NOW TV ana haber sunucusu Selçuk Tepeli, AKP iktidarının tarımı çökerten tüketim ekonomisinin yarattığı derin krizi vurgulamak için sık sık “200 bin trol besleyeceğine 200 bin inek besleseydiniz Türkiye bu duruma düşmezdi” diyor. Bence Saray iktidarının ekonomi politikasının çok çarpıcı bir anlatımı olan bu veciz söz, üstünde durulmaya ve taşıdığı yüklü ve derinlikli anlamı açıklığa çıkarmaya değer. Trol beslemek ile inek -ya da sığır ya da genel olarak hayvan- beslemek arasındaki simgesel mizahi karşıtlık, Türkiye’yi iflasa sürükleyen tüketim odaklı ve dış borç bağımlısı ekonomik politika ile onun biricik alternatifi üretim odaklı ve ulusal ekonomiyi esas alan çözüm, başka türlü bu kadar özlü, etkili ve öğretici ifade edilebilir miydi acaba?
Bilindiği gibi trol, son yıllarda medyada çok sık kullanılan, neoliberal-postmodern çürümenin tipik bir karakteridir. Hazırcı, asalak, çok üretmekle değil çok tüketmekle, sade yaşamakla değil lüks, şatafatlı yaşamamkla övünen, böbürlenen popüler tüketim budalasının siyasal, kültürel davranış biçimini simgeselleştiren bir terimdir. İnternette trol (İngilizce, Troll), gündemdeki konulara veya tartışmalara bilgisini paylaşmak, izleyiciyi gerçek ve bilimsel bilgilerle aydınlatmak için değil, belli bir siyasal yapının veya çıkar merkezinin talimatıyla, konu ya da gündemle ilgisi olmayan saçma iddialar ortaya atarak, mesajlar göndererek ve izleyiciyi, okuyucuyu provoke ederek konuyu saptıran, çarpıtan kişi olarak tanımlanıyor. Siyasal alanda troller, kişi, kurum, siyasal parti ve gündemdeki popüler şahsiyetlere saldırmayı görev edinmiş, daha doğrusu görevlendirilmiş tiplerdir. Amacı, üzüm yemek değil, beslendiği patronu adına bağcıyı dövmektir, yani siyasal, fikri, kültürel tetikçiliktir yaptıkları. Bu tiplerin niteliğini, derinlikli, bilimsel ve sistemli bilgiden yoksunluk, günlük, yüzeysel, işporta ve dedikodu bilgilerine dayanan, şişirilmiş gösteriş, şöhret hırsı ve kibri bilgisinin çok çok üstünde bir görgüsüzlük, yani hödüklük belirliyor.
İnternet, cep telefonu, sosyal medya diye bir olay yokken, ulusal çapta tartışmalar esasında basın ve tv kanallarında yapılıyordu. Trol olarak tanımlanan şarlatanın güncelleşmiş ve daha da bayağılaşmış biçimine pek ihtiyaç yoktu; daha doğrusu onlara pek ekmek çıkmıyordu. Geçmişte bu tür kişilikler eksik olmasa da, yalana ve sahte algı düzenbazlıklarına dayanan siyasal kamuoyu oluşturmada pek kullanışlı ve işlevsel değillerdi. Çünkü Cumhuriyet yasaları, kültürü, hukuku ve onun belirlediği, koruduğu basın ahlakı işliyordu, etkiliydi ve tek tük yaşansa da bu tür laf cambazlıklarının ve çirkefliklerin duruma egemen olmasına pek izin verilmiyordu. Bunlar olsa bile, ahlaksızlık, çürüklük, bozukluk, onursuzluk olarak kamuoyu algısında rahatlıkla mahkum edilebiliyordu.
Bugün ise durum tersine çevrilmiştir; ahlaksızlık, ikiyüzlülük ve pişkinlik baskın hale gelmiştir. Başka deyişle ve ne yazık ki, bilim insanları ve aydınların aydınlatamadığı tıoplumu şarlatanlar, liyakatsızlar, troller yönetmektedir. Daha da önemlisi, üretme ve yaratma isteği, tutkusu olmayan bir yerde çürüme ve ölüm içgüdüsü gelişir; ve bu da, tıpkı ülkemizde her gün, her saniye yaşadığımız gibi, korkunç ve sınırsız bir yıkıcılığa dönüşmüştür. Bu yıkıcılık sadece fiziki şiddete dayanan olaylar, terör ve ölümlerle sonuçlanan bir yıkıcılık değildir; düşünsel, siyasal, ahlaki, sanatsal her alanda yaşanan kirlenme ve çürüme de aynı ölçüde bir yıkıcılıktır.
