Öyle anlaşılıyor ki siyasal İslam’ın ve etnik siyasetin bozduğu dilimizi de semantik üzerine çalışan dilbilimciler değil, Türk Aydınlanması’nın temel değerlerini içselleştirmiş ve bu uğurda mücadele eden Cumhuriyetçiler düzeltecek!
Güncel politikada olup bitenler semantik (anlam bilim) açıdan şöyle görünüyor: İktidar ittifakının “Türk milliyetçisi” partisinin Genel Başkanı, ana muhalefet partisi Genel Başkanı’yla tokalaştı; sert eleştirileri ve kendisi hakkındaki sözleriyle ilgili olarak “Birbirimizi kırmıyoruz inşallah, bazen siyaseten söylememiz gerekenler oluyor.” diyerek siyasi söyleminin anlamını boşalttı.
Sonra, son derece ironik bir biçimde aynı Genel Başkan, içinde bulunduğu ittifakın mevcut Cumhurbaşkanı’nın bir kez daha seçime katılabilmesinin önünü açacak bir anaysa değişikliği talebine desteğini kazanabilmek için, muhalefetteki “Kürt milliyetçisi” partinin milletvekilleriyle el sıkıştı. Böylece politik figürlerin siyasi söylemlerinden başka, davranış simgeleri de anlamlarından boşalmış oldu!
Dil Oyunları kuramcısı Ludwig Wittgenstein’e göre, dil oyunu öğrenmeyle kazanılır ve insan içinde bulunduğu bağlamda dil oyununu nasıl oynayacağını öğrenir. Birinin ifadesini diğeri anlamamış ya da yanlış anlamışsa, dil oyunu yanlış oynanmış ya da en azından bağlamında oynanmamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda ABD askeri İtalyanlara esir düştüğünde canını kurtarmak için kendisinin Alman askeri olduğunu anlatmaya çalışır. Lisede Almanca dersinde öğrendiği bir cümle kurar, “Limon ağaçlarının çiçek açtığı o ülkeyi biliyor musun?” der. Ancak sözün, içinde bulunulan durumla bir ilgisi yoktur. İtalyan asker Almanca bilmediğinden bağlamdan kopuk bu cümleyi anlamaz. Oysa Amerikalı, “Ben bir Alman askeriyim.” deseydi paçayı kurtarabilirdi (Aktaran: Prof. Dr. Zeki Özcan, youtube.com/watch?v=r8xenkPB8Gg).
Dil konusunda doğru oyun, bağlama uygun oynanmalıdır ama politik figürlerimizin söylemlerinde bağlamı geçtik, anlam bile yoktur; oysa bağlamında susmak bile konuşmaktan daha fazla anlam yüklenebilir. Ünlü dil filozofu, Tractatus Logico-Philosophicus’a (Mantıksal-Felsefi İncelemeler) son cümle olarak şunu yazar: “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı.” (L. Wittgenstein, Çev. Oruç Aruoba, Metis, 2010). Ama eğer dil bir düşünce iletme formuysa, ki öyledir; o zaman düşünme bitmeden söz de bitmez.
O zaman da “Hangi düşünme?” diye sormak gerekir. İnsanoğlunun düşünme yetisini harekete geçiren en temel etmen, karşı karşıya bulunduğu ve çözmek zorunda kaldığı soru/sorundur. Bir soru/sorun yoksa, düşünmek çok çok hülyaya dalmaktan başka bir şey değildir. Öğrencisinin düşünme, akıl yürütme becerilerini geliştirmek isteyen öğretmen, öncelikle öğrencisinin önüne dersin konusuyla ilgili bir soru/sorun koymalıdır. Başka türlü öğrenciyi düşünmeye teşvik edebilmesi olanaklı değildir.
Ancak bireyin deneyimleriyle edindiği kavramlar, kullandığı imgeler ve dilsel simgeler aracılığıyla gerçekleştirdiği zihinsel etkinlik olan düşünmeyi, hesap yapmakla karıştırmamak gerekir. Belli bir konuyla ilgili sorular oluşturma ve bu sorulara o konuya dair gerçekliği ortaya çıkaracak yanıtlar bulma süreci olarak düşünme, ıraksak (divergent) bir düşünmedir ve felsefî bir altyapıda bilişsel bir süreci gerektirir. Böyle bir düşünme biçimi, yaratıcılığı teşvik eder ve birden fazla olasılığı keşfetmeyi sağlar.
