Yeniden merhabalar; ‘Yarınlar’da Felsefe Dünyası köşeme;
Tüm ilgili ve felsefeye öncelik veren okurlarıma saygılarımı sunuyor, esenlikler diliyorum.
GİRİŞ:
Felsefeden ve felsefe tarihini talep etmek:
Felsefeden bahsetmek gerekiyorsa, felsefenin var olduğunu düşündüğümüz içindir.
Felsefeyi öğrenmek ve onun yapımcılarıyla (filozoflarla) yaşadıkları yaşam dilimlerine girmek demektir.
Tarihi gözlem, biraz da filozofların işidir. Filozoflar tarih yazmaz ama tarihteki olaylara “başka bir gözle” bakarlar. Onları filozof yapan da olaylara “başka gözle” bakmalarıdır. Bu “başka göz” bir nevi felsefenin kendisi oluyor.
Tarihte varlık-yokluk; olmak-olmamak soruları ile uğraşan her filozof yaşadıkları dönemin (yüzyılın) sorunsallığına göre farklı yanıtlar, daha doğrusu çözümlemeler verdiklerini düşünebiliriz. Şimdi herhangi bir yüzyılın herhangi bir filozofunu günümüze taşımak ve yeniden sorgulamak yüzyılımızın sorunsal yumağına bir çözümleme olabilir mi?
Ama, her yüzyılın düşünce akımlarının gelecek yüzyıllara mutlaka etkisinin olduğunu gözlemlemekteyiz.
Bunun kültürel ve düşünsel değişimleri yarattığı üretim ve üretim ilişkileri içinde insanın var olma meselesi ile doğrudan ilintilidir. İnsanın yerkürede ürettiği üretim araçlarına tam egemen olma isteği etik bağlamında toplumsal gelişimini zorunlu kılan teknikle var olması kritik ve çelişkiler yumağını beraberinde getirmektedir.
Kültürel gelişim üretim araçlarının kullanımı ile elde edilen değerler sistematiğinde insan nasıl bir bütünlük içinde kendisini var edebilir ve tanımlayabilir?
Bir bakıma felsefe insanla başlayan onunla devam eden bir akıl yürütme faaliyetidir. Bu anlaşılmaz türün insan olması tarihsel olarak aydınlanmasını tamamlayamamış olduğunu görüyoruz. Bu eksiklik felsefeyi kaçınılmaz kılmaktadır. Felsefe tarihi de filozoflardan ve onların düşünsel akıllarının tarihteki rol ve etkilerini aktarmak gibi bir anlam taşımaktadır. Ancak felsefe tarihi bir ülkenin ya da coğrafyanın ayrıntılarını haritadaki gibi belirtmek değildir. Bu mümkün de değildir. Bu bağlamda filozofların felsefesine değinmeden felsefe söylemini gerçekleştirmek pek alışılmış bir şey olmamalı değil mi? Ama biz yine de ‘Felsefe Dünyasına’ bir giriş yapalım.
A-Pratik Felsefenin Açılım Marx’a Dönüşü İhtiva Eder mi?
Felsefe içerikli ve felsefeye ters düşen bir izdüşümle başlayan klasik felsefenin kendi kendine olan yeterliliğinin, insan toplumuna dayalı olan fonksiyonel ve ne işe yaradığı ile ilgili değer ve değerler sistematiğinde felsefe, kendine olan özgüveninde oluşturduğu teorik açıklamalar çerçevesinde, insanı anlamak üzere yola çıkan felsefi durumun tarihsellikle olan ilintisi, pratik felsefenin güncelinde yer alan temel klasik felsefe, aslında pratik felsefeye imanent-içkin olan doğa ile insan arasındaki ilişkiyi anlama- veya kavramaya çalışan insanın felsefi tutum ve söylemleri ağır basmaktadır.
