Evrensel insanı yoran, doğayı konu edinen akıl ile belirli “akideler” dışında bir gerçek kabul etmeyen dogmalar arasındaki bağdaştırılamaz antinomiler, çelişkiler, giderek çatışkılardır…
İkisi, insanlık tarihinde insan ve toplumlar için temel karşıt akımları, Devrim-Karşı Devrim ikilemini, diyalektiğini oluşturuyorlar.
İnsanlık tarihinde dogmaların kaynağı inanca dayalı sistemler, çok ve tek tanrılı dinler…
Ancak geçtiğimiz yüzyıl, milenyumumuza içinden çıkılmaz bir dogmatik miras daha bıraktı: Etnik nedenlere dayanan kimlik arayışlarının, zengin kültür miraslarının evrensel aklın öncülüğünde kaynaşması yerine, “biz ve ötekiler” ayrımcılığı bağlamında dogmatizme dönüşmesi.
Bakın, geçen yüzyılın son çeyreğinde, “Race et L’histoire”(Irk ve Tarih) adlı kitabında Levi-Strauss(1) ne diyor:
”Kabile düzeyinde insanlık, kabilenin sınırında biter. Tam ve mükemmel olanlar, iyiler yalnız klan üyeleridir. Onun dışındakiler başkadır, kötüdür. Bugün bu çeşit bir yabancılaşma, milli devletlerde etnik ve dini gruplar arasında görülmektedir.”
Üretim araçları mülkiyeti ve üretim sonucu oluşan zenginliğin bölüşülmesinin nesnel sonucu olan “Sınıf” gerçeğinin asıl evrensel ve toplumsal katmanlaşmayı yarattığı gerçeği unutturularak, toplumlar etnik ya da dinsel bazda “biz ve ötekiler” ayrımcılığının gayya kuyusuna itilip, akıl almaz bir husumet ve şiddetle boğuşturulup, galibi olmayan “Pirus Zaferleri” ile oyalanırken, birileri hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde zenginliği ve serveti keyiflerince paylaşmakta…
İnanç Sistemlerine gelince, İslam dini, insanın ve sosyal yapılanmaların tüm eylem ve etkinliklerini belirli kurallara bağlayan bir din olarak “müstesna! ” bir yere sahiptir.
Ancak, ilkeleri Allah’ın peygamberine gönderdiği vahiylerden oluşan İslam dininin zamanla tıpkı “etnik gruplaştırılma” yönteminde olduğu gibi yaratılan ve de kamçılanan“ dinsel gruplaşmaların akıl almaz çatıştırılmaları sonucu, yine birileri hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde zenginliği ve serveti keyiflerince paylaşmaktadırlar…
İslam’ın yaşamın her alanını düzenleme işlevi, “Fetva” kurumu ile sürekliliğini berkitilmiş, sağlamlaştırılmıştır. Bu kurum istenildiğinde “dinsel gruplaşma ya da yozlaşmaya da” hizmet edebilmektedir. Sakın bu devirde fetva devrinin modası geçti falan demeyin… Hele hele birilerinin ekmeğine yağ süren fetvalar söz konusu ise…
Gelenekte varsa, çoğunluğu arkasına alanın fetva yönteminden hoşlanılması anlaşılabilir bir şeydir. Anlaşılamayanı, tarihte bir şekilde çoğunluğu ya da belirli güçleri arkasına alıp fetvalarla yönetme yoluna başvuranların toplumları sürükledikleri uçurumların anımsanmamasıdır.
Toplum ve insan yaşamında akılcılığa gelince, o, Platon Akademisi, Kartezyen düşünce ve 18nci yy. aydınlanma çağının eseridir.
1880’lerden itibaren Türk aydınları arasında yaygınlaşan aydınlanma felsefesi, zamanla toplumun ve devletin “selameti” için tek çıkış yolu olarak benimsenmiştir.
Nitekim, Cumhuriyetin kuruluş döneminde, 30 yıl kadar süren aydınlanma devrimi sürecinde, bu felsefe, devrim lideri ve kadrolarınca topluma bir ölçüde mal edilebilmiştir….
Ancak, daha sonra, dogmatik liderlik anlayışı ve karşı devrim adım adım, günümüze doğru iyice hızlanarak 75 yıllık süreçte, iç ve dış eko-politik konjonktürün etkisi ve yararına hizmet edebilecek şekilde devlet, toplum ve insan yaşamına egemen olabilecek bir konuma, bir güce erişti.
İşte, bu noktada insanın aklına, bilimsel düşüncenin, eleştirel akılcılığın yuvası ve kalesi olması gereken aydınlar ve üniversiteler geliyor. Adı üstünde, onlar evrensel aklın, bilimsel düşüncenin insan ve toplum yaşamına öncülük etmesi için oluşturulmuş kurumlar…
İyi de neredeler? Allah aşkına…
*Üniversiteler, dogmatik liderliklerin kalıplarını kamuoyunun bilinç altına enjekte eden ya da yalvaran bakışlarla yumuşatmaya çalışan akademisyenler topluluğu mudur?
Üniversiteler, ortaçağ ile yeniçağ arasında bocalayan dünya görüşlerine karşı bilimsel, yansız, objektif ve ciddi duruşlar gösteren aydınlanma kurumları işlevini yüklenmek durumunda değiller midir?
*Üniversitelerin evrensel aklın, eleştirel akılcılığın toparlayıcı, yaratıcı, yükseltici, onurlu bir ocağı olması gerekmez mi?
Dogmaların gölgesinde ortalığa saçılıp dökülen adaletsizlik, hukuksuzluk, yolsuzluk ve yoksulluklara karşı ”cahil perileri” oynamayı sürdürmek aydınlara ve üniversitelere yakışır mı?
Şimdi zaman akıl ve vicdan muhasebesi yapılarak yarım bıraktırılmış aydınlanma devrimini yeniden başlatma, tamamlama zamanıdır…
Ağır sosyoekonomik sorunların çözümünü açacak altın anahtar bu çekmecede saklıdır…
Başkaca hiç bir çare yok…
Yoksa…
(1)Claude Lévi-Strauss, (d. 28 Kasım 1908 – ö. 30 Ekim 2009), Fransız antropolog, etnolog ve yapısalcı antropolojinin önemli ismi