31 Mart yerel seçim sonuçları, bütün sürprizleriyle zihinlerdeki kalıpları, önyargıları yerinden oynatıp geleceğe dönük küllenmiş umutların közünü yeniden harladı. Halktaki dip dalgasının, görünmez enerjinin görünüre çıkmasını, sönme nuktasındaki umutların yeniden canlanmasını sağladı. Bu bizi, bir kez daha aydın sorununa, Türk aydınının tanımı, işlevi, toplumsal ve tarihsel görevi sorununu tartışmaya odaklıyor.
Eğer, günümüzün en büyük siyasal ve düşünsel sefaleti olan günübirlikçi, dar ufuklu, yapay medyatik güncelliğe hapsolmuş, hödükleşmiş şarlatanca bir sığlıktan değil de, geniş ufuklu, bilimsel, toplumsal ve tarihsel derinliğe sahip bir perspektiften bakarsak en önemli sorunun bu olduğunu görürüz. Çünkü yeterince kavranmasa, çoğunluk üstüne almayıp kenara çekilse de, başarıda ve başarısızlıkta esas sorumluluk, siyaseti, strateji ve taktikleri, propaganda biçimlerini ve bütün bunların gerisindeki temel anlayışları, yani ideolojiyi üreten ve halka taşıyanlar, siyasetçi, bilim insanı, yazar, sanatçı, gazeteci vb, en yetersizinden en yetkinine, aydınlardır.
Sorun, sadece aydınların görevini doğru yapıp yapmadığı ile ilgili dağildir; aksine, aynı zamanda gerçekte halk kitlelerinde pek olmayan, olsa bile üretim pratiği içinde kısa sürede yeniden üretilen umut ve iyimserliği, çok bilmiş, kibirli ve hödükçe tavırlarla öldüren, kitlelerin gözüne durmadan karamsarlık tozu serpen düşünce ve davranışların ana kaynağı olmalarıyla da ilgilidir.
14 ve 28 Mayıs 2023 seçimlerinde muhalefetin yenilgisi, Cumhuriyetçi ve Atatürkçü kesimlerde büyük bir karamsarlık ve hayal kırıklığı yaratmıştı. Ama asıl nedenlere derinlemesine inilmekten nedense hep kaçınıldı. Daha da önemlisi, bunda en büyük payı olan aydın, entelektüel çevrelerde üretilen halka güvensizlik ve aşağılama duygusu, “bu halk adam olmaz” diyerek halkın değişmez bir cehalet ve aptallık içinde olduğu kanısı neredeyse zirve yapmıştı. 28 Haziran yenilgisinden sonra “AKP’yi bu halkla devirmek artık mümkün değil” diyen bu anlayışın bir sonucu olarak gençliğe de yansıyan güvensizlik, ulusun sorunlarına çözüm bulma kaygısından uzaklaşma ve zorunlu olmadığı halde Türkiye’yi de terk etme, olur ya işler düzelene, “demokrasi gelene” kadar başka bir ülkede yaşama düşünce ve eylemine dönüşmüştü.
Genellikle açlık ve yoksuluk sınırında kıvranan emekçi halkın dışında oluşan, ondan yaşam sanatını öğrenme zahmetine katlanmayan bu kibirli ruh hali 1 Nisan’da hemen tersine döndü. Yerel seçim sonuçları, karamsarlığı ve halka güvensizlik duygusunu birden bire yok etti. Aydınım diye böbürlenirken gerçeği araştırma zahmetine katlanmadan medyadaki seçim analizlerini izlemekle veya kendi sınırlı bilgisinin önyargılarıyla yetinen kolaycı, hapçı “aydın”, öngören, yol gösteren gerçek bir aydın olmaktan uzaktı. Çünkü aydın ve entelektüel dünyada büyük bir çürüme, yozlaşma, sığlaşma ve Türk Devriminin ilke ve ideallerine yabancılaşma yaşanıyordu. Şarlatanlık neredeyse gerçek aydının yerini almıştı.