Genel olarak bahsettiğim bazı konular Hegel ve Marx veya Marxisizm içerik ve betimlemelerimde geçen bazı cümleler kısa alıntı halinde olsalar da, onlar tarihsel kavramlar olarak meşru yerlerini alıyorlar. Bazı ifadeler ünlü anlamları ile var olmaları, onların kısa ve öz bir şekilde formüle edilmiş olmalarıdır. Örneğin; Feuerbach ile ilgili Marx’ın 11 tezinde şu cümle tarihi bir cümledir: “Filozoflar dünyayı (Welt) farklı yorumladılar, fakat asıl olan, onu değiştirebilmektir” Bu tarihi cümle aynı zamanda nadir olmayacak kadar, çoğu kez yanlış anlaşılmasına nedende olmuştur. Welt sözcüğü her ne kadar dünya olarak anlaşılsa da kavramın kendisi alem sözcüğü olarak anlaşılmasını önermek istiyorum; zira bu ifade biçimi felsefi söylemin pratik olarak işlevsellik ve politik felsefenin kazandığı içerik açısından da anlamlı bir yer almaktadır. Marx’ın önerdiği Interpretation –yorum yerine Weltveraenderung – dünyanın/alemin değişimi Hegel’e dönük eleştirisinde ki kesin ayrılığı ifade etmektedir.
Denilmeli ki aslında: felsefe yoruma açıklık sunduğu için ve kendi zaviyesinde yorumsuz sorgusuz veya eleştirisiz yaşayamaz. Alemin değişimi de bir yoruma tabi olmalıdır.
Diğer yandan salt yorumla bir değişim rüzgarının tetiklenmesi pek mümkün görülmemektedir. Tarihsel olarak da yorumla bir değişim ve dönüşüm sağlanmış da değildir. Marks bir bakıma, tekrar haklı çıkıyor bu bağlamda. Zira değişim demek burada Marx’ın anladığı ve anlatmak istediği durum çok farklı bir felsefi durumun hatta devrimci bir durumun ortaya çıktığını belirtmiş olmasıdır : Bu durum belirleyici rolünde dünyayı –alemi değiştirecek kadar kuvvetli bir gerekçe sunmaktadır. İşte Kapital – sermayenin özellikleri ile politik ekonominin gelişim ve esaslarını kapsayan ve saptadığı teorik olarak kanıtlanmış iktisadi değerler sistematiğinde artı- değeri bulmuş olan Marx, dünyanın kapitalist artı -değer sistematiğinde artı -değer ile elde ettiği imkanları bir araç olarak kitleleri ve özellikle işçi ve çalışanları baskı altına alma yöntemi olarak görüyordu. Bu bağlamda yorum değil, değişimin yani bu olgunun çalışanların lehine dönüştürülmesi gerektiğini açıkça ifade etmiştir.
Bu çerçevede olası bir yorum şu ifadeyi beraberinde getirmektedir: Artı –Değeri saptamış olmak bir yorumdan çok, bilimsel, kararlı ve devrimci bir eylemdir. Bu eylem de dünyayı değiştirmiştir değerli okurlarım.
Modern antropolojik bakış felsefi söylemi bir değer içerisinde gördüğü vakit yeni siyasi ve ekonomik değerler sistematiği ve değerler ile kültürün dinamik olarak vuku bulduğu sosyal sınıfların rolü ve demokratik anayasaların yapılandırılmış olması Marksist felsefenin rolünden bahsetmeden anlayamayız..
Kaldı ki semptom kavramının saptanması da Marx’ın icadı olduğu gerçeği ile kapitalist ekonominin semptomlarını anlamak da bu artı- değer olgusunun kavranması ile söz konusu olduğunu belirtmek gerekiyor.
İnsan sadece kendisini geçmişiyle kıyaslayabilir; Geçmişiyle kıyaslayarak kendini şimdi ve anda ne olduğunu anlayabilir. Kendini tanıma ve bilme eyleminin içeriğinde şimdi ve geçmiş vardır. Sonuç ile bağımızı koparmak anda olmamızı sağlarken kendimizi geçmişten alarak, şimdiye taşıyıp şimdinin içkinliğinde hareket ve yorumsal sorgulama yaparız.
İnsanı anlamak bir nevi şimdiye dair olan özellikleri içinde görerek tanıyabilirsiniz. Niçin ve nasıl davrandığını, ne ölçülerde varlık’ını ifade ettiğini görürsünüz. İnsan bilinçte olan bir varlık değildirher vakit, o, aynı zamanda bilinçdışı süreçlerinin bir ayrıntısında bilincin dışında bir yolculuk yapan, “dünyaya geldiğim anda, yürüdüğüm aynı zamanda; iki kapılı bir handa; gidiyorum gündüz gece” (Aşık Veysel)-bir varlık olarak yerkürenin sunduğu olanaklar içinde kendini görme ve tanıma süreçlerine giren yeterlilik ilkesinde var olmayı yeğleyen bir varlıktır.