***
İki önemli etkenin birleşmesi, trol karakterinin oluşmasını, itibar görmesini ve siyasette, fikir hayatında yaygın etkiye sahip olmasını sağladı. Birincisi, “küreselleşme” ile bağlantılı olarak iletişim teknolojisinin, sosyal medyanın yaygın kullanımı ve her düzeyde insanın sosyal medya üzerinden, bilsin bilmesin, günlük fikir hayatına katılabiliyor olmasıdır. Bu teknolojik olgunun büyük yararları yanında kirli bilgi kaynağı olarak büyük zararlarının olduğunu da bilmek zorundayız. İletişim teknolojisinin getirdiği büyük avantaj, aynı zamanda kullanılmasında yeterli bir kültürel disiplin ve olgunluğa henüz ulaşamamış insanlar için daha da çok kirli ve yıkıcı bilgi kaynağı olmaktadır.
İkincisi se, küresel emperyalist merkezlerin müdahalesi sonucu iktidar olan AKP ile birlikte, bilimsel bilginin karşısında yalan ve sahte bilginin, hurafenin, cehaletin ve liyakatsizliğin kamu kurumlarında, medyada etkin ve karar verici hale gelmesidir. Bütün bunların toplamı olarak, özellikle saray iktidarı tarafından beslenen ve görevlendirilen -giderek ana muhalefet çevrelerinde de kadrolaşan- trollerle organik bütünlük içinde zübük siyasetçi yükselmiş ve ülkenin yönetiminde belirleyici konuma yükselmiştir.
Bir anlamda fikri-siyasal tetikçilik, provokatörlük, sahte bilgilerle ihbarcılık, çamur atıcılık ve linççilik olarak kurumlaşan, iktidarın beslediği yüzlerce medya kuruluşunda resmi “meslek” (!) sahibi olarak görünen troller, iktidar tarafından değişik düzeylerde maaşa bağlanmışlar ve iş başındadırlar. NOW TV sunucusunun sık sık vurgulamasına ve bir çok muhalif medya kuruluşunun araştırmasına göre demek ki bu sayı yaklaşık 200 bin civarındadır. Kesin sayısını bilmek zordur, daha az da olabilir daha çok da.
***
Artık cümle alem biliyor ki trol ve trol beslemek, Tüketim Kültürünün, insani, ahlaki değerlerden kopmuş, mafyalaşmış, asalaklaşmış, hazırcı, başkalarının emeğine çöken, aşıran, şarlatan, düzenbaz, laf cambazı, dalkavuk, yalaka kişiliklerinin toplumda itibar kazanmasını, hatta karar verici düzeye yükselmesini simgeliyor. Trol’ün en belirgin ve tipik özelliği olan yalakalığın, dalkavukluğun temelinde kendine saygı ve kendine güvenden, yani kendi olmaktan yoksunluk yatar. Dahası, bu yüksek kişilik değerlerinin de temelinde var olan, insanı insan ve insanı toplumsal bir varlık yapan üretici ahlaktan, emek ahlakından yoksundur dalkavukluk ve yalakalık. İşte, emeğe, emekçiye, sanata, gerçek anlamda yaratıcı çabaya saygısız ve üstelik bu çabaların ürünlerini çalarak, aşırarak, zorla el koyarak kendini var eden bu aslak karakter, tüketim kültürünün tipik özelliğidir.
İnsanlar, ihtiyaç maddelerini üretir ve doğayı değiştirirken kendini de yeniden üretir ve değiştirir. Bütün bu süreçler insana kişilik ve karakter kazandırır. Ahlaki ve estetik değerler bu kişilik oluşumunda gerçeğe bağlılık, emeğe saygı, onur, namus, dürüstlük olarak içerilir. Temelinde üretim, emek ve yaratıcılık olan, kafa ve kol emeğinin, çağdaş hakikat, iyilik ve güzellik değerlerinin belirlendiği Üretim Kültürünün Tüketim Kültürü ile tersine çevrildiği bir sahtelikler, yalanlar ve kaos tablodur bu.
Küresel karşıdevrim, Aydınlanma devrimi ile başlayan, Bilimsel Devrim ve Sanayi Devrimi ile temelleri atılan, akıl, bilim ve emeği en yüce değer olarak kabul eden modern çağa karşı gerçekleştirilen bir Yeni Ortaçağ projesiydi. Üzerindeki modernlik yaldızlarına bakmayın siz. Modernleşmenin öncüsü burjuvazi öylesine gerici, üstelik gericilikten de öte bir çürüme evresine girdi ki, modernlik adına temsil ettiği bütün değerlere, en çok onurlandığı sanayiciliğe bile, ihanet etti ve bu kez ortaçağ kültürü ve değerlerinin bütün dünyada yeniden hortlamasına öncülük etti.