Çürümüş aydın tavrı, sistemin iktidar-ana muhalefet tahtarevallisinin sınırlarını çizdiği siyaset tiyatrosunda, futbol takımı seyircisi gibi şaşırma, hayret etme, sevinme, başarı sarhoşluğuyla kendinden geçme rollerini oynamaya devam etti. Kuşkusuz halkın muhalefetinin CHP üzerinden iktidara verdiği ders çok önemli ve sevindirici bir gelişmeydi. Ama şimdilik bu kadar. Halk, hem vatana, Cumhuriyete ve ulusa karşı suçları kabardıkça küstahlaşmış ve saldırganlaşmış kibir yüklü iktidara, hem de aynı yabancılaşma kibrinden gözleri bağlanmış, halkı tanıma duyarlılığını yitirmiş ve gerçekleri görmekten yoksun, öngörüsüz, derinliksiz, çapsız aydına büyük bir ders verdi.
***
Ama hemen belirtelim ki, önümüzdeki sürece ilişkin yorum yapmada acele etmeyelim; kestirmeden sonuca varma kolaycılığına düşmeyelim. Seçim sonuçları ve sandığı ölçüt alan hesaplarla sınırlı görünen önümüzdeki tablo, aslında bir çok berlirsizlik, hendikap ve girdaplar içeren çok daha karmaşık derin ve çetrefilli olan gerçekliğin ucundan kıyısında görebildiklerimizdir. Bu nedenle asıl dikkat çekmek istediğimiz nokta, buzdağının görünmeyen kısmındadır.
Orada, Türkiye’nin geleceğini belirleyecek toplumsal ve kültürel dinamiklerin biriktirdiği, budalaca ve kibirli karamsarlıkların panzehiri ve iyimserlik ve umutların kaynağı yenilmez bir enerji ve dip dalgası gerçeği yatıyor. İşte gerçek Türk aydınının görevi, temeldeki bu hakikati doğru analiz edip halkı aydınlatmak, doğru ve köklü çözümlerle ona öncülük etmektir. Yoksa, Batı güdümlü neoliberal modaya ayarlı, ben aydın değilim, entelektüelim, bilgi üretirim, siyasetin dışındayım, bilgimi isteyene veririm ya da satarım, kimseye dayatamam, bu otoriterliktir, seçkinciliktir deyip sorumluluktan kaçmak mıdır doğru olan?
Özetle, halk istenilen partiye oy vermedi diye önce onu suçlayan, aşağılayan, ama bir yıl gibi kısa bir süre sonra, aynı halk, yaşanan ekonomik, toplumsal yıkım sonucu derin bir öfke ve tepkiyle bu kez aynı partiyi birinci parti yapınca sevinçten kendinden geçen bir vasatlık ve tutarsızlıkla karşı karşıyayız.
Bütün bu tavırlar, aydınım diye geçinen ama aslında sıradanlığın, bencilliğin, hatta ruhsuz, gamsız ve pişkince her şeyi bir fantezi olarak görme kibirliliğinin daniskası değil de nedir? Hatta bütün bunlar, antik Roma’da tribünlerden köle gladyatörlerin dövüşlerini sadistçe izleyen seçkin zümrenin, kazananı çılgınca alkışlayıp yenileni ise ruhsuz ve sadistçe horlayarak ölüme göndermesi, üstelik bundan da haz duymasının çağdaş bir versiyonu gibi görünmüyor mu?