An ve zaman dediğiniz vakit, iki mekan ve han dediğinizde ise an’ın orda olduğunu fark edeceksinizdir.
İşte bu dizenin içinde bilinçli bir gece gündüz yürüyüşü yoktur. Bu gece gündüz yürüyüşü bir yaşam yolculuğun ve hayat hikayesinin bilinç dışının güçlü kaynağında gelen hayatın yaşamanın bir serüvenidir. Enerjinin kumulatif halinden var olan bir olayın ve olgunun hayat kaynağımız olan bilinçaltı-dışı sürecin içinde insanı anlamak ve kavramak arzusu Freud babadan beri daha büyük ivme kazanmıştır diyebiliriz. Kant’ın insanı anlamada koyduğu kategorik etik durum ve düşünsel eylemi ile aydınlanma çağının en önemli filozoflarındandır. Nietzsche ise insanın en kompleks yanlarını açığa çıkararak bireyi sorgulamaya ittiğini söyleyebilirim.
Mutsuz Bilinç, Hegel’e Dönüşü Zorunlu Kılar mı?
Genellikle iktidar ve iktidar koşulları öznenin iradesine karşıymış gibi yapılandırılır ve bir nevi öznenin dışında olan iktidar, objektif yanı ile geneli kapsayan bir özelliğe sahiptir. Genel bir varlık olarak öznenin yeniden üretimini sağlayan objektif genel durum, öznenin oluşumunu ve iradesini sağlama alan, ancak öznenin iktidar karşısındaki masumiyeti-savunmasızlık hali, özneye içkin bir durum değildir. İnsanın-kişinin yaratmadığı ya da üretmediği, ancak ona yönelik savunmasızlık hali ile var olmak için iktidara olan bağımlılığı ve onun koşullarında yaşama tutunması nasıl açıklanabilir. Anlaşılıyor ki iktidarı benimsemek ve onaylamak, o kadar kolay bir süreç değildir. Diğer yönüyle akla şu soru gelebilir:
Toplumsal iktidar gücünün nasıl olup da dönüşüm sağlayarak, gücünü koruyabilirken, diğer yandan da toplumsallığın ve biçimlerinin sınırlandırılabildiğine ilişkin düzenlemelerin ruhsal yapıya olan etkilerini ve ruhun derinliklerinde var olan arzu ve özlemlerin bütününde konum alan, ruhun yeniden tayin edilip, genel olarak öznenin oluşumunu sınırlayan bir özelliğe kavuşmaktadır?
Freud, abartılmış vicdan ile öz suçlamayı, melankolinin ya da depresyonun veya hüznün bir kanıtı olarak görürken, aslında tamamlanmamış hüznün koşulu, abartılmış suçlamanın bir tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır.
Özneyi temellendiren melankolinin, tamamlanmamış ve çözümlenemez bir hüzne işaret ettiğini söylersek, pek kolaya kaçmış olmam. Sevginin dışta bırakılması, öznenin gizli olan mutsuzluğunu açığa çıkarır. Melankoli, objeye değil, özneye yapışır , onu arar. Ancak bu hüzün –melankoli, öznenin sınırlarını da çizer, ama çözmez. Özne kaybettiği şey üzerine düşünemediği veya sorgulayamadığı için, söz konusu yas veya kayıp, öznenin- kişinin döngüselliklerini aşan ve sınırlayan bir ihtiva içerir. Kayıp, bir dışta kalma olayıdır. Bu durum kişiyi hem hayata kavuşturur, hem de onu yok etmekle tehdit eder.
Hegel bağlamında düşünüldüğünde, kişi kendinin engellenişine katılan, kendine özgü kimliğini oluşturan, kendine köstekleşen, arzularını bloke eden, karşıt hamlelerde bulunan kişi, bir bakıma mutsuz varlığın en yalın halini kanıtlamaktadır.
Gayet tabii sevginin reddi pek çeşitlidir. Ancak toplumsal var oluş için, olabilme ve oluşum için sevginin reddi neye yol açar? Melankoliye bağımlı veya ona müptela olmuş bir toplumun, özneyi ve kendine içkin sevgi üretiminin olabilirliliği söz konusu değilse, özneyi –bireyi yaratamaz. Hüzne özlem duyma ve sevememiş olmak, öznenin yazgısını ne hale getirir. Hegel’in dediği “kaybın kaybı”, öznenin kendisini fark edememesi ile bilinmezliği oluşturan sevginin dışta kalması, kişi için varlık koşullarının yetersizliği, sevginin kendi olanağında olamaması hali, özneyi rafa kaldırabilir.
