(FREUD’UN NOTLARINA BİR EKLEME VE BİR ARA SÖZ)
Freud’un uygarlık üzerine geliştirdiği söylem tarihsel değil, olgusaldır.
Onun ruhbilimsel-psikanalitik kuramı, uygarlık kuramının psiko-antropolojik doğuşunu tetiklemiş ve harekete geçirdiğini düşünebiliriz. Tarihsel sürece ilişkin iç görülerin özellikle biyolojik- bedensel-fiziksel hayata ışık tuttuğunu, ancak insanın anlaşılabilmesi ise matematik ve tabii bilimler kadar doğal olmadığını ifade etmeliyiz. Çünkü insan ve doğa ilişkisi determinist koşullara ve zorunlu kültürel evrelere göre gelişir ve değişir.
Ontolojik kriter/koşut ontolojik ön kabulden hareket etmez. Berkeley prensibi derki “olmak, algılanmaktır –( esse est percipi)” Bu ifade biçiminin iç bilincin ve insani bilincinin ötekinin algılanmasını ve aynalanmasını bir koşut olarak belirliyor. Bu kriteri biraz kafa karıştırıcı bulsam da, insani gizemin en kompleks özelliği olan psikolojik varsayım ve sayılma arasında olanın algılanması bir ontolojik kriteri zorunlu kılıyor.
Ontolojik ön kabul nesnel dilin işlevselliğini öne çıkarırken, ontolojik kriter ise, ön kabullerin açığa çıkarılabilmesini sağlar. Bu bağıntı içinde bu kriter bir metadili olarak, dilin dilidir adeta. Diyalektik kuramın en belirgin özelliği olarak anlaşılmasını, bu kapsam içinde önermek istiyorum.
Berkely prensibi ise bize psikolojinin daha içeriksel olabileceğini anlatabilir aslında:
Algılanmıyorsanız olmak anlamında ontolojik bir sorun yaşıyorsunuz ya da hiçliğin varsayımında olanın ontolojik durumu yaşıyorsunuzdur. Hiçliğin algılanması ise bir ontolojik durumdur esasen; varlığa kavuşmanın olmak hali, varlık olarak hiçlik’i aşan bir ontolojik, ama esasen transandental durum- yaratıcı ontolojinin diyalektik durumu söz konusu olan burada. Aşmacı bilinç ve Sein/Olmak demek, değişken/variabel değerde olabilme haline, ontolojik kriterin bilinç olgusu, değişen değer ve olgu/olayların içinde yaşayan insanın farklı halleri, insanın ontolojik ön kabulü ile ontolojik kireteri arasında bir ayrımı zorunlu kılmaktadır.
Bu ayrım ruh bilimin öncel sorumluluğunda kalıyor ve psikanalizin bilinç ve bilinçdışını birbirinden farklı konumlarda ve bağlamlarda ele alması gibi bende ayrımın insan ontolojisinin bir özelliği olarak, insanı anlama girişimi olarak kabul ediyorum.
Zira insan sadece bir bilinç taşımaz hafızasında.
Daha etkin olan bilinçdışıdır. Bilinçdışı bir hazinedir, deryalar kadardır. O sönmez bir varlık olarak yaratıcılığın mitosudur. Efsanevi gizemin en temel taşı olduğu kadar, o aynı zamanda varlık olabilmenin tarihsel gücünü oluşturan nesiller arası aktarımların bütünü ve sanatın oluşum nedenidir.
Tarih, bireylerin üzerinden yürüyerek gelişmiştir. Olaylar ve insan, bilinç ve bilinç dışılığı ile tarihe girerek tarih yaratarak olgusal bir nitelik kazanır. Uygarlık ise bir bakıma tarihsel olgu olduğu kadar toplumsal ve öncelikle kültüreldir. İnsan, kültürel yaratımında hazzın odağından oluşan emek ile bir değer kazanır. Bu yaratılan değer niceliksel değil nitelikseldir. Freud’un kuramı hazza mistifike bir anlam verirken, onun yoksunluğunda insanın var olabilmesi, yaratması ve emek üretebilmesi olası değildir. Zira haz ilkesi bilinçdışı alanından süzülerek gelen, fakat bilincin her vakit baş edemediği dürtüselliklerinden ötürü insan karmaşa bir varlık olarak hem espirili ve hem de hicivli nükteleri ile kültürel bir değer olarak yaşamına süreklilik katmaktadır. Haz itkisi ‘BEN’ bilinci ile buluştuğunda, bilinç düzeyinde var ola gelen enerji yada istenç arzunun kaynağı olarak insanı zora sokabilir. Çünkü insan, değişim ve dönüşüm içinde olan doğa ile entegrasyonu bilinçli değildir.
Dolaysıyla Freudıyan bakış ile bilinçdışı, insanın tüm güdüleri ile tarihsel aktarımların apriori özelliğinden gelen tüm veri ve yetilerin toplamında tarihsel devinimlerin kültürel yaşamın sosyal hallerine nükseder durumu olarak, insan ve tarih kültürel değişimin sosyal halidir. Bu sosyal hal ve ahval bir bilinç yaratırken aslında bilinçdışının eseridir. Bilinçdışı amaç dışıdır ancak amaca yöneliktir. İnsana yönelen emek insanın nesnel koşullarına göre biçim ve değer kazanır. Haz bu değerin içinde saklı olsa da, estetik durum emeğin oluşumunda insanüstü bir çabanın ve eylemin rolünde gelişir. Artı değerden değer üretmek böyle olsa gerek.