Üretim, yani bilim, sanat, sanayi odaklı kültür, sanayi dışı bir nitelik taşıyan finans kapitalin, kökü ortaçağda olan tefeciliğin, üretim dışı sermayenin emrine girmesiyle emperyalist Batı merkezlerinde çoktan terk edildi. Bunun kökleri, kapitalizmin emperyalist asalak ve yağmacı bir karaktere büründüğü 20. yüzyıl başlarına kadar gider. Ancak tarihsel süreçler her şeyin apaçık, herkesin kolayca anlayacağı bir görünüm içinde gelişmiyor. Bir çok önemli ve tarihe yön veren gerçek, görünen değil görünmeyen olgularda gizleniyor maalesef. Bu nedenle yüz yıl önce başlayan emperyalizmin ve onun son elli yılda oluşan postmodern kültürünün akıl, bilim ve ahlak dışılığını, asalaklığını, bizim gibi ortaçağın boş inançları ve uyuşukluğundan yeni yeni kurtulmaya çalışan toplumlar belli bir tarih ve toplum bilincine ulaştıkça ancak kavrayabiliyor.
***
Dün, Osmanlıda, başkasının işinde ücretli çalışmayı, ameleliği-işçiliği hor gören, ayıplayan aristokrat kültürü Jön Türk ve Kemalist Devrimle mahkum edilip aşılırken, devrimci Batı’nın emeği, çalışmayı, üreticiliği yücelten kültürünün örnek gösterilip olumlanması çok önemliydi. Batı’nın, emeği yücelten bu devrimci kültürünü örnek almak ya da benimsemek, özellikle kadınların tarifsiz, derin acılarla yaşadığı, bireyin kulluktan, dilencilikten, başkasının koruyuculuğuna edilgence, acizce bağımlılıktan kurtulmasının anahtarıydı.
Ama bu ilişki, bu bakış, çoğu Cumhuriyet aydınınca bir önyargıya, Batı’nın üstünlüğünü değişmez gören bir ezbere dönüştü. Ve aydınlanmacı, devrimci Batı’nin üretimi, çalışmayı, yaratıcılığı yücelten bakışını gericileşen bugünkü Batı’da yozlaşmaya, fanteziye ve asalaklığa, yani karşıtına dönüştüren değişmeyi Türk aydını göremedi. Ya da cehaletinin, sığlığının ve çapsızlığının bir sonucu olarak görmek istemedi.
Ülkemizde emperyalist kültürün yoğun etkisi ve bilinçli, planlı operasyonuyla -ekonomi, siyaset, kültür, sanat, etik- her alanda gerçekleşen uydulaştırma süreci, Türk aydınında Cumhuriyet Devrimi ile başlayan kendi özgün kimliğiyle barışık, bağımsız, kişilikli, onurlu bir duruşun ahlakını oluşturmuştu. Bu ulusal kimlik, kişilik ve kendine güvene dayanan kültürün temelinde ise, üretime, hizmet sektörüne değil, ulusun bütün temel ihtiyaçlarını kendisinin ürettiği, tarım dahil bütün ekonomik politikaların merkezinde sanayinin olduğu gerçeği yatar.
Oysa Özal’la başlayan ve yüzde 80’inin AKP iktidarında gerçekleşen, yağmaya, peşkeşe dönüşen özelleştirmelerle, üretim ekonomisinin belkemiğini oluşturan ve hepsi kamu kuruluşu olan KİT’ler (Kamu İktisadi Kuruluşları) yok edildi. Böylece üretim ekonomisinin, sanayinin en belirleyici kuruluşları yıkılırken, inşaat, turizm, finans, iletişim alanında yoğunlaşan hizmet sektörü teşvik edildi.
Özetle ahlaki bir ölçüt olarak işi, üretimi, yani insanın eylemini, yaptıklarını esas alan “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” özlü sözü, bu tüketim kültürü ve ahlakında tersine çevrilmiş durumdadır. Tüketiciliğin, savurganlığın ve asalaklığın bu “altın çağı”nın (!) özlü sözü artık şudur: “Ayinesi laftır kişinin işe bakılmaz.” Gerçekten de durum tam da öyle değil mi? Laf cambazlıkları, palavralar, usturuplu yalanlar ve her türlü içi boş, bilime çalım atan, gerçek dışı söylemlerle şöhret olan hödük ve trol kalabalığının bütün medyada, hemen yanıbaşımızda cirit atması neyin göstergesi? Bütün bunların ahlaki açıdan ciddi bir sorun oluşturmaması başka ne anlama gelebilir?
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Günümüz Türkiyesi, gerçeği çarpıtmak ve boğmak isteyenlerin, gerçeği savunmak ve anlatmak isteyenlerden, yalan üreticilerin hakikat üreticilerden kat be kat fazla olduğu bir ülke durumundadır.
