Son günlerde karşıma çıkan yazılar “aydın” mefhumuna dair yeniden düşünmeme olanak sağladı. Önceliğimde çok daha farklı konular olmasına rağmen bu konuyu öne çekme ihtiyacı duydum. Ahkam kesmeye açık olması, insanı örgütlü mücadelenin dışında niyet ve tavsiyelerde bulunan bir fildişi kulesine hapsetmesi ve mutlak doğrulara ulaşmış olma katılığına insanı inandırması gibi riskler, aydın konusu üzerine konuşmaktan kaçınmak için geçerli sebepler sunuyor. Ancak, bu tehlikelere düşmeden tartışabilmek de söz konusu yazılardaki tutumu gördükten sonra elzem hale geldi. Kibirden yakınılırken müthiş bir kibir örneği ortaya koymak, kısa bir özgeçmişi metnin girişine yedirmek, “çoktan ortaya konuldu”, “aşıldı” denilerek tüm dünyada yaşanan tartışmalara sırt çeviren bir “ben bilirimci” tavrın “aydın tavrı” ile olan ilişkisini irdelemek gerektiğini sanıyorum. Dahası, “önce şu, şu, şu kitaplarımı okuyun sonra gelin bu yazıyı okuyun, beni de bu yazıları yazma zahmetine sokmayın” gibi bir “aydın” tavrının üzerine düşünmek gerekiyor. Üstelik ne yazık ki bu “zahmete girme” durumu ve benzer tutumlar tekil örnek ve yazılar da değil Türkiye’deki mevcut aydın tiplemesinin çok tipik bir örneğini oluşturuyor.
Bu yüzden “aydını” konuşacağız, bu yüzden onun otopsisini yapacağız.
ÇÜRÜMENİN ESTETİKSİZLİĞİ
Otopsi kelimesi, Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne göre; “bir cesedin ölüm sebebini belirlemek veya tıbbi araştırma yapmak için içini açıp incelemek” anlamına geliyor. Çürüyen bir bedenin estetiksizliğine son dokunuş; onu çürüten, donuklaştıran nedenleri anlama uğraşı taşıyor, daha fazlasını değil. Aydın otopsisi başlığını da bu anlamda kullanıyoruz. Kibri eleştirirken kibirli olmanın, ezberlerden yakınılırken son 25 yıldır aynı ezberleri söylemenin nedenlerini merak ediyoruz.
Bereket ki, aydın üzerine konuşan ilk kişiler değiliz, uluslararası literatürde dilimize de kazandırılan Jean Paul Sartre’ın, Edward Said’in, Julien Benda’nın, Antonıo Gramsci’nin, Terry Eagleton’un hepsi birbirinden nefis metinleri mevcut. Ülkemizde ise birçok isim sayabilmekle birlikte Yalçın Küçük hocanın delilik ve dahilik arasındaki ince çizgiyi henüz kaçırmadığı yıllarda kaleme aldığı 5 ciltlik kapsamlı eseri “Aydın Üzerine Tezler” anılması gereken metinlerin başında geliyor.
Marksizmin aydın kimliğine bakışında ve onun toplumsal konumlanışını belirlemede hacimli bir literatürün oluştuğundan bahsedebilmek mümkün. Bu literatür içerisinde özellikle Antonıo Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde yer alan ve daha sonra bu defterlerdeki ilgili kısımların derlenmesiyle kitap haline getirilen Aydınlar ve Toplum metni önemli bir bakış açısı sunuyor. Aydının kimliğini anlamaya çalışırken Gramsci’yi takip edeceğiz.