Hem “bilgi en büyük kuvvettir” sözünü, ulu orta, yerli yersiz kullanıp entelektüel rant devşireceksin, hem de onu halka ulaştırma görevine ve bu görevin gerektirdiği sabrı, çileyi göstermeye, yaşamaya gelince, yan çizerek tam tersine kibirlice halkın hakkı olan bilgiyi onu aşağılamak için kullanacaksın. Üstelik en üst eğitimi almış yurttaşlar olarak, aydın ya da entelektüeller olarak, bizleri yıllarca eğiten, geniş bilgi kaynaklarına ulaşmamızı sağlayan ulusal devleti vergileriyle, emeğiyle besleyen halka, Aziz Nesin’in dediği gibi “ödenmesi bitmez bir borcumuz olduğu” açık iken…
Gerçek aydın deyince ilk akla gelen ve Türk aydınının yüz akı bu büyük devrimci, çok özel nedenlerle, insanların sevdiklerine karşı kullandığı son derece samimi bir duyguyla, yani tam da “dost acı söyler” esprisiyle “halkımızın yüzde 60’ı aptaldır” demiştir, ama öte yandan “bizim halka borcumuz sınırsızdır, bitmez” de demiştir. Aziz Nesin ve aynı soydan gelen gerçek aydının niteliklerini düşünürken bu ikili özelliği unutmamalıyız. Ve bütün hayatı bu sınırsız borcu ödemek için çabalamış, bunun için nice acılara, mahpusluklara katlanmış ve en son gerçekleri ödünsüz söylediği için Madımak’ta uğradığı ölümcül saldırıdan kıl payı kurtulabilmiştir.
***
Peki, aydın sorununun kaynağı nedir, nerede başlayıp nerede biter? Aydın olmak diploma alır gibi bir kez kazanılınca ilelebet taşınabilen bir paye, bir rütbe midir? Bu sorun ve aydının görevi, en başta, ulusal ve demokratik nitelikteki Türk Devrimi, Kemalist Devrim tamamlanmadan bitmez. Sorunun kaynağını ve özünü, “Münevver”den “aydın”a, 1860’lardan bu yana yaklaşık 150 yıllık süreçte, Türk modernleşmesinin, Türk aydınlanmasının düşünsel ve eylemci öncüsü olan Jön Türk karakterinin neoliberal küreselci projeyle mahkum ve tasfiye edilme planı ve ona karşı direnme oluşturuyor. Plan, hiç kuşkusuz Kemalist Cumhuriyetin tasfiyesi projesi ile doğrudan bağlantılıdır.
Bilimsel bilginin temsilcisi ve taşıyıcısı, halkı aydınlatan, yol gösteren ve ona fiilen öncülük eden Jön Türkçü aydın tanımı ve misyonu, neoliberal ideolojik ve siyasal operasyonlarla anlamı değiştirilip çarpıtılmış, ulusal köklerinden ve devrimci içeriğinden kopartılmıştır bugün. Hatta bilgi, öyle bir kirletilme, yozlaştırma operasyonuna uğratıldı ki, her türlü yalan, yanlış, kirli bilgi de sahte “özgürlük” ve “demokratik haklar” adına meşrulaştırıldı, bunların sahipleri de “entelektüel” “aydın pozlarında medyada itibar sahibi yapıldı.
Buna bağlı olarak, son kırk yıldır, neoliberal ve karşıdevrimci çevrelerde, tanımında değişmez bir şekildi ulusalcılık ve devrimcilik olan Jön Türk geleneğinin temsilcisi aydın, “otoriter”, “vesayetçi”, “Türkçü”, “ırkçı”, “demokrasi karşıtı” olarak yaftalandı ve onun yerine Batı’nın verdiği görevler için daha uygun ve “kullanışlı” olan entelektüel kavramı ve tanımı öne çıkarıldı, parlatıldı. Kuşkusuz bu neoliberal dönüştürme ve tasfiye korosuna, postmodern gerici kültürün zokasını yemiş ve nitelikli insanı, özneyi, öncüyü, seçkini reddeden, Kemalizm düşmanı İslamcılar ve etnik bölücüler de bütün riyakar benlikleriyle katıldılar.
Neden böyle bir tercihin yapıldığını daha iyi anlayabilmek için, öncelikle söz konusu iki kavramın tanım ve işlevlerine bakmak yeterlidir. İnternet düzleminde şöyle bir gezinildiğinde, “aydın” ve “enetelektüel”le ilgili yer yer aynı anlama gelen ve aydının doğru içeriğini taşıyan bilgilere rastlanmakta. Ancak Vikipedi gibi sitelerde Batı kültürü ile ulusal devrimci kültürümüz arasındaki önemli farklılıkları görmezden gelen, önemsemeyen, tutarsız, çelişkili bilgiler veren tanımlar yapılmaktadır. Bütün bu tanımlardaki ortak yan ise, gerçeği, bilimsel bilgiyi daha geniş vb, temsil etmede Fransız kökenli, toplumu adınlatma ve öncülük etme misyonundan arındırılmış, “entelektüel”i daha çok olumlayan bir vurguya yer verildiği görülüyor.
Kuşkusuz okuduklarını iyi yorumlayabilen bilinçli, uyanık okuyucu için bu olumlamanın ideolojik bir yanı olduğu kolayca anlaşılacaktır. Çünkü, aydının yerine entelektüeli tercih eden ve yücelten tanımlamaların hiç birinde Türk Devriminde ve bütün modern çağ devrimlerinde ortak olan toplumu aydınlatma, öncülük ve yol gösterme işlevi belirtilmiyor. Kuşkusuz bu, bilinçli, gerici ideolojik bir tercihi yansıtır.
Batı kaynaklı neoliberal ideolojik tavrın tipik bir örneği de, “tanınmış” bir yazar ve akademisyenin, internetteki, kibirli bir “entel” tavrıyla, Kemalist Devrim düşmanlığı da açıkça sırıtan kendinden menkul tanımlamasıdır. Sözkonusu tanımlamaya göre “düşünce ve davranışta bağımsızlığa önem veren entelektüele karşılık, aydın genellikle devletçidir”!.. “Entelektüelden farklı olarak, aydının klavuzu bağımsız akıl ve eleştirel düşünce değildir”!..
Oysa, her şey bir yana, bizim tarihimizde ve toplumumuzda bağımsız, özgür, “fikri hür, vicdanı hür” olmanın temel bir ölçütü, Kemalist Devrimin ilke ve hedefleri konusunda taraf olmaktır. Buna karşın, “ideolojilere, siyasetlere mesafeliyim” diyerek “bağımsız” takılan ama eleştirisini en başta Kemalist otoriterliğe” yöneltenler, asıl onlar emperyalizmin ve piyasacılığın güdümündedir ve bağımsız değildirler.
Aydınla entelektüelin tanım ve işlevini tam tersine çeviren bu bakış, Tanzimatçı ve Yeni Osmanlıcı “münevver”den Jön Türke ve oradan münevverin Türkçesi Cumhuriyet “aydın”ına, Türk tarihinden, Türk devrimi ve ulusal kültürden bihaberdir ve ona düşmanlaşmış bir bakıştır. Ya da muhafazakar ve karşıdevrimci sağ güçlerin ideolojik bir meşrulaştırmasıdır; ikisi de özünde aynı kapıya çıkar.
***
Bugün Batı’da ve bizde mandacı çevreler tarafından kullanılan entelektüel kavramı aslında, doğuşundan bu yana önemli içerik ve vurgu değişimleri geçirmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda Aydınlanma ve özellikle Fransız Devrimi ile ivmelenen ulusal demokratik devrimler sürecinde, entelektüel, tıpkı bizdeki münevver ve aydını gibi, bilgiyi, bilimi, dünyadaki geniş bilgi kaynaklarıyla donanmışlığı, zihinsel etkinliği ve eleştiriyi temsil etmenin yanında toplumu aydınlatma, devrimci değişimlere fikren ve eylemli öncülük etme misyonuyla tanımlanıyordu. Fransız Aydınlanmasına ve Fransız Devrimine, Rus Aydınlanması ve Rus Devrimine, ve tartışmasız bütün Batı demokratik devrimlerine de, bu tanıma uyan aydınlar öncülük etti.