***
İnek ve üretim özdeştir bugün. İnek/sığır beslemek üretim ekonomisi ve kültürü demektir. Bunun arkasından söylenecek fazla bir şey kalmıyor aslında. Yoksulluk içinde, açlık sınırında kıvranan, çocuğu için bir kaç gram daha proteine ulaşmak için gecenin üçlerinde kuyruğa girip saatlerce bekleyen bu toplumun yüzde sekseni bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyor. Bugünün Türkiye gerçekliğinde, üretimi bundan daha çarpıcı açıklayan bir cümle, bir söz söyleyebilir misiniz? Hatta bir adım daha atalım; bugün Anadolu’da, eskiden en vasıfsız ve sıradan görünen meslek olarak çobana talebin ve ücretinin olağanüstü yükselmesinin nedeni ne olabilir? Yanıtını, biraz düşünen, argo deyişle “saksıyı çalıştıran” herkes rahatlıkla verebilir.
Çünkü, üretim deyince, önce yaşamak, var olmak için zorunlu temel gıda maddelerinin üretimi, yani tarım akla gelir. Tarımın, çökertildiği, hayvancılığın neredeyse can çekiştiği bir ülkede elbette et fiatları yükselir. Bu durumda hayvancılığı sürdürmek isteyen az sayıdaki besiciliğin, çobanlığın da değeri yükselir. Serbest piyasa kurallarına göre arz ve talep sarkacının böyle gidip geldiğini artık beşikteki çocuk da öğrendi.
Ancak marifet, ekonomistim diye geçinen ve çoğunlukla trollükten öte bir işlev görmeyen kişilerin serbest piyasanın işleyişi, altın ve dolar fiatlarının inip çıkması konusunda ahkam kesmesi değildir. Bütün bunlar çöp bilgilerdir, herkesin bildiği bayatlamış teknik tekrarlardır, bunları şişirilmiş laflarla tekrarlamak şarlatanlıktan öte bir anlam taşımıyor. Bütün sorun, enflasyonun da temel çözümü, başta tarım olmak üzere temel sanayi dallarında üretimi yeniden canlandırmanın planını ve uygulanması için gereken siyasal kararlılığı, direnci ortaya koymaktır.
Simgesel bir ifade olarak 200 bin trol yerine 200 bin inek ya da sığır beslemek, hem toplumun en temel sorunu olan, ama kıt üretim ve yüksek fiyat nedeniyle ulaşamadığı et ihtiyacına şamar atar gibi bir yanıttır. Hem de, öyle anahtar niteliğinde bir sorun ki, diğer en temel ihtiyaçların odağında olduğu sanayiyi, yani üretim ekonomisini temsil etmektedir. Üretim ekonomisinde, bizim gibi temel gıda maddelerine uygun fiatlarla ulaşma krizi yaşanan bir ülkede, hiç kuşkusuz tarım ve hayvancılık tayin edici durumdadır.
200 bin sığırın yerine, 200 bin ton soğan ya da 200 bin ton patates, hatta yüz yıldır hiç böyle bir sıkıntı yaşamayan ulusumuz için ne kadar utanç vericidir ki, 200 bin ya da 2 milyon ton buğday da koyabilirsiniz. Hepsi aynı yakıcı ihtiyacı ihtiyacı gösterir. Ama bu ihtiyacı bile karşılamaktan aciz, günü kurtarmacı ithal kolaycılığına kaçarak üreticiyi perişan eden basiretsizliği ve çapsızlığı vurgulamaya yetiyor.
Şimdi, hiç bir maddi ve manevi, bilimsel, sanatsal, ahlaki ve topluma yararlı değer üretmeyen, aksine düşünsel ve ahlaki olarak bütün değerleri kirleten binlerce trolün beslenmesinin nedenlerini biraz anlayabildik sanırım. Ya da şöyle bir soruyla bu trol ve inek ilişkisinin mantığını ve denklemini daha anlaşılır kılalım: İnek sayısı azaldıkça, ya da patates, soğan, buğday vb üretimi azaldıkça beslenen trol sayısı artıyor, neden?
İktisatta ve tarihte bu denklem, şu olgu ile at başı gitmekte değil midir?: Bir ülkede az sayıda insan aşırı zenginleşiyorsa, orada çok sayıda insan aşırı yoksullaşıyor demektir. Böyle bir toplumsal adaletsizliği sürdürmek isteyen iktidarların kendi başarısızlık ve adaletsizliklerini yalanlar ve sahteliklerle gizlemeleri, besleme dalkavuklar, yalakalar, soytarılar, troller, sahte bilim ve din adamlar ile koruma altına almaları kaçınılmaz değil mi?