SINIFIN ORGANİK AYDINLARI
Gramsci’nin siyaset kuramını oluştururken önemli bir toplumsal rol atfettiği aydınlar grubu, o güne dek Marksizme ve diğer siyaset kuramlarına içkin olan aydın tanımına getirdiği farklı bakış açısıyla önemini korumaktadır. Marksist literatürde hâkim olan işçilerle aydınlar arasındaki ilişkiyi “yönetilenlerle liderler ilişkisi” olarak görme eğiliminin aksine Gramsci, aydınlarla üretim dünyası arasında toplumsal takımlarda olduğu gibi doğrudan doğruya bir ilişki bulunmasa da bütün toplumsal yapıdan üstyapı karmaşığına kadar çeşitli basamaklarda “dolaylı” bir ilişki olduğunu vurgulamıştır.[1] Dahası Gramsci, aydınlara duyulan gereksinimin ekonomik yapı dahilindeki gelişmeler olduğunu da savunmuştur.[2] Böylelikle Gramsci, aydınların ayrı bir toplumsal sınıf oluşturduğu tezini bütünüyle reddetmiştir. Aydınların toplumsal üretim ilişkileri ile olan bağını açıklayan Gramsci’ye göre her yeni toplumsal sınıf kendi uzman kadrolarını yani aydınlarını da yaratmaktadır. Yeni sınıfların yarattığı bu yeni aydın tipi Gramsci’nın aydın dikotomisinde “organik aydın” olarak tanımlanmaktadır. Şöyle yazar:
“Denebilir ki, her yeni sınıfın kendisiyle birlikte yarattığı ve gelişimi boyunca yetiştirdiği ‘organik’ aydınlar, çoğu zaman birer ‘uzmanlaşmadır’; yeni sınıfın yarattığı toplumsal tiplerin ilk çabalarını bazı yönleriyle temsil eden birer ‘uzmanlaşma’.”[3]
Ortaya çıkan bu yeni sınıflar ile organik aydınlar arasında diyalektik bir ilişki mevcuttur. Organik aydınlar kendileriyle birlikte oluşan yeni sınıfla karşılıklı etkileşime geçerek söz konusu sınıfa bilinç ve türdeşlik kazandırmaya başlar. Bu bakımdan organik aydınlar, bağlı oldukları sınıfın gelişme dinamiklerine uygun koşulları oluşturmak amacıyla ortaya çıkan ve üretim sürecinin değişik alanlarından devlet aygıtına ya da kültürel-entelektüel alanlara kadar geniş bir toplumsal ağda etkinlik gösteren kategoriyi oluştururlar.[4] Aydınlar, egemen sınıfın toplumsal hegemonya ve siyasal hükümet alt işlevlerini yürüten vekilleri olarak bağımlı sınıfların “kendiliğinden rızasını” oluşturmak ve rıza göstermeyen bağımlı sınıflar üzerinde zora dayalı baskı oluşturmak üzere çift yönlü bir işleve sahiptir. Aydınlara biçilen bu çift yönlü işlev egemen sınıfların bağımlı sınıfları denetimleri altında tutabilmek için kullandığı hegemonya araçlarını da anlamamızı sağlamaktadır.
Gramsci’nin aydın dikotomisinin bir diğer ayağını oluşturan aydın tipi ise “geleneksel aydınlardır.” Geleneksel aydınlar iki tip içerisinde incelenmektedir; birinci tipi, eski tarihsel blok içerisinde egemen sınıfın organik aydını olan aydın tipidir. Bir diğer geleneksel aydın tipi ise kendilerini sınıfların üstünde tutan ya da başka bir ifadeyle kendilerini sınıfsal bakımdan bağımsız olarak sunan aydın tipidir.[5] Gramsci, geleneksel aydınların değişik ülkelerde farklı konum ve etkilerinin bulunduğunu vurgulamaktadır. Birinci tip geleneksel aydın kategorisine giren ve esas olarak egemen sınıfların kalemşörlüğünü yapan tiplemeler bizim ülkemizde de bulunmaktadır. Ancak ülkemizde geleneksel aydın grubunun esas çoğunluğunu oluşturan kesim Gramsci’nin ikinci grupta nitelendirdiği, kendilerini “sınıfsal bakımdan bağımsız veya sınıflarüstü” göre kesimlerdir.