İçgüdüleri ele alırken insan haz ilkesini göz ardı edemez. Haz planlanabilen ve onu örgütleyebilme yetisine kavuşan insan değer ve emek üretir. Diğer yandan bilinçdışı kuramın genelinde rüya analizleri ise pek anlamlıdır. Freud rüyaları yorumlarken selefisi Karl G. Jung rüyaları yorumlamak yerine, analiz ederdi. Evet analiz diğer bir deyişle çözümleme ile ulaşabildiğimiz insan bilinçdışının ne kadar esrarengiz ve gizemli olduğunu bir kez daha anımsamaktayız.
Yukardaki ontolojik özelliklerden hareket ederek, burada haz, bilincin ontolojik ön kabulü, emek ise ontolojik bir kriter olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Freud’un rüya çözümlemeleri bir insanın ontolojik ön kabullerinden oluşuyorsa bunun kriteri ise yaşamın anlam bulduğu pratik ve güncel hayatın davranış ve tutumlarında insanın ontolojik kriterler içinde belirgin bir şekilde ve anlaşılabilir bir dille kendini anlatabilmesidir; bir dille, rüyasının ham kaynaklarını modern dilin güncel kültür hareketi ile yoğurarak yeniden açıklayabilmesinin zaruri emeğinde iş bulmasıdır.
Freud, böylece rüyaları insan için “istek gerçekleştirimi” olarak tanımlarken, kolay anlaşılır gibi olan rüyalar aslında, istek denilen arzu sisteminin insanın en karmaşık halini göstermektedir. Ne vakit ve dengede arzu ve istek bir emek’e dönüşür, bilinmeyen ancak bilinçte soru yada karmaşıklık yaratan bir itki olarak, en asgari moral değerine ulaşması kaçınılmaz bir hal ve durumdur. Asgari etik durum ise norm çerçevesi ile uyum içinde olması beklenir.
Bir diğer noktada bilinçdışını iki temel karaktere oturtabiliriz: Birincisi anlam üretmeye olan motivasyon ile ikincisi, haz – doyum yetisinin üretim ve gelişimini sağlamak için insanın edindiği marifetler ve meziyetlerinden ötürü emek ve kültür yaratabilmesidir.
Yaşamı anlama ve anlamlı olacak olan hayatın bir anlam ve anda kalmayacağı gerçeği ise insan için örselenmeyi beraberinde getirirken, bitmeyen ama aslında tüketime dayalı olarak kontrolsüz hazzın hazin sonucu, bizi yeniden sanata ve edebiyata ve belki de sorgulamaya iten bir neden olarak görülmektedir. İnsan bir emekten türeyen bir değer olarak “fikri hür, vicdanı hür” en, ama en değerli asgari norma ulaşması ise arzu edilen bir aşamadır. Bu aşamayı gerçekleştiren halk ve bireyler devrimi ‘arasız’ yani sürekli kılar. Değişim ve dönüşüm, sabit kalan insanı ezer geçer. İnsan, değişen en çok da değiştiren türsel bir varlıktır. Emek ve haz ilişkisi bağlamında tat ve doyumun tam olması için, hazzın kontrollü akışını sağlamak elzemdir. Kontrollü haz gerçekçi ve içtendir ve hatta yürektendir. Gönülden gönüle akan emek ve haz, insanı gençleştirir. Hücrelerimiz biz insanları iyilik yapmamızı ve vicdanlı olmamızı istemektedir. Çünkü insan emek ve haz ilişkisinde kalarak varlığını sürekli kılar.
İnsanlaşma serüveninde insan üretirken doğa ile sağladığı ilişki ağında kaybolmamak için bir bilinç kazanımı için zihinsel- kognitif gelişime ihtiyaç duyar. ‘İstek gerçekleştirimi’ içinde olan insanın hayal, özlem , ütopya ve rüyalarına değer vererek bilinmeyenin bilimi olan umutlarımızı canlı tutmamız zorunlu bir bağlam ve akılcılığı koşut kılmaktadır.
Emek ve haz ilişkisi bir anlam ve doyum-tatmin ilişkisidir. İnsan bu anlam içinde hayatına değer vermek azmi ile var olur. O ister tutucu veya devrimci olsun, hiç fark etmez.
Bütün bu açık izahlara rağmen, insanın temel dayanakları ya da onun dayandığı temeller gizemli, kaynağı belirsiz ve tanımlanamaz, çünkü türsel varlık olan insan en kapsamlı ve boğucu susuzluğun olasılığında, sellere kapılan ve diğerini tanımada hızlı ve canlı kalmak için başvurduğu şey merak itkisi olmuştur. Bu özelliği ile merak edip ilerlemesi söz konusu iken, empati yoksunluğunda ise merak yetisini kaybederek insanlaşma sürecinde durağan ve savrulur hale gelmektedir. Bilişsel –kognitif yetilerin gelişiminde duyulan rahatsızlık, onun en asgari düzeyde olması beklenen sorgulama yetisini kaybetmesidir.
Emek bilinç ve bilinçdışının kolektif eyleminde oluşan bir değerdir. Ama, emek bir merak ve empati işidir. Emek, akılcı gelişimin serüveninde bilinçdışından yardım alır. Fark edilmezse de o canlı organizmanın en yalın halidir. Haz, estetik ve etik değer yaratımında, emek güçlü bir konum alır, o artık ikilemde değil, bütünsel ve birlik içinde- ontolojik neşe ve şen bilimlerin içinde olacaktır.