“Öz bilinç”-in özgürlüğü Hegel’in felsefi devinimlerinin en az ele alınan konulardan biri olarak görülebilir. Efendilik ve kölelikle ilgili bölümünün muhtelif yerlerinde, özellikle konunun sonlarına doğru, özgürlüğün özköleleşmeye doğru evrildiğini açıkça belirttiğinden, Hegel’in özbilinç kavramı bu bağlamda pek isabetli olduğu halde, en az bir içerikte ele alınmış hali, felsefe hareketi açısından bir sorgulamayı gerektirdiğini düşünmekteyim.
Hegel’in tanımladığı özköleleştirmenin yer değiştirmesi (permütasyon) bedeni inkara, küçük düşürme, ya da etik talebin en alt seviyede yer alması bir gereklilikmiş gibi anlaşılıyor: Ancak özgürlüğü tanımasıyla birlikte özneyi saran “dehşet” aynı anda etik normların üretilmesine ve kölenin yaşamının bedensel koşullarının ve onurunun çiğnenmesine yol açar gibi görünür.
Bu bağlamda “Mutsuz Bilinç” bedensel kimlik olarak özköleleşme ile kendi kendini dayatan etik emirlerin formülasyonu arasında bir ilişki hasıl olur. Bu formülasyon Nietzsche’nin ‘Ahlakın Soy Kütüğü’ adlı eserinde Hegelyanist kavramla iz düşüm gösteren, “mutsuz bilinç”-teki özköleleştirme figürü ile Nietzsche’nin ahlaklı vicdan “adamı” arasında bir paralellik sezmekteyim.
Bir bakıma “…bu özgürlük dürtüsü zorla saklı kılındı….bu geriye itilmiş, baskı altına alınmış, içe hapsedilmiş olarak, öfkesini kendisinden çıkaran, özgürlük içgüdüsü; bu ve yalnızca budur başlangıcındaki kara vicdan.”
Kendisini hiçe sayan, hiçin yaptığı şey gibi, dışkılama işlevi gibi ve nihayetinde bir dışkı gibi niteleyen bu bilinç, kendisini etkili bedensel işlev ve görevlere indirger. Kendini çile doldurmaya ve açlığı öncelleyen bu mutsuz bilinç, tüketimin hazlarından uzak kalarak, dışkılamayı ertelemeyi ve öteleyebileceğini düşünür. Bu çile ve sıra dışı tutumlar, kendini kurban edişininde bir somut örneği olarak, tiksinilen bilinç olarak, kendini öz cezalandırmanın dönüşlü patolojik köklerine iter. Ancak bu süreç Freud’a atfen bir yeni düzenleme olarak bilinçdışı ile vuku bulur.
Efendinin kurduğu iktidar kendisini bağlar diyemeyiz sadece. Zira köle olan da bu iktidarın oluşumunda yer alandır. O halde salt ve sadece iktidar, etik düzlemde sorumlu değildir: kölede bu iktidarın varlığından aynı oranda sorumludur. Diğer yandan vicdan hepimizi özne yapar, Öznenin vicdanı toplumsal iktidarın bir başka boyutunu gösterir. İdeolojik aygıtın içinde bazen yıkıcı ve işlevsiz bir vicdan yapılanması söz konusudur. Ancak vicdan, Balzac’ın dediği gibi inatçıdır ve bir gün mutlaka zaferi o kazanır. Her özne de bu vicdan etrafında döner, ona bakar ve onu kendisine bazen rehber edinebilir. Sorgulanan vicdan, mutsuz bilinç öznesinde yer alan, kendini hiçe sayma meselesini de çözer, Ancak farkındalık bilinci ile öz bilinç ve saygı (Respekt/Akzeptuell) oluşumu gene öznenin işi olmaktadır.
Author Profile
Latest entries
- ana manşet28/11/2024Marksist din eleştirisinin dönüşümleri-1
- ana manşet21/11/2024Faşizmin inşaası üzerine geliştirilen eleştirilerin teorik çıkmazları-2
- ana manşet14/11/2024Faşizmin inşaası üzerine geliştirilen eleştirilerin teorik çıkmazları
- ana manşet07/11/2024Tasarım ve hayalleri ile rüyasını yaratan insan