Türkiye şartlarında; Mülkiye, Harbiye ve Tıbbiye sıralarında başlayan Jön Türk devrimciliği ve ardından Kemalist Devrimle birlikte sağlamlaşan aydın geleneği, bir anlamda “halkın içinden halka doğru” hareketinin içerisinde büyüyüp serpilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki romanlara da konu olan tüm aydın figürleri, köylüyü kalkındırmaya, okuyup yazma öğretmeye ve kendisini Cumhuriyet’in özgür fikirli yurttaşını yetiştirmeye adayan tiplemelerden oluşmaktadır. “Herkesin aydın olduğu” gibi Marksizm içinde dahi radikal sayılabilecek bir fikri öne süren Gramsci’nin iddiası, Türkiye’de Köy Enstitüleri pratiğiyle sağlanmaya çalışılmıştır demek pek iddialı bir önerme olmayacaktır. Cumhuriyet, dünün kulu ve kölesinden birer Cumhuriyet aydını çıkarabilmiştir. Dikkat edersek bu aydınların hemen hemen hepsi, Türkiye’de kapitalizmin gelişmesiyle birlikte işçi sınıfının organik aydınları haline gelmiş ve işçi sınıfı mücadelesi içerisinde gerek örgütlü olarak gerekse de bilimsel uğraşlarıyla katkı sunmaya çalışmışlardır.
Dolayısıyla, bugün de Cumhuriyet birikiminden beslenen ve işçi sınıfının aydını olarak emekçiler için mücadele eden herkes aydındır. Gramsci’nin tabiriyle, “sınıfının organik aydınıdır”.
“TAKINTILI” OLMAK
Yalçın Küçük, Aydınlar Üzerine Tezler’de “aydın olmak takıntılı olmaktır” der. Bir konuya veya olguya takıntılılık seviyesinde odaklanmak, ona nüfuz etmeye, anlamaya çalışmak bir aydın refleksidir. Eleştirel düşüncenin temel motivasyonu olan şüphe, takıntılı olmanın bir sonucu olarak gelişir. Takıntılılığı biten, her şeyi “aştığını”, “ortaya koyduğunu” zanneden aydınların hayatın sürekli yenilenen akışı içerisinde görüşlerini yeniden ve yeniden muhakeme edebileceği zemin ortadan kalkmış olur. Bedenin donuklaşması ve çürümesi bu noktada başlar. Uzatmayalım, takıntılılık iyidir. Takıntılılık, hayat belirtisidir.
Özellikle de sınıfın aydını olmaktan insanı uzaklaştıran, içinde yaşadığımız toplumu homojenleştirerek sınıfsal çelişkilerin gölgelenmesine yol açan, “emperyalizmle mücadele iddiası” altında karşı-devrim cephesine kaynak taşıyan bir siyasal okumanın haklılığında ısrar etmenin, bu siyasal okumanın geçen yıllar içerisinde hiçbir muhakemesini yapmadan tastamam savunmanın “takıntılılık” seviyesinde karşı çıkılması gereken bir tutum olduğunu savunuyorum. Bu siyasal okumaya karşı çıkılmasının “ABD-NATO merkezlerinden üretilen propaganda”, “neoliberal sol ezberler” vb. gibi hakaretvari kelimelerle eleştirilmesi esas zararlı takıntılılığı ortaya koymaktadır. Ezber savların ezber suçlamaları da bu şekilde oluyor.
Ezberler burayla sınırlı değil. Küreselleşme, ulus devlet, kapitalizm gibi konularda yazılanlar da güncel gelişmelerden bağımsız iddialar yumağını oluşturuyor. Yazıyı uzatmadan kısaca değinmiş olacağız ama yine de sıralayalım.
- Bugün küreselleşme Trump’ın, Harris’in veya çoğu AB ülkesi liderinin istediği bir program değildir. Xi, küreselleşmeyi arzulamaktadır. Çin, bugün küreselleşmenin en birincil aktörüdür.
- Ulus devletler, küresel kapitalist sisteme zarar veren veya onun karşısında konumlanan yapılar değildir. Küreselleşme, ulus devletlerin tahakkümünü artırmıştır. Güvenlikçi yapılarını geliştirmiştir. Ulusal sermayeyi besleyerek onun uluslararası sermayeye daha fazla entegre olmasını ve rekabet edebilmesini sağlamıştır.
- Emperyalizm ve küreselleşme anlatısını “küresel devlet-ulus devlet” ikiliği üzerinden okumak, bilimsel sosyalist teorinin kullanıldığı bir alana değil milliyetçi histerilerle hareket edilen bir alana sürüklenilmesine yol açmaktadır.
- Amerikan emperyalizminin insanlık suçlarını ortaya koymak yetmiyor. Burada solun geniş kesimlerinin kafası zaten oldukça net. Asıl, Avrupa’nın aşırı sağ partilerini, “bunlar ulusalcı, kalkınmacı, NATO’ya karşı” diyerek olumlamaya çalışmak, sol/sosyalist bir iddiadan ayrılarak sağ partilerin ve onların siyasetlerinin doğrulanması anlamına gelmektedir ve ayrım tam da burada ortaya çıkmaktadır. Yapılan budur. Karşı çıkılan budur. “Strateji, taktik, çelişkilerden yararlanma” gibi süslü kelimeler bu gerçeği örtbas edemiyor. Bu kelimeleri en çok kullanan “stratejistler” bugün sarayın bahçesinde köşe kapmaca oynuyor.
YENİ BİR KÜLTÜR YENİ BİR SÖYLEM
Bugün ülkemizde hemen hemen herkes “aydın krizinden” yakınmaktadır. Aydınları yakılan veya faili meçhul cinayetlere kurban giden bir toplum için bu kriz, elbette ciddiye alınması gereken bir krizdir. Yarattığı boşluk, ülkemizdeki emperyalist tahakkümün ve karşı-devrimci saldırının önemli mevziler kazanmasını sağlamıştır. Geldiğimiz noktada Cumhuriyet’in kazanımları büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, siyasal rejim değiştirilmiştir.
Ancak, kriz zamanları aynı zamanda fırsat zamanlarıdır. Sınıfın yeni aydınlarını yaratma ve kültürel hegemonyasını inşa edebilmesi için bir olanak sunmaktadır. İçinden geçtiğimiz süreci böyle görüyorum. Burada yeni bir kültürü oluşturmanın, sağ aktörleri allayıp pullamadan özgün söylem ve siyasetimizi kurmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Her eleştiriyi “ABD merkezlerinde üretilen propaganda” diyerek yaftalamaya set çekmek gerekiyor. Her şeyi “aştığımızı” sanmaktan, kibir abidesi haline gelmekten, en az yüzyılın başından beri tekrar edilen savları tekrar tekrar sorgulayabilme cüretini gösterebilmek gerekiyor. Teorinin pratiğe, pratiğin teoriye yansıması ne oluyor? Söylemlerimizin toplumdaki karşılığı nereye denk düşüyor? Bunları tartmak ve muhakeme etmek gerekiyor. Bunun başat yolu ise teori ve pratiği hayatının içerisine birlikte dahil etmekten, yani örgütlü mücadelenin içerisinde olmaktan geçiyor. Okuyup yazdıklarımızın hayatın içinde sınandığını bizzat içinde deneyimleyerek test etmek gerekiyor. Buraya kadar ve bundan önce yazdığım yazılar bu arayışın ürünleri. Bundan sonrakiler de öyle olacak. Yanılma payım her zaman saklı. Tek ön kabulüm bu. Bir gün bizim kuşağımızın da otopsisi yapılacaktır, bunun da farkındayım. Ancak, bugün neşter bizim elimizde.
[1] Antonio Gramsci, Aydınlar ve Toplum, Örnek Yayınları, 1983, İstanbul, s.23.
[2] Paul Ransome, Antoio Gramsci: Yeni Bir Giriş, Dipnot Yayınları, 2010, Ankara, s.240.
[3] Gramsci, a.g.e., s.16.
[4] Mehmet Yetiş, Gramsci ve Aydınlar, Mülkiye Dergisi, 26(236), s.223.
[5] Yetiş, a.g.m, s.227.