalı bir yaşama karşı André Gregory’nin Spiritüalizm kaynaklı dinsel inançlar ve felsefi düşünce sistemlerinin pratikleriyle elde ettiği doğal ve ilksel bir yaşamdır. Bu metafizik inanç, maddi olanın ötesinde var olduğu kabul edilen bir gerçekliği vurgular. Kişinin ruhsal evrimini tamamlamasına ve deneyimlerini bir yaşamdan diğerine taşımasına odaklanan reenkarnasyonu, ontolojik sürecin bir parçası kabul eden bu düşünceye göre, insan ruhu ölümden sonra başka bir bedende veya formda tekrar doğar.
İnsanın sadece fiziksel dünya ile sınırlı olmadığı düşüncesini içeren spiritüalizm, kendine birçok dinî inanç sistemi içinde yer bulur. Örneğin İslamiyet’te dua, namaz, abdest, hac görevi, oruç tutma, zekât; Hristiyanlıkta bedensel ve ruhsal ibadet, meditasyon, İncil’den bölümler anlatan dramalar; Budizm, Hinduizm, Taoizm’de insanı güzelliğe, gerçekliğe, mutluluğa, empatiye yönelten manevi davranışlar, meditasyon, konsantrasyon, yoga gibi ritüeller, Spiritüalizmin çeşitli dinlerdeki pratiklerinin görünüşleridir. Bu nedenle, André’nin son beş yılında yaşadığı, bireyin kişisel gelişimine, içsel bir keşif ve anlam arayışına odaklanan deneyimler, bireyin ruhsal potansiyelini gerçekleştirmesine yönelik bir çabayı içermesinin yanında, dinsel ibadetin özelliklerini de taşır. Onun bu deneyimleri, bir bakıma da Batı’nın Descartes’ten beri savunageldiği ruh-beden düalizmine (ikili karşıtlık) de bir itiraz olarak yorumlanabilir.
SPİRİTÜALİZMİN SOSYAL ARKAPLANI
Deneyimleri esas olarak kapitalist uygarlığın insanı metalaştıran etkisine, yapaylaşan yaşama ve savaşa karşı ruhani bir arayışa dayanan Batı Spiritüalizmi, André Gregory gibi benzer arayışların peşinde olan Beat kuşağına kadar götürülebilir. André’nin Beat’ın önderlerinden, kuşağın simgesi olan Yolda (On The Road, yol ve yurtsuzluğun temel bir kavram olduğuna dikkat!) romanının yazarı Jean-Louis “Jack” Kerouac’ın adını anması tesadüf değildir. Zira bir dizi sosyal, kültürel ve politik değişikliğin yaşandığı 1960’lı ve 1970’li yıllarda da bu düşünce ve yaşam tarzı, protesto ve karşı kültür hareketlerini tetiklemiş ve birçok gencin alternatif düşünce ve yaşam tarzlarına yönelmesine neden olmuştu. Hippi hareketinin kontrolden çıkma isteği, uyuşturucu maddelerin bilinç genişlemesi ve ruhsal deneyim arayışları için kullanılmasına zemin hazırladı.
Öte yandan 1960’lı yıllarda Batı’da, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde, Doğu dini ve felsefi akımlara büyük bir ilgi başladı. Yoga, Zen Budizmi, Hinduizm gibi öğretiler ve pratikler Batı kültürüne yayıldı. Bu, tıpkı André Gregory’de olduğu gibi maddenin ötesindeki bir gerçekliğe ve içsel keşfe olan ilgiyi artırdı. Yine aynı yıllarda kadın hakları hareketi büyük bir ivme kazandı. Toplumsal cinsiyet rollerine, geleneksel normlara ve otoriteye karşı çıkma eğilimi, Spiritüalizmin de içinde bulunduğu alternatif düşünce biçimlerini destekledi.
Sinema eleştirmeni Roger Ebert’in 1981 yılının en iyi filmi ilan ettiği, 1999 Büyük Filmler makale serisine eklediği ve “kişilerden tamamen arınmış bir film” biçimde nitelediği André ile Akşam Yemeğim’e bir kere daha dönecek olursak, film minimalist yapısıyla, büyük ölçüde karakterlerin düşünsel keşiflerine dayanan diyaloglarıyla sıra dışı deneyim sunan bir yapımdır diyebiliriz. Filmin gücü, karakterlerin diyaloglarındadır ve o diyaloglar, izleyiciyi düşünmeye, düşünsel sınırlarını sorgulamaya teşvik eder.
HAKİKAT İÇİN HAKİKÎ MÜRŞİT
Hikâyenin temel çatışmasının, Wallace Shawn’ın temsil ettiği geleneksel günlük yaşamın ve toplumsal gelişmenin sağladığı konformizmin sürdürülmesi ile Andre Gregory’nin temsil ettiği sıra dışı deneyimlere, farklı kültürleri keşfetmeye ve mistik pratiklere dayanan çeşitli kültürel ritüellerle günlük maddi yaşamın bu rutinine karşı alternatif bir yaşam ve düşünme tarzı arasında olduğunu söylemeliyiz.
Görüldüğü gibi biri, mevcudun kabulüne dayanan ufuksuz bir yaklaşım; diğeri ise mevcudu reddederek gerçeklikten kopan nafile bir arayış! Çünkü André’nin aşırı duygusallığı da Wally’nin gözü kapalı konformizmi, toplumun sınıfsal yapısını görmelerini engellemiştir engellemesine ama yine de Wally’nin, André’nin derin uykuda dediği toplumu tiyatro aracılığıyla uyandırmanın olanaklarını sorgulaması, sanatın işlevine dönük bir umut ışığı yakıyor.
André’nin yakındığı, Wally’nin değiştirmeyi göze alamadığı mevcut gerçekliği doğru anlayacak bir bilimsel yaklaşıma ihtiyaç var demektir. Felsefenin düşünsel, sanatın duygusal araçlarla kurcaladığı gerçeklik, sosyolojinin bilimsel bir incelmesine gereksinim duyuyor. Sosyal ve beşerî bilimlerin arkasında doğrusuyla yanlışıyla zengin bir birikim varken bu inceleme çok daha kabul edilebilir sonuçlar verecektir kuşkusuz!
Author Profile
Latest entries
- ana manşet27/09/2024Türkçe ve dillerin eşitliği
- ana manşet21/09/2024ince hikaye
- ana manşet08/09/2024Halkçı, Aydınlanmacı Eğitim İhtiyacı
- ana manşet01/09/2024Dilin görsel formları