Öte yandan, yakınsak (convergent) düşünme, sorunlara bilinen çözümler üretmeye, sorulara tek doğrulu yanıtlar bulmaya odaklanan ve doğrusal işleyen mantıksal bir süreçtir. Bir tür hesap yapmaya dayanan bu düşünme biçimi, sözcüğün dar anlamıyla teknik ve araçsaldır. Bu nedenle ıraksak düşünme ne kadar felsefî ise yakınsak düşünme o denli politiktir.
Wittgenstein’e ve ülke yönetiminde söz sahibi olan iktidar ittifakı veya bunu talep eden muhalif politikacılara dönecek olursak, üzerine konuşamadıkları sorunlar konusunda susmayıp hâlâ konuşmaya devam edebilmeleri nasıl mümkün oluyor? Bu ancak sözü düşünceden boşaltmakla olanaklıdır. Politik aktörlerin bir süredir Anayasa konusunda ettikleri sözler, sözü düşünceden boşaltmanın somut örneklerini ortaya döküyor.
23 maddesi yürürlükten tamamen kaldırılan, 31 maddesi sil baştan yazılan, 20 maddesinde önemli değişiklikler yapılan 1982 Anayasasının daha önce 2017’de değiştirilen ve partili dahil herkese, yürütme organı olan Cumhurbaşkanlığına en fazla iki kez cumhurbaşkanı seçilebilme hakkı veren 101. maddesi; daha önce üç kez aday olup seçilen mevcut Cumhurbaşkanı’nın bundan sonraki seçimde adaylık için önünde bir engel oluşturmaktadır. Bu açık anayasal engelin ortadan kaldırılması için 101. maddenin bir kez daha değiştirilmesi gerekmektedir. Ne var ki bu meram gizlenmekte, dil oyunu bir kere daha yanlış oynanarak demokratik bir anayasa talebi dile getirilmektedir.
Bilindiği gibi “Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” biçimindeki 4. Madde; siyasal İslamcı iktidarın Cumhuriyet’in laik değerleriyle doku uyuşmazlığı nedeniyle Anayasa’yı tümden ilga edebilme olanağını elinden almaktadır. Zira siyasal İslam’ın, devlet şekli olan “cumhuriyet”; bu Cumhuriyet’in nitelikleri olan “insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti”; o devletin “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, resmî dili Türkçe, ay yıldızlı, al bayrak, İstiklal Marşı ve Başkent Ankara” ile sorunlu bir ilişkisi olduğu 22 yıldır deneyimlenen bir gerçekliktir. İşte bu sorunlu ilişki, 22 yıldır yanlış oynanan dil oyunlarıyla sürdürülebilmektedir.
Atatürkçülerin üstüne titredikleri bu nitelikler, eğer ulusal sol ve sosyalist çevrelerde benimsenmemiş, halkın çoğunluğu tarafından içselleştirilmemiş olsaydı; iktidar ittifakı, 2010’daki Anayasa Değişikliği Referandumu’nda olduğu gibi, kullanışlı liberal sol “Yetmez ama evet!”çilerle, bu seferki değişiklik tartışmalarını da büyük bir özgüvenle ilk dört maddeye kadar tırmandırırdı. Oysa şimdi siyasal İslamcı parti, nafile çırpınışlarla etnik şeriatçı ve etnik bölücü partilerinden medet ummaktadır.
Anayasanın ilk üç maddesiyle bir sorunları olmadığını söyleyen eski Hizbullah avukatı, yeni HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu; “Ahmağa anlatır gibi tek tek söyledim buna rağmen anlamamakta ısrar ediyorlar. Biz anayasanın 4’üncü maddesi olmasın diyoruz. Bir daha söylüyorum, altını çizerek söylüyorum. İlk 4 madde değil, 4’üncü madde… Tamam mı?” dedi. Dedi ve satranç tahtasında tavla oynayarak, yukarıda anlatmaya çalıştığımız düşünceyi sözden boşaltıverdi. “İlk üç maddeyle sorunum yok, 4’üncü madde olmasın.” Cümlesini bir yabancıya söyleseniz, “Çeviri hatası var!” demez mi? Iraksak, yakınsak bütün niteliklerini ortadan kaldıran düşünmenin bu biçimi, sözü söyleyeni Amerikan askerin İtalyan asker karşısındaki durumuna düşürmez mi?