Batı’da aydına, dünyayı ve toplumu değiştirmede öncülük misyonu 19. yüzyılda derinlemesine tartışılmıştır. Bu tartışmalara son noktayı gibi Karl Marks, “11. Tez” olarak bilinen, “Flozoflar bugüne kadar düyayı yorumlamakla yetindiler, oysa aslolan dünyayı değiştirmektir” ilkesel düşüncesiyle koymuştur. O günden bu yana aydın tanımı ve görevi hep bu felsefi içeriğe göre yapıldı. Elbette bütün gericiler ve neoliberel emperyalizm ideologları da bu tanımı bulandırmak, çarpıtmak ve geçersiz kılmak için ellerinden geleni yaptılar.
Bugün bu misyon Batı için önemini hâlâ korusa da, 1970’lerden sonra neoliberal ve postmodern kültürel gericileşme ile birlikte, haksızlığa karşı direnen, gerçekleri ödünsüz savunan bağımsız aydın ve sanatçı kimliği yok edilip bir memura dönüştürülürken, “ideolojilerin sonu”, “sosyalizmin sonu” sloganlarıyla aydınlatma ve öncülük misyonu da önemsizleştirildi. Kısacası, 1970’lerden bu yana Batı’da ilerici, devrimci dinamiklerin adım adım geri çekilmesine ve etkisini yitirmesine koşut olarak, en son ve parlak örneğini Jean Paul Sartre’da gördüğümüz öncü bir entelektüel / aydın niteliği de, direnen çok az entelektüel dışında, büyük ölçüde yitirildi.
Henüz aydınlanmayı, bilimsel ve sanayi devrimini tamamlayamamış, dolayısıyla köklü, kalıcı ulusal ve demokratik dönüşümlerini gerçekleştirememiş ülkemizde ise, öncü aydına ekmek kadar su kadar ihtiyaç vardır. Bu devrimi gerçekleştirecek en büyük kuvvet olan bilimi, çağın en ileri bilgilerini, özgür-bağımsız düşünce ve eleştiri kültürünü, bunların nasıl hayata geçirilebileceğinin yöntemlerini bilen düşünen, yorumlayan ve halka ulaştıran ve uygulamada öncülük eden nitelikli, seçkin insanlara ihtiyaç vardır. En önemlisi, toplumsal dinamikler bunu bütün yakıcılığıyla talep etmektedir. Unutulmasın ki, bilgelerin, aydınların aydınlatamadığı toplumu şarlatanlar yönetir.
Bu bağlam içinde en özlü biçimde ifade edersek; enteletüel, düşünce ve kültür ürünleriyle ilgilenen, asli faaliyeti ve zihinsel yaşamı bilgi üretmek olan kişidir; çevresinde ve dünyada olup bitenlerin farkındadır. Ama bilgisini, kişisel çıkarını ve ödeyeceği bedeli düşünmeden toplumdaki haksızlıklara karşı çıkma ve topluma öncülük etmek için kullanmaz. O, genellikle benim görevim bilgi üretmektir, ben ideolojilerin dışındayım, isteyen kişi, sınıf istediği gibi kullanabilir der.
Aydın ise, genel olarak entelektüelin niteliklerine sahip olurken, aynı zamanda bu bilgiyi hayatı ve toplumu değiştirmede kullanmak için değerlendirir, yorumlar ve gerekirse eyleme geçer ve geçirir. Yani halkı aydınlatma ve ona gerekirse yol gösterme borcu olduğunu düşünen, böyle bir etiğe sahip kişidir. Özetle aydın, Osmanlı-Türk modernleşmesinin dönüştürücü, aydınlatıcı ve öncülük edici misyonu ile ilişkili biçimde Türkiye’de entelektüel uğraşlar içindeki kişilerdir.
Bu tanımlamaya göre aydının tanımında ideolojik bir içerik vardır. Sınıfsal çıkarlara dayanan toplumsal-siyasal saflaşma ve mücadelelerde, bir sınıfın ideolojisini üreten, taşıyan, hem beyniyle hem yüreğiyle o sınıfın ideolojik kültürel temsilcisi ve fikri kavgacısı rolünü üstleniyor. Yani özünde hangi sınıfın toplumsal çıkarlarını felsefi, etik, estetik vb olarak teorileştirip meşrulaştırıyorsa, Gramsci’nin deyişiyle o sınıfın organik bir parçasıdır. Bu nedenle ister Mustafa Kemal, Ömer Naci, Mihat Paşa, Bahaddin Şakir, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Nazım Hikmet, Sebahaddin Ali, Maks, Engels, Lenin, Çerniçevski, Gorki, Stalin, Mao, Rousseau, Robespierre, Hugo, Zola, Kastro, Che Guavera, Hoşi Minh gibi ilerici, devrimci, isterse Balzac, Dostoyevski, Mehmet Akif, Peyami Safa, Nihal Atsız, Necip Fazıl, Tarık Buğra gibi muhafakar amaçlı olsun, aydınların ortak karakteri, bilgisini, düşünce, eleştiri ve mücadelesini birilerinden talimat almaksızın, karşılıksız bağlandığı ve savunduğu bir toplumsal dava, ideal için kullanmasıdır.
Bütün bu nedenlerle aydının tavrı, ekonomik toplumsal çıkarları için mücadele eden ortalama insandan farklı olarak, etik, ahlaki bir nitelik taşır. Özetle, konumunu ve tavrını, bütün ekonomik, toplumsal, siyasal çıkarlarının üstünde tutması, yani, ister bilim insanı, ister yazar ve sanatçı, isterse siyasetçi veya bir başka meslekten olsun, kuşkusuz kendi mesleğinin özgünlüğüyle bağlantılı esnekliğini de koruyarak, belli bir ideale/ideolojiye, toplumsal davaya bağlılık ve onun için mücadele etmek her türlü bireysel çıkarın üstündedir.
***
Sonuç olarak; Türkiye’nin her alanında derin bir toplumsal, kültürel çürüme yaşandığı, öğretilmiş çaresizlik ve kullaşma tohumlarının durmadan ekildiği bir süreçten geçiyoruz. Yalanın ve sahtenin gerçeği kamusal merkezlerden ve medyadan kovduğu, şarlatanlığın ve hödüklüğün bilim insanı ve namuslu aydını bastırdığı bu süreçte, halkımızın en çok ihtiyacı olan şey, önümüzdeki “Ergenekon’dan çıkış” devrimine yol gösterecek, halkı aydınlatacak ve öncülük edecek gerçeğin bilgisine sahip, haksızlıklar karşısında susmayan ve dik duran namuslu aydınlara ihtiyaç vardır.
Bu vurgu şu açıdan da çok önemli ve yaşamsaldır: Bugün, dünden farklı olarak gerçek bilgiye ulaşmak çok daha zorlaşmıştır. Çünkü son 30-40 yılda gerçekleşen iletişim araçlarının her eve girmesi ve kontrolü olanaksız bir biçimde her türlü sahte ve kirli bilginin her bireye anında ulaşabilir olması, kirlenmenin ve çürümenin yayılma hızını ve baskınlığını olağanüstü yükseltti. Bu kirli bilgi bombardımanında bırakalım eğitimsizi, eğitimli insanların bile kafalarının alabildiğine bulandırıldığı, doğru ve yanlışı, haklı ve haksızı ayırdetme yetisinin felce uğratıldığı açıktır.
İşte bütün bu olgular ışığında Türk aydını, söz konusu yozlaşma ve çürüme çukurundan hızla kurtulup, bu kurtuluşun bir bedeli olduğunu, ama büyük bir onur ve saygınlık da getirdiğini bilerek, toplumsal ve tarihsel devrimci misyonunu oynamalıdır.