İnsan niçin inanır?
Tanrıya sığınmasının ana etkeni nedir?
İnancın anlamı ve içeriği nedir?
Tanrı neden var edilir?
İnsan tanrıya ne zaman ihtiyaç duyar?
İnsan tanrıya ne zaman inanmaz?
Bir bakıma ona niçin, zaman zaman kafa tutar?
İşte bu sorular günümüzde de tazeliğini korumaktadır. Bir görüşe göre hayvanlardan kendini ayırt ederken ‘’tanrı’’ fikrini oluşturdu. Böylece insan kendini tanımlarken, hayvanlardan üstün olduğunu, bunun da kendisinin bir inanç sahibi olması, onun ayrıcalıklı varlık olarak yaşamını belirleyebilmesidir. İnsan korkularını, fobilerini ve doğanın oluşturduğu tüm olay ve olgulara denetim sağlayamamasının onu tanrı fikrine götürdüğünü söyleyebiliriz. Bir insanın soyutlama yeteneğinin tanrı fikrinden geldiğini söyleyebiliriz. Bu soyutlama kültür ve sanatın gelişimini beraberinde getirmektedir. Bu gelişim Kopernik Devrim’ i kadar önemli ve anlamlıdır. Diğer taraftan tanrının varlığı, insanın onu tanımlaması ile korku ve depresif tarafından onu var etmesi, tanrı inancını doğrularken, onun varlığı, kişi için anlamlı iken, diğer bir kişi ve insan için varlığı meşru görülmez. Ancak insan homo- sapiens olduğundan, o aynı zaman homo- religiostur (dindardır),
Yani tanrı fikri zavallı insanın yarattığı bir teselli köşkü değildir. Hayvanlar aleminden kurtulmanın da bu tanrı fikrini doğurduğunu söyleyebiliriz. Bu fikir ahlaksal norm olarak değil, aynı vakit insanın kendini var etme meselesi olarak da görebiliriz. Determinist bir zorunluluk olarak insan, tanrı fikrini yaratmıştır diyebiliriz. Çünkü insan üretkendir. Yani sadece buğday ıslah eden değil, aynı zamanda soyut düşünceyi de yaratandır. O halde tanrıyı insan yarattıysa, onu yok edecek olan da yine insandır. Ya da insanın insanlaşması determinist bir zorunluluk mudur? Eğer öyle olsaydı bile bir tanrı fikrine ihtiyaç duyardı. Veya bugünkü tanrı değil de, başka içerikli tanrı üretebilirdi. Zira insan yaratandır.
Olaya psikolojik bir pencere açalım; tarihte, toplumsal olgularda ve aynı zamanda siyasal gelişmelerde insanın ideal bir insan, figür ve kimlik yaratma ihtiyaçı var olduğu sürece, insan tanrıyı yaratmak veya onun varlıksal fikrini ayakta tutmak zorundadır.
Şimdi kavram olarak ateizm, “Batıl İnançlar Üzerine’’ İsaac Barrow’un isimli eserinin çevirisinde iki kez rastlandığı saptanıyor. Antik Çağ’ da tanrılara dair tartışmalar hep vardı ve bazıları protesto bile edilebiliyordu. Daha özgürlükçü idi. Ateizm kavramının Fransız aydınlanmasında ise önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz.
Tanrısızlığın felsefi akımları büyük devrimlere yol açarken, teist olgu Anadolu’ da hep varlığını sürdürmüştür. Dinden önce tanrılar vardı. Sonra yaşamın izahı için din yaratıldı ve yaşamın düzenleyici işlevini de din ele aldı. İnsan bu şekilde hayatı anlam içinde sürekli yürütebileceğine inandı. Ancak bilim ve emek üretiminin koşulları ve endüstri sosyolojisinin yeni sınıfsal hareketleri, bu izahın gelişen kapitalist oluşum için yetersiz olduğunu görmekteyiz..
İnsanlık tarihinde tanrı fikri ne kadar radikal bir sıçrama ise, ateist düşünce de bir o kadar büyük bilimsel hareket ve disiplinlerin öncelikle aydınlanma ile birlikte psikoloji biliminin hızla ilerlemesi sonucu çok önemli gelişmelere zemin hazırladığını söyleyebiliriz. Öncelikle bilinçaltının keşfi ve bilincin bir bilinçdışı ile var olduğunu bilinmesi ve doğrulanması sonrası insan, artık yerkürenin ve evrenin en kutsal varlığı değildir bilinci onu aşağılık kompleksine sürüklemiş ve artık o üretmek ve yaratıcı olmak gibi bir ontolojik olguyla karşı karşıya kaldığının acı bir gerçeğini tecrübe ederek yaşamak zorunda olduğunu görmüştür. Sadece ölüm bilinci ile değil yaşam bilinci ile var olamasını öğrenmek zorunda kalırken o, aynı zamanda nihilistçe davranmayı da ihmal etmemiştir dolaysıyla.
Bir bakıma ateizmin izini takip edebilmek için felsefenin ortaya çıkması gerekirdi. Ateizmin anlaşılabilmesi için de tanrı fikri ile birlikte psikolojinin tarihsel öneme haiz olan psikanalize başvurmak gerekir.
Aslında psikoloji bilimi egemen sınıfların baş belası olduğu gibi onu istismar ederek kullanmak, iktidarlarını güçlendirmek için de psikolojiye başvururlar. Bu bir çelişki değildir. Bu bir uygarlık meselesidir. Esas olarak Freud’ çu bilinçdışı kuramına dayanan psikolojik niteliği ağır basan bir bakış açısını tartışmak olumludur. Genelde Erich Fromm’ un faşizm analizinde kullandığı ‘’Özgürlükten Kaçış’’ teması ile vurguladığı kölenin kendisini giderek efendisinin gözünden görmeye başlamasını, yani gücünü kendi köleliğin koşullarını yaratabilmek için hem de gönüllü olması köleleşme sürecine aktif katılımına yol açan güdülenmenin, sağlanarak bu dini ideolojik yapı tanrı inancını da aslında hiçleştirmektedir. Çünkü tanrı olarak efendi, işlevsel boyut ve yücelik kazanmaktadır. Bir bakıma din siyasi erk kazandığında siyasal ortamda din özgür değildir ve dolaysıyla dinsel özgürlük de olamayacağı için laiklik de olamayacaktır.
İlk bakışta Freud’çu bir bakış açısının Marx ile alakalı olmadığını düşünsek de, bu kolaycılık olacaktır- ki, hem Freud, hem de Marx aydınlanmanın önemli baş aktörüdürler. Marx, bireylerden kısmen bağımsız işleyen toplumun hareket yasalarına yönelirken, Freud, bilinç ve saklanan bilinçdışı arzu ve bastırmaların tarihin bir ürünü olarak ‘ben’/Ego yu tanımlar. Aklın kendi saydamlığını dinden ötürü kaybettiğini öne sürer. Bu anlamda eksik tarihsel olan, ben gelişiminin saydamlıkta sınıfta kaldığını ileri sürersek, pek abartı olmaz. Bu anlamda her insan ölüm bilincini düşünse de bastırma ve varoluş hazlarını anlamayarak, ‘Ben’ yetersiz bir özgül ağırlık kazanmaktadır. Ben’ in bu özelliği tanrısal ve dinsel bir inanç dengesini dayatarak günlük patolojinin oluşumunu sağlamaktadır.
İnsan uygarlığının birbirine karşı iki gücü ‘Eros’ ve ‘Thanatos’ arasındaki süreklilik gösteren bir durum olarak insanın, ölüm duygusu bilinci ile baş etmesi onun uygarlık düzeyini yakalaması sonucunu doğurur. Yani baskı altında tutulan bu bilinçdışı olayın kendisini dış dünyaya yansıtması niteliğindeki bir yüceleştirme mekanizmasını görüyoruz. Yani insan ve tanrı meselesi ise bu yüceleştirmenin bir sonucu olarak ilahi gücün oluşmasına sebep olmaktadır. Eros, Thanatos’ a savaş açmaktadır. Savaşçılık ve savaş yürütmek de böyle bir insan türünün neden savaş yürüttüğünün de bir gerçeğini yansıtmaktadır. İşte ölüm ve ölüm bilincini bastırmak da tanrı inancını beraberinde getirir. Kişinin kendi babasını yaratması ve simgesel değer biçmesi de bu olgunun bir ürünüdür. Oidipal nitelik kazanan bu süreçte yaratılan kahraman baba ve cinselleştirilen anne de Eros ve Thanatos’ un bir başka boyut olarak içgüdüsel olarak hayatın devamlılığını sağlamış oluyor. Kişinin kendi babası olma çabası bireyliğini ifade etme ve hayatına anlam kazandırma mücadelesi ile doğrudan ilintilidir. İnsanlık için geçerli olan ve tüm kültürleri kapsayan bir meseledir. Bir bakıma insanın aslında korktuğu şey ölüp yok olmak değil, asıl olan anlamsızlık içinde yok olup gitmektir. Bu anlam salt eylemsel değil, aynı zamanda soyut düzeyde de gerçekleşir. Bu anlam soyut nitelikteki yarattığı tanrı, onun ölümü aşması ve bilinci vererek Eros’ u kutlamasıdır. Psikanalitik Psikolojinin kurucusu S.Freud, din, insan öğesini ele geçirerek kendi denetimine alır. İnsan dış ve içsel güçlerle baş edemeyip aklını devre dışı bırakması sonucunda acizlik yaşar. Ve son karede ruhsal güçlerden yardım çağrısında bulunur. Bir bakıma oidipal dönemin bir uzantısıdır din. Ve çocukluk döneminin yinelenmesi ve deneyiminin aktüel kalması anlamına gelir. Çünkü çocuk, tehdit edici güçlerle babasına güvenerek, ona hayranlık duyarak ve ondan korkarak güvensizliği yenmesi veya buna çabalaması yetişkinlerde güvensizliklerin bir ürünü olarak dinsel değerlerle baş etmeye çalışırlar. Dolayısı ile Freud, dini insanın bir yanılsaması olarak görür. Bu açıdan çocukluk dönemi sanrılarının yetişkin çağında toplumsal nevroza din üzerinden gerçekleşmesi din-tanrı bağlamını yozlaştırdığı için Ateizm daha saydam olmayı yani yeryüzü ve evreni anlamayı öneriyor.
Evet Freud, dini yanılsama olarak dogmatizmi ve eleştirel düşünceyi yasakladığı için zekanın gerilemesinden de sorumlu tutar.. Kabul edilir ki, psikanalitik bağlamda yapılan kritik, önemli bir dirençle karşılaşacağı açıktır. Yani dinsel kritisizmin psikolojik tanımlanması tek tanrılı bir Müslüman için veya Hıristiyan için pek hoş gelmez. Hele ki bu inanç biçimini cinsellikle bağlantılı hale getirip gerekçelendiriyorsa.
İçgüdünün bastırılması dinde iyi ve kötü dediğimiz kategorilere sığdırılarak agresif eylemlerimizin adıdır. Dine nötr olarak yaklaşan nevrotik insanlar, dini inanç içinde manyetik güç olarak kendilerini insanca çekilmiş hissederler, zira aynı davranışların meşrululuklarını bu nevrotik yaklaşımda tekrar kendilerini gösterirler.
Ateizmi 3 aşamada görebiliriz. August Comte’ a göre insanın kültür tarihi 3 aşamada gerçekleşir;
- Teolojik fiktif
- Felsefi soyutlama
- Pozitif/reel aşama (aydınlanma)
Buna göre insan duyu ve doğanın gerçeklerine yönelmiştir. Ve S. Freud da psikanalitik tekniksel kuramını bu aşamalara göre gerekçelendirmiştir. Bu bağlamda dini insanın kültür ve kültürel bir gelişimi olarak tanımlarken onun işlevsel bozukluğa yani nevrotik insanın oluşumunu da kolaylaştırır der; zira zararlı güdülerinden kaçınmayı emreden din, libidal yaşam enerjisinin sürekli baskılanması, onu yaşama değil, ölüm bilincine hızla iter ve insanın kendilik bilincinin oluşumunu sekteye uğratır. Bu bağıntının oluşturduğu çerçeveden hareketle insan halüsinasyonlar içinde paranoid yanılsamanın etkin halinden nevrotik veya psikotik davranış eğilimlerini geliştirebilir. Dinin yasak koyucu olması ve aslında, aşırı dini kuralların mübalağaca yansıtılması ile üst benin/süper-egonun fonksiyonel olarak hâkim güç oluşturması ben/ego bilincini darmadağın etmektedir. Bilinçaltından uyarılan ego, güçlü olmadığı için hatta egonun ahlaki veya etik sorgulamayı yapabilecek pozisyonu kalmadığı için, insan en kötü ve çok kötü tutumlara ve davranışlara itilebilmektedir. Peki, süper-ego olmalı mı?
Elbette olmalı; ancak ego bir parlamento görevi üstlenir gibi tartışmaya ve iletişime açık olacak şekilde, süper-ego ve egonun ortak istişarelerini gerekli kılar. Yasak ve korku mekanizmaların hükümranlığını eriterek, kategorik ahlakın prensiplerine yönelik, kültürel eğitim programları oluşturulmalıdır.
Ego parlamento, süper- ego ise anayasa mahkemesinin görevlerini üstlenir adeta. Anayasa mahkemesi kişinin süper-egosu olarak vicdanı özgürlük ve sorumluluk bilincine tekabül eder. Burada ki şey (id ) ise arzu ve isteklerin yoğunluğunda bilinçaltının dürtüsel ve farklı özelliklerini içerir. Bundan dolayı her istek, ego dan yani parlamentonun tasarımından geçerek anayasa mahkemesi/süperego/Üstben tarafından denetlenir. Kişilik tipolojisinin yapılandırılması ile devlet kurumlarının işlevselliği de bir asimilasyonu/ benzeşmeyi zorunlu bir gelişim olarak görebilmekteyiz.
Freud, insanı haz ilkesi üzerinde tanımlar. Hazzı veren, en doruk noktada anlaşılması için uğraş veren insan bilincini araştırır. ‘’İnsanla beraber yaşamayı enteresan, ama bir o kadar da çok çaba sarf etmeyi gerektirir. İşte dinin buna yardımcı olması da, sorunu çözmüyor. Çünkü din çocukluk hikâyesinin bir bütünü olarak ruhsal olgunlaşmayı önleyen kültürel meselenin meselesidir’’ der ve rasyonalist bir tutum ile dinin, aşılması gereken bir yanılsama olarak ve onu bir teselli kaynağı olarak görür.
Tanrının varlığı veya yokluğu bir bilimsel meseledir. Onun varlığı ve yokluğunun kanıtlanamaması, o şeyin varlığını ve yokluğunu sağlam bir temele dayandıramaz. Bilinmezcilik bir inanç değil, bir sistem ve yöntemdir. Buna göre:
- Koyu teist ( tam teist)
- Fiili teist ( yüksek olasılıkla tanrı anlayışı)
- %50 – biraz fazla teist ( teist meyilli)
- Tam %50 teist ( tarafsız teist)
- %50 – biraz düşük teist ( teknik olarak bilinemezci fakat Ateizme meyilli)
- Fiili ateist ( son derece düşük olasılıkla tanrı anlayışı)
- Koyu ateist ( tanrının olmadığını bilme)
Ateistler inanç sahibi değildirler ve tek başına mantık, hiç kimseyi bir şeyin kesinlikle var olmadığı görüşüne de itemeyeceği gibi var olduğunu da dayatamaz.
Author Profile