Öte yandan birinci açılım sürecinde sütten ağzı yandığı halde DEM PARTİ, hâlâ yoğurdu üflemeden yemeye çalışıyor. Nihayet Eş Genel Başkan Tuncer Bakırhan, mevcut Anayasa farklı kimliklerin, kültürlerin, inançların yaşadığı bir ülkeye uymuyor. Alevi’nin eşit yurttaşlık hakkını tanımıyor. Kürdün dilini, kimliğini tanımıyor, Süryani’nin, Asuri’nin, Arap’ın kültürlerini ve inançlarını içinde barındırmıyor.” dedi ve ulusu etnik kökenlere, inançları mezheplere kadar atomize ederek anayasa değişikliğinden umudunu ve bununla ilgili beklentisini bir kere daha açığa çıkardı.
Ne var ki bu umut ve beklentinin de önünde 3. madde engeli bulunuyordu. Bunu bildiği halde Eş Genel Başkan, CHP’nin ulusalcı kesimini küstürmemek için bu engeli dile getirmekten çekindi. O engel şuydu: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.” Bakırhan’ın söylemeye cesaret edemediği engeli, iktidarda olmanın güvencesiyle Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş söyledi. 1961 ve 1982 Anayasalarındaki çok sayıda maddenin değişmesine rağmen hala “darbeci,” “seçkinci” ruhun Anayasa maddeleri arasında “gizli olduğunu” öne sürerek şöyle dedi: “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” tabirinin değişmesi gerekir. Devletin ülkesi olmaz. Devletin milleti olmaz. Bu metin, “Milletin devleti ve ülkelisiyle bölünmez bütünlüğü” şeklinde ifade edilmelidir.
Yapıcıoğlu’nun sözlerindeki mantık dışılık, onun söylemini anlamdan boşaltmıştı, Kurtulmuş ise sözlerine “aşırı mantık” yükleyip dili tümden bir matematik formülüne indirgedi ve hüküm cümlesindeki iki sözcüğün yerlerini değiştirerek semantiği bir kere daha tuş etti! “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.” cümlesini, onun istediği gibi “millet” ve “devlet” sözcüklerinin yerini değiştirerek yeniden kuralım, işte Kurtulmuşun önerdiği madde: “Türkiye milleti devleti ve ülkesiyle bölünmez bir bütündür.”
Türkiye milleti… “Türk” olmaz, “Türk vatandaşı” olmaz, “Türk halkı” olmaz, “Türk edebiyatı” olmaz, “Türk şiiri” olmaz, “Türk romanı” olmaz… “Türkiyeli” olsun, “Türkiye vatandaşı” olsun, “Türkiye halkı” olsun, “Türkiye edebiyatı” olsun, “Türkiye şiiri” olsun, “Türkiye romanı” olsun… diye diye Meclis Başkanı’nın önerisiyle “Türkiye milleti”ne geldik! Anayasa’yla birlikte Meclis’in adı da “Türkiye Milleti Meclisi” biçiminde değiştirilecektir kuşkusuz! Bu kadar atomize olduktan sonra, bu tamlamada “Büyük” sıfatını da nereye isterseniz koyabilirsiniz… Ama belki de bütün bunlar “siyaseten”dir; yani “at bakımı ve eğitimi, seyislik gereği”!
Öyle anlaşılıyor ki siyasal İslam’ın ve etnik siyasetin bozduğu dilimizi de semantik üzerine çalışan dilbilimciler değil, Türk Aydınlanması’nın temel değerlerini içselleştirmiş ve bu uğurda mücadele eden Cumhuriyetçiler düzeltecek!
Author Profile
Latest entries
- ana manşet01/12/2024Gerçeği Görme Sorunu
- ana manşet23/11/2024Arda’nın Geleceğini Konuşmak…
- ana manşet17/11/2024Faşizmin dili
- ana manşet16/11/2024Yangında İlk Kurtarılacak Beş